Gazeteci Serdar Korucu, Aras Yayıncılık tarafından yayınlanan ‘Ahali’nin Gidişi: Musadağ 1939’ kitabında Musadağlı Ermeniler ile görüşmeler yapmıştı. Görüşmeciler arasında geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Şair Arsen Canyan da yer alıyor.
Şairin, Korucu’ya anlattıklarını paylaşıyoruz:
“Benim yaşım müsait. Eskiyorum demiyorum, eskidim bile yaş bakımından. Ne kadar yaşlı olursan o kadar geçmişi biliyorsun. Geçmişi yaşamış da olmak gerek. Ben de ilgilendim tabii. Üzerinde bittiğim toprak. Kim kimdir, ne zaman gelmişiz, ne olmuşuz. Hep ilgilendim. Musa Dağ altı-yedi köydür. Hınçaklar ve Taşnaklar olarak ayrılmışlardı. Birbirleriyle kedi-köpek gibi kavga ederlerdi. Yezur denen bir mahalle vardı, köye [Vakıflı] yakın. Yarım saatlik bir yol. O mahallenin halkı üç kardeşten oluşuyordu. Ben bu kardeşlerden üçünü de tanıdım, onlar sağdı. Bu mahallenin tümü bu atalardan türemişler. Aynı şekilde köyün halkının da bir kısmı... O dedelerden birinin ablası, benim babamın annesi oluyor. Ondan babam doğmuş, öbür dedenin oğullarından Vahram [Mardiryan] doğmuş. Biz birbirimizden uzak olmamakla birlikte düşünmüşler taşınmışlar, bu evlilikler olur mu diye, çünkü bizde akrabalık yakın olursa almazlar birbirlerini. İstişareler olmuş arada. Epey uzaklar birbirlerinden. Bu şekilde benim ablamı [Kohar] nişanlamışlar Vahram’ın [Mardiryan] babasına. Dedeler Mardiryan. Kız kardeşim, dedemin soyadını almış.
Canyanlar eskiden Sakayan’dı. Ondan sonra 1934’te bir soyadı meselesi ortaya attılar, tümünüzün soyadı değişecek. Türkçe olacak. O zaman değişmiş Sakayan, olmuş Canoğlu. Sakayan’ı kanun Canoğlu yapmışsa dedim, ben de Canoğlu’nu Canyan yapıyorum ve yaptım. 1939’da Hatay Türkiye’ye geçti. Atatürk ölmüştü o zaman. 38’de doğdum ben. Kâğıt üzerinde böyle yazılı ama anneme göre 36 doğumluyum. Vakıf’ta doğdum, 15 yaşındaydım köyden çıktığımda. Vakıflı’da ilk beş yıl okulu Türkçe olarak okudum. Vakıflı’da Türk okulu ilk defa 1950’de açıldı., 1. sınıftan 5. sınıfa kadar. O zamandan önce köyümüze yakın Zeytuniye diye bir yer var, oraya gidilirdi. Bizim köye okul açılınca bizim köyün okuluna gider olduk. Oradan mezun oldum. Tıbrevank için toplanan talebelerin ilki benim. Gel gör ki, alın yazısı hem benim hem Tıbrevank’ın. Biraz ele avuca pek sığmazdım. Orada da aynı oldu. Çok geçmeden aramız bozuldu. Dinî okul olduğu için müdürü de din adamıydı, vartabed. Atıldım. Üçüncü sene. Ortaokulu bitirince ayrıldım oradan. Üç sene okudum. Tıbrevank’tan ayrılınca tabii, ben yine köye gittim. Gidecek başka yerim yoktu. Köye gittiğimde köy de biliyordu beni. Köylüler için bu beklenmedik bir şey değildi. Onlar da beni tanıyordu. Okulda sivrilmiştim, bir şey oldu mu, herkes parmakla beni gösterirdi. Köyde de böyleydi. Az çok böyle ucundan ucundan dokunuyor gibiydim, 6., 7., 8. sınıfta yazarlığa... O zaman bir çevre de vardı, köyün de haberi vardı. Köy bunu biz kabullenemeyiz dedi bir çeşit. Büyük abi vardı benim, o okuryazarlıktan yanaydı. Sadece beşinci sınıfa kadar okumuş ama benden çok şey bilirdi. Ben üniversiteyi bitirdikten sonra da benden çok şey bilirdi. Öyle biriydi. Mıkhitaryan’da bizim akrabamızdan Tatyos Bebek’in amcası Hagop, birkaç sene önce genç yaşta öldü, 65’inde, o bizim köyden ilk