2 Nisan Cumartesi günü kaybettiğimiz usta edebiyatçı ve eğitimci Mıgırdiç Margosyan ile Agos'ta son röportajımızı 2018 yılında Diyarbakır Kitap Fuarı vesilesiyle doğduğu büyüdüğü topraklara gidip döndükten sonra İstanbul'da gerçekleştirmiştik. Bu röportajı tekrar sunuyoruz.
Yazar Mıgırdiç Margosyan üç yıllık bir aradan sonra geçtiğimiz haftalarda (2018) yeniden gerçekleştirilen Diyarbakır Kitap Fuarı’nın Onur Konuğu idi. Aynı günlerde bugüne kadarki tüm kitapları Aras Yayınları tarafından ‘Fıllaname’ başlıklı özel bir cilt altında toplandı. Margosyan fuardan hemen sonra Diyarbakır Karşılaştırmalı Edebiyat Günleri’ne de katıldı. Margosyan burada hem bir konuşma yaptı hem de Mıgırdiç Margosyan edebiyatının tarihsel perspektif çerçevesinde ele alındığı “Zaman, Mekân, Margosyan” başlıklı bir ayrı bir panel düzenlendi. Yazar Şeyhmus Diken’in moderatörlüğünü yaptığı, panelde Gürsel Korat, Şeyhmus Közgün ve Mehmet Çakmak sunumlarını Türkçe ve Kürtçe olarak gerçekleştirdi. Mıgırdiç Margosyan’ın da katıldığı ve sonunda kısa bir konuşma yaptığı panelin ardından Margosyan’ın 80. doğum yılını kutlamak üzere özel bir gece düzenlendi. Diyarbakır dönüşü usta yazar Margosyan ile buluştuk. Hem fuarı, hem ‘Fıllaname’yi hem de doğup büyüdüğü Diyarbakır’a dair son izlenimlerini konuştuk.
Diyarbakır Kitap Fuarı’nın Onur Konuğu idiniz, tam da o günlerde Aras Yayınları ‘Fıllaname’ adıyla sizin bütün eserlerinizi toplayan bir cilt yayınladı. Sizin 80. yaş gününüze denk geldi bütün bunlar. Bir tür sizin bugüne kadarki çalışmalarınız onurlandırılmış oldu diyelim. Neler hissetiniz?
Doğrusu benim için biraz sürpriz oldu çünkü ben böyle bir çalışma içinde olduklarını bilmiyordum. Hatta ben bazen soruyordum çocuklara Aras’a gittiğimde, ‘Ne var yeni kitap?’ gibisinden, onlar da devlet sırrı gibi