Her şey enkazın altında, tek kurtulan öfke dili

Hatay’ın kadim kimlikli adresi Antakya, depreme çok şeyini kurban etti. İnsanlarını, camilerini, kiliselerini, evlerini, üretimini, dünden bugüne taşıdığı tarihi ve kültürel emanetlerini, hayallerini, umutlarını… Bugün, binlerce binanın enkazına neden olan depremden canlı çıkan bir gazeteci olarak yazıyorum.

Deprem değil, felaket. Bilançoya dahil rakamlar o kadar kalabalık ki… 11 kenti etkileyen 6 Şubat depremi sonrası yaşanan zorunlu göçün yüz binleri arasındayım ben de. Ara ara telefon alıyorum, arkadaşlarımdan ya da beni tanıyanlardan. Soru değişmiyor. ‘Nasılsın?’ Sahi, nasılım? İyi miyim? Bilmiyorum! Deprem öncesi nasıldım, bunu bile hatırlamıyorum. Sanırım herkeste olan bende de var. Boşluktayım…

Hayat, öyle bir rutinde gider ki, her şey kontrolünüz altındadır. Hatta hayallerinizi bile dosyalarsınız o rutin içinde. Şimdi mi? Rutin dediğiniz şey şimdilerde her yere saçılmış durumda. Yok, vazgeçmedim! Dağılanları toplamaya çalışıyorum. Yeniden bir rutin yaratana kadar, onları bohçalıyorum. Bir hayat listem hala yok! Çünkü o listemi ne zaman düzenleme kalksam, Ankara, darmadağın ediyor beni.

Depremin gece karanlığına batmış anında annemi, kız kardeşimi ve babamı evden nasıl çıkarttığımı hatırlamaya çalışıyorum da... Uyuduğu odanın kapısının önüne düşen elbise dolabı yüzünden bulunduğu yerde sıkışan annemi kurtarmak için karanlığın ve o an her yere sinen korkunun içinde bir şeyler aradım. Çatırdayan duvarların, her yere saçılan eşyaların arasında yürümeye çalışırken, tesadüfen hayatta kaldığımı da anladım. Hemen dibime, yatağımın üzerine düşen elbise dolabımın hemen yanı başında uyandığımda hissettiğim şey korkunun da ötesindeydi. Sadece birkaç santim… Annem mi? Kapısını kırmak için yaklaşık 20 dakika kadar uğraştım. Kapıda o aralığı açmaya çalışırken elimi kestiğimi bile anlamadım. Ölüm de yaşam da öyle bir kavga halindeydi ki, sanırım o an sadece yaptığım şeye odaklandım.

Ve bugün… Ankara’dayım! ‘ journalisttamer ’ Instagram hesabım üzerinden ara ara hikayeler paylaşıyorum. Bazen yaşadıklarıma, çokça da bizlere yaşatılanlara dair. Depremin üzerinden haftalar geçmesine rağmen hala bulamadığımız çadırları sorguluyorum mesela! Su bulmak için sıraya girenleri konuşuyorum! Kızılay’ın afet çadırlarını bekleyen binlerin çadırdan bozma yerlerdeki çaresizliklerini ve biriken öfkelerini izlerken, aynı çadırların ticaret malzemesi yapılması gerçeğinde durup, soruyorum! Deprem vergilerinin senelerdir biriken (!) rakamlarının peşine düşüyorum! Yöneticiye hesap verme sorumluluğu yükleyen demokrasiyi arıyorum! 13 milyon insanı vuran bir depremin ardından hala seçim telaşındaki Ankara’nın, seçim sandıklarına gömülen iktidar hevesinin altını özenle çiziyorum! Yıkılan binaların sorumluluğunda durması gereken kent ve ülke yöneticilerinin, istifa müessesinin yanından bile geçmeyen o burnundan kıl aldırmayan hallerini hafızama kazıyorum! Evlerinin enkazı başında umutla beklerken, ölüme terk edilmenin öfkesiyle isyan edenleri unutmuyorum! Olağanüstü Hal koşullarında yapılacak bir seçimin güvenliği başlığında biriken soruları, endişeleri omuzluyorum! Her bir paylaşımım ardından, eleştirinin odağındaki partilerini savunmak (!) için harekete geçen klavye kahramanlarının zengin küfür dağarcığının çürümüşlüğünü ise yanımda taşıyorum!