Mıkhitaryan’a gönderilen çocuktu. Onun okuluna gittikten sonra devam ettim. Tam ü. sene de orada okuyacağım liseyi. Okul Katolik’ti ama talebelerin yüzde 90-95’i Gregoryen’di. Yüzde 5’i Katolik’ti. Katolikler o kadar az sayıdaydı ki. Gregoryen’dir Ermeniler çoğunlukla. Bizim sınıf 22 talebeydi, 2’si Katolik, 20’si Gregoryen’di. Bugün sivrilmiş yazarların hepsi, Haddeciyan, Zahrad gibi isimlerin hepsi oradan mezun. Bir Katolik yazar yok kendi okullarından. Çıkanların hepsi Gregoryen. Sonunda ben de Gregoryen yazar oldum okullarından çıkan. Orada geçen üçüncü senenin sonunda bir gün biri dedi ki, derhal Patrik’in yanına gideceksin. İmtihanın içindeyiz. Boş vermek olmaz kâğıdı. Derhal bir şeyler yazdım. Gelene verdim. Patrik’e şimdi imtihanlarda olduğumuzu, falanca tarihten sonra serbest olacağımı, imtihanlarımızın bitmiş olacağını, biter bitmez yanında olacağımı belirten bir satır yazdım, bu kâğıdı verirsin Patrik’e dedim. O Patrik de patrikti. Patrik’ten başka büyük adamdı, hem kafasıyla hem yüreğiyle. Hiçbiri öyle olmadı. Şnorhk [Kalustyan] biraz oldu ama başka hiçbiri olmadı. Tıbrevank’ı kuran Karekin Haçaduryan’dı. İmtihanlar bitti, kalktım gittim. Daha otur demeden başladı kendisi. ‘Gerisin geri Tıbrevank’a gideceksin’ dedi. Ben de ‘Srpazan’ dedim, ‘Tıbrevank’ı duyunca benim başımın tüyleri dikiliyor.’ Sen misin bu lafı söyleyen? ‘Bilmem ne ol’ der gibi, ‘Çık!’ dedi. Bizi oradan kovdu. Okuldan vartabed kovmuştu, oradan da Patrik kovdu. Konuşmalarımız o kadar. Başlamasıyla bitişi bir oldu. Kapı daha açıktı, çıktım gittim. Orada bitti. Gel zaman git zaman, öldü adamcağız. İki şiir yazdım üstüne. Tam o dönem Eçmiyadzin Katolikosu I. Vazken İstanbul’a gelmişti, işlerini bitirdikten sonra bir hafta kadar kaldı. Ermenilerin belli başlı kültürel binalarını falan gezdi, gördü. Bir gün de Karagözyan’a geldi. 1961 yılıydı. Patrik ölmüştü. Oraya geldiğinde ben de hısgiçtim [belletmen]. Öğleden sonra Karagözyan’a geliyor, sabaha kadar çocuklarla meşgul oluyordum, nezaret ediyordum. Karagözyan’da duvar gazetelerimiz vardı. Ben de yazıyordum. İyilerini seçip koyuyorduk. Benim de bir şiirim basılmıştı o zamanki gazetede. Öyle bir durum vardı ki, hepimiz her bakımdan, bir yandan Katolikos var seviniyoruz, öte yandan Patrik’imiz ölmüş üzülüyoruz. Dedim o şiirimi alıp Katolikos’un karşısına koyayım. Öyle de yaptım. O şiir dokunaklı yazılmıştı, yaslıydı da. Ben yerime gitmek isterken arkamdan çağırdılar. Katolikos istiyor seni, dediler. Buraya geldikten birkaç sene sonra, yani bu olay üzerinden 20-30 sene geçtikten sonra, bir araştırmacı ‘Senin şiirine bir yerde rastladım’ dedi. Burada bir dergi vardı, Ermenistan’da Katolikosluk’un dergisi vardı, o zaman orada basılmış. Çok güzel bir dönemdi. 1915’ten sonra sivrilen isimler, Haddeciyan, Zahrad ve Zareh Khrakhuni. Onlardan başka ve 1915’ten önce gelenler vardı. Onların da adlarını unutmaya hiç hakkımız yok. Mesela Katolik Okulu’nda Hampartzum Harutyunyan hocamdı. Büyük bir kafaydı. Büyük sanat adamıydı. Hem edebiyatçı hem matematikçiydi. Bize son sınıfta matematik dersi verirdi ama üç-dört şiir kitabı vardı. Ömer Hayyam’ın âşığıydı. Hayyam’ı işlerdi hep. Öyle bir adamdı. O 1915’ten kurtulanlardandır. Taşnak’tı onlar ama saman altından giderlerdi. Hiçbiri kafasını sudan yukarı çıkarmıyordu. Sinan Tandıryan diye biri daha vardı. O adamcağız tren kazasında gitti. Benim solcu olduğum ve komünist olduğum bilinirdi bu düşünürler arasında. Bu Taşnaklar da komünist olursa, ana babalarını bile affetmezler. Onlar için suç bu. Genel düşüncede sosyalisttirler ama böyle sosyalistliği biz kabul etmiyoruz. Bütün milletler, insanlar eşittir. O kadar. Bunlarda o yok. Bizim milletten başkası yok. Bu Taşnaklar acayip bir şekilde. Yazmaya başlayınca, okulu bıraktı, kendini bunlara verdi gibisinden bir mesele de oldu. Sonra Tıbrevank’tan bazı dersleri almamı istediler. ‘Öyleyse hepsini bırakırım’ dedim, aldığım derslerden çekildim. Üç-dört gün bu gazetede yazıldı. Koca Tıbrevank’ı biz kurduk, millet kurdu milletin parasıyla.
Bu şartla gelmişti ABD’den [aslında Arjantin’den] Karekin, ‘Ben gelirsem bir Tıbrevank kuracağım. Yardım ederseniz gelirim, yoksa gelmem’ dedi, millet ‘Gelin’ dedi. O milletin parasıyla ben okudum ama demediğimi de bırakmadım. Aslında millete değil, para babalarına söyledim her şeyi. Haddeciyan ile birlikte bana dediler ki, ‘Hakkın neyse mutlaka koparacaksın.’
1977’de Ancar’a gittik biz önce. Tek komünistim orada. Normalde bir saat yaşatmazlar. 1918’deki Ermeni devletinin kuruluşunu kutladılar biz oradayken. Onun kutlamasına ben katılmadım. Bu olmaz tabii, normalde adamı yerler, çiğ çiğ yerler. Ama azılı Taşnaklardan biri de gitmedi, beni yalnız bırakmamak için bizim evde misafir kaldı. 75 yaşındaydı o zaman, öğretmendi, Tovmas Habeşyan. Çok hızlı Taşnak. Adamın hürmetine bak. Çekip çevireni o kutlamanın, lisenin müdürüydü. Halamın oğluydu. Onun yüzü suyu hürmetine bizi saydılar orada. Yoksa bizi orada bir saat yaşatmazlardı. Konuşanlardan biri de oydu. Biz uzaktan dinledik, bağırıp çağırıyorlardı sürekli. Devlet kurulurken o zamanki komünistler ‘Olmaz bu’ dediler, ben daha doğmamıştım ama fikrim bunu söylemişti. Oradan geliyorum sonuçta. Anamdan 1936’da doğdum ama Ermenistan’a gelirken, pasaporta yazılırken 1938 oldu. Sen dedin mi anana beni Türk doğur, Ermeni doğur. Bir yaşında, üç yaşında çocuğa ne hakkın var Hıristiyan’sın demeye? Yok. 30’undan sonra kararını versin, belki o başka bir dine yönelecekti, okusaydı başkasını seçecekti. Okusun, nasıl olmak istiyorsa öyle olsun. Ne mutlu bilmem ne diyene denilince benim için yok öyle şey. Ermeni milletiyle övünülüyor. Yaptığın bir şey güzelse, işe yarıyorsa, küfür değilse, duaysa sözün güzel. Anan seni Ermeni doğurdu diye neden övünüyorsun? Dedelerinin yaptığıyla neden övünüyorsun? Sen de yap, sen de övün kendi yaptığınla. Dağa çıktıklarında babam 12 yaşındaymış. Siperlere mektup götürüp getirenlermiş o yaştakiler. O şebekedenmiş. 12-15 yaş arası çocuklar. Onlardan biri de babam. Her şeyi hatırlıyor. Port Said’e gittikten sonra çadır köyü kurmuşlar dört bin insana. Oturup kalkmışlar orada. Hatta okul bile yapmışlar. Ermeniceyi orada öğrenmiş. Arsen Yergat adında şair bir öğretmeni olmuş. Onun adına atfen benim adımı Arsen koymuş. Ben yazmaya başladıktan sonra anlattı babam bunu. O zamana kadar hiç haberim yoktu. Sonra adamın adresini buldum Rober Haddeciyan’ın yanında. Kahire’deydi. Yaşıyordu o zamanlar, 1970’lerde. Amasya’da askerken oradan yazdım.
Cevabı Marmara gazetesi üzerinden geldi. Diyordu ki, ‘Ne mutlu bana ki, benim doğduğum şehirdesin.’ Amasyalıymış o. Dedim ki, ‘Ben senin torununum. Belki siz hatırlamazsınız ama benim babam sizin talebeniz olmuş Port Said’de. O yüzden benim adımı da Arsen koymuş. Torununuz sayılırım, iyi kötü ben de yazıyorum şimdi.’ Port Said’de üç-dört sene kalmışlar. 1918’de işleri bitmişti o tarafın. Gelmişler yine köye girmişler. Bizim köyden kuzeydoğuya gidersen önüne ne çıkar? Antep, Maraş, Urfa. Üç büyük şehir. 1919’dan sonra Ermenilerle doldular yeniden.
1915’te kovulmuşlardı. Sonra tekrar döndüler. Bizimkiler de altı köy olarak döndü. Bizim için büyük şehirler bunlardı. Antakya büyük şehirdi ama orada Ermeni yoktu. Hatay 1939’a kadar Fransızların eli altında kaldı. Suriye ile birlikteydi. Atatürk ‘Türk toprağıdır, alayım’ dedi. Karşı taraf zayıftı. 1919’da gelenler yine ayaklandı. Gene olmadı dediler, gene olmadı. Ancar’a gittiler. Tüm Taşnaklar gittiler. Hınçaklar kaldı. Dedemin şu sözü vardı, biz işittik: ‘Gidenlere uğurlar olsun, köpeklerle de oturup kalkarım ama Taşnaklarla beraber olmam’.
Birbirlerini o kadar sevmezlerdi. Altı köyden yalnızca bizimkinin yarısı kaldı. Yarım köy kaldı. O da Vakıf. Bütün o altı köy Ancar’ın içinde vardır. Gidecek yerimiz yoktu. Ancar’da akrabamız vardı, okulda müdürdü. Büyük ailedir onlar. Onların yanına gitmiştik. 1939’dan sonra onlar köye gelip giderlerdi. Suriye’den Hatay’a. Ben askerdeyken Movses’in kardeşi Amasya’ya da gelmişti.
Sonra Ermenistan’a geçtik. Gidecek başka yerimiz yoktu ki. Biz 15 günlüğüne Beyrut’a gidiyoruz diye Türkiye’den çıktık. Doğrudan gidilemiyordu o zamanlar. Biz gidip dönmedik. Bir yıl Ancar’da bekledik. 1977’den 1978’e kadar. 78’de Ermenistan’a geldik. Üniversiteyi İstanbul’da okudum. 1960’ta bitince okul, Karagözyan’a geçtim. Öğlen üç buçuk-dörtten sonra çocuklarla meşgul olacaktım, sabahın sekizine kadar. Hocalar geldikten sonra onlara teslim ediyordum. O saatten sonra üniversiteye gidiyordum. Gündüz çocuklarla, gece kitaplarla. İki sene. İlk girişim İngilizce Dili ve Edebiyatı bölümüydü. Yetmedi İngilizcem. Geçemedim ikinci sınıftan sonra ileriye. Mecburen ayrıldım üniversiteden, askere gittim. Karagözyan’dan askere. Orada Haddeciyan Marmara’sını gönderirdi. Amasya’nın Zara köy [bugün Doğantepe] köyünde, kocaman bir köydü, beş-altı bin nüfuslu bir köydü. Okulda köy enstitülerinden yetişme bir müdür vardı. O olmasa beni yerlerdi. İlk gün bana dedi ki, ‘Senin Arsen olduğunu, Ermeni olduğunu, köyde kimse bilmesin’ dedi. ‘Niye hoca?’ dedim. ‘Herkes ilk günden benim Ermeni olduğumu bilecek ama hepsi en çok beni sevecekler’ dedim. Öyle de yaptım. Sonra beni sevdiler. O zaman üniversiteli olduğum için öğretmen olarak kaldım, okulun içinde oda verdiler. Oradan yazdığım şeylerin altına Amasya yazardım. Bu İstanbul’daki gazeteler ABD’ye gidermiş. 1915’te yerlerinden kovulanların bir sürüsü de ABD’ye ulaşmış. 