Doğduğum, büyüdüğüm Hatay’ı da izliyorum, bu yorgun ve çaresiz sürecin ortasında. Depreme kadar kullanımda olan, ama depremle de yıkılan eski devlet hastanesini… Henüz restore edilmiş ve güçlendirilmiş Hatay’ın tarihi Meclis Binası’nın, yanı başındaki Adalı Konağı’nın enkaza dönmüş halini… Tarihi Kurtuluş Caddesi’nin artık nefes alamayan, toza toprağa batmış fotoğraflarını… Eski kent denenin ‘artık yokum’ diyen ‘dün’ hikayesini… Plansız, programsız şehirleşen (!), şehirleştiğini sanan bizi, hepimizi…

Peki, tüm bu olanların ardından ne mi isterdim? Yaşanan trajedinin boyutları arasında biriken ve bir türlü dağılmayan karanlığımızdan çıkabilmek! Depremin ardından yaşanan organizasyon ve koordinasyon sıkıntılarının skandala dönüştüğü bir ülkede sarf edilen, içerde artık tutulamayan, paylaşılan kelimelerin tutuklu, gözaltı hallerinden en çok da! 

11 ildeki deprem felaketi ardından tartışma konusu olan bina stoku noktasında ‘yetki’ ve ‘sorumluluğu’ ilçe belediyelerine dağıtan ve ‘bu konuda rahatım’ diyen / diyebilen Hatay’ın Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş, kendisine bu süreçte ‘sorumluluk al’ diyenlere, kendisini eleştirenlere cevap vermişti mesela:

“Hakkımızda süren dezenformasyon ve yalan haberlere karşı ‘artık hakikat zamanı’ diyoruz. Tamamına karşı hukuk sürecini işleterek tazminat davası açacağımızı ve geliri de depremzedelere bağışlayacağımızı tüm kamuoyuna duyururuz”!

Yok, birilerinin bizlere sürekli ‘SUS’ dediği ve ‘SUSTURUN’ diye de eklediği bir ülke coğrafyasında olduğumuzu asla unutmuyoruz. Zira İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da benzer bir yol izledi, yıkıntılar arasında ‘orada kimse var mı’ feryatlarına eklenen sorunlara ilişkin konuşanlar için:

Hatay'dayız. Dün akşamdan itibaren organize bir şekilde, malum sosyal medya kullanıcıları, ‘su ihtiyacı var’ diyerek, spekülasyon yapıyor. İlk günden itibaren stoklarımızda su bulunuyor ve her geçen gün artıyor. Depremzedelerimize de sürekli dağıtıyoruz. Buna rağmen deprem bölgesini ‘unutmadık’ demek için yalan üreten hesaplarla ilgili gerekli suç duyuruları yapılmakta ve Emniyet Siber Daire Başkanlığımız tarafından konu hassasiyetle takip edilmektedir.”

Depremden önce ‘BİZ’ olamayanların hala ‘BEN’, ‘SEN’, ‘O’ başlıklarına bu denli sarılıyor olması, beni depremden daha fazla korkutuyor. Bir gazeteci olarak ‘İNSAN’ olan her noktada duran kendimi biraz da bu yüzden hayatta tutmaya çalışıyorum.

Değişelim de istiyorum ama…

Betona tapan, ama onu bile doğru dürüst yapamayan hallerimiz bir an önce değişsin istiyorum… 

Zor mu?

Kategoriler

Güncel


Yazar Hakkında