15’ten kalanlar Amasya’daki akrabalarına yazıyor, hepsi de krapar [klasik Ermenice]. İstanbul Ermenicesini de tertemiz konuşurlardı, hepsi beni sorduruyor. ‘Amasya’daki bu adam kim?’ diyorlarmış. Amasyalılar anlattı bana bunu. O yıllarda Musa Dağ’ın tarihi yazıldı, 1000 sayfalık. Beyrut’ta Hınçakyan hocalarından haber geldi, ‘Sen de bir Musa Dağlı olarak yazı gönder’ demişlerdi. Bir kısa biyografi yazdım ve orada dedim ki, ‘Hiç çaresi yok, üniversiteyi okuyacağım. Kimi inşallah, maşallah der, ben bitireceğim inadına.’ Kolay olmadı üniversiteyi okumam. Haddeciyan ile aynı diplomadır. İstanbul Felsefe’den. O nedenle karşılıklı çok güzel anlaşırız. Felsefe, sosyoloji, psikoloji dersleri de verdim sonra. Ailem çiftçiydi Musa Dağ’da. Dedemin arıları vardı. Ben dedemin koynundan geliyorum desem yeridir. Babamın babası, dedemin adı Hovhannes. Ortanca kardeşim vardı bu isimde. Babamın adı Bedros, annemin adı Hrispime. Baba tarafı asil bir sülale, biri muhtar oldu, Kartun. Onların babaları muhtar oldu. Bizim zamanımızda fena değildi. O yokluk dönemi, II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra gelenler. Biz geldiğimizde her şey yerli yerine oturmuştu. Bizim gibiler diyorlardı ki, [Ermenistan] olsun da nasıl olursa olsun, olmamasından daha iyidir. Buna aklın eriyorsa kabul edersin. Herkes bize ‘Ne çok çocuğunuz var ne de fakirsiniz, siz niye gidiyorsunuz?’ dedi. Ekmeğe muhtaç olup çok çocuklu olursan, gelmen normal görünüyordu. Ne zaman havalimanında indik, dedeler daha o zaman kendi aralarında konuşuyorlardı, bunlar yapamazlar diye. Biz geldiğimizde Beyrut ve İran’dan gelenler çoktu. Onların hepsi gitti, biz kaldık. Bizden sonra Varto’dan filan gelen Kürtler vardı, Ermenistan’da durmadılar, geri döndüler, sonra Belçika’ya, Hollanda’ya gitmişler. Bir ara daktilom vardı. Onunla da anlaşamadım. İlla kalem kâğıt kullanacağım. Torunum Getronagan’ı bitirdi, şimdi burada Amerikan Üniversitesi’nde okuyor. Merkezden ev aldılar, orada yaşıyorlar. Şiir yazmayı çoktan terk ettim. Başladığım zaman çevrede beğenenler olurdu, ben beğenmezdim. Bu benim işim değil derdim. İnadına yazanlara da kızardım. Benden kötü yazarlardı ama çok yazarlardı. Onlara kızıyorum. Zahrad Zahrad’ken, zorla, inatla dünya çapında şair dediler. Elersen bin şiirden 30-40 şiiri elekte alır. Gerisi dökülür. Niye gerek yahu, niye gerek? İnadına iş yapmak niye? Güzel şeyleri var, okunacak şeyleri çok. Zahrad’a diyecek sözüm yok. Yazsaydı. Khrakhuni sadece dil için yazmalıydı, o kadar güzel ve zengin kullanıyordu ki. Zenginleştirmişti, sanata çok az katmışsa bile dile çok hizmet etmiştir. [Garbis] Cancikyan’ın arkadaşıydı [Haygazun] Kalustyan. Ben de onun arkasından gelmiştim dedim. Arkadaşlığımız da sürdü. Balkıs adında ikisi birden bir kitap yayımlamışlardı. Türkçe yazarlardı o zaman. Sonra ikisi de Ermenice yazdı. Zaven Biberyan, Haddeciyan nesli ile 1915 nesli arasındaki yazarlardan. 15’te kesildi. Haygazun Kalustyanlar ile başladı. Hagop Mıntzuri vardı. Burada bir başka Canyan da vardı edebiyatçı. Buraya geldiğimde o da benim Mıntzuri ile oturup kalktığımı bildi. Duydu benden işitti. ‘O zaman sen mutlaka Mıntzuri hakkında hatıralarını yazacaksın’ dedi buradaki adam. İki sene peşimi bırakmadı. Başka türlü kurtulamayacağım dedim. En sonunda yazdım. Akrabalardan çok gelenler var. Eşimin amcasının çocukları Beyrut’talar. Fakat Ermenistan’da ev yaptırdılar. O kadar çok ki İstanbul’dan gelenler. Kızımın arkadaşları çok geldi. Buradan ev alıyorlar. Burada Sovyet döneminde insanı bozmuşlar. Kökünden koparmışlar. Onu yeniden aşılamak lazım. Yeni filizleri büyütmek, ağaç etmek, hemen hemen imkânsız maalesef. Eğer gerçekten imkânsızsa, vay halimize... Genel olarak bakarsak, yeryüzündeki bütün insanlar birkaç yüz sene geriye atılmış durumdalar ahlak açısından. Avrupa bile daha başka bir Avrupa olurdu bu kadar para söz sahibi olmasaydı. İnsanları bozan paradır. Fazla fakirlik bozmaz insanı, fazla zenginlik kadar. Fakirler eğer kötü şeyler yapıyorlarsa, parası olan kadar sorumlu değiller yaptıklarından. O nedenle onlara çok kıyamıyoruz ve ağır ceza biçemiyoruz. Eğer herkes o derece ekmeğe muhtaç olsa, ekmekten uzak olsa her şeyi yapabilir. Kristos’un [İsa] kendisi bile eğilir. O yokluğun karşısında, açlığın karşısında. İnsanı aç bırakmayacaksın. Burada çok kötü yaşamışlar. Anasının babasının yerine parayı koyuyor, Allah’ı yerine, evladı yerine. Katilden çok daha tehlikeli ve zararlıdır. Katil ancak yüz kişiyi öldürür. Bunlar her gün yüzlerce, binlerce insanı öldürüyor açlıktan. Bunun önü alınamıyor, bunun için Allah’ın cezası kapitalizmdir. Allah’ın birinci düşmanı kapitalizmdir. Adalet ne güzel şeydir. İnsanı insan yapan adalettir. Adalet yoksa hiçtir. Biz geldiğimizde en fakir aile bir khorovadz [kebap] yapar, böreğini yerdi. Şimdi fakirlik o kadar çoğaldı ki. Dünya çapında büyük bir fakirleşme var. Burada kimse kimsenin evine temizliğe gitmez. Burada çöp toplayan da Sovyetler zamanında liseden sonra birkaç yıl okumuştur. En fakir pazardan giyer ama temiz giyer. Eğitimlidir. Fakirliğini belli etmez. Eğitim ücretsizdi burada. Eskiden evler doluydu, dükkânlar bomboştu. Şimdi dükkânlar dolu, evler bomboş. Çünkü fakirlik arttı. Çok güzel bir hocam vardı, birkaç yaş büyüktü ama o zamanında bitirmiş her şeyi. Gencecik bir çocuk. Şeker bir çocuktu. Allah’ın adamı gibiydi. Onnik Fıçıcıyan. O da felsefe mezunuydu. Üç ayak dedim ya, dördüncü ayak da o çocuktu. Zahrad’dan, Haddeciyan’dan, Khrakhuni’den sonra. Sonra üç-dört yıl içinde kitaplarını bastılar. Genç yaşında kanserden öldü. Öldükten sonra ne lazım? Zahrad buraya geldiğinde, kızımın düğününde geldiklerinde kedimiz vardı. Çok severdi onu da. Şimdi ölen Patrik [Mesrob Mutafyan], Zahrad öldüğünde ‘Zahrad’ın kedileri yetim kaldı’ demişti. Güzel sözdü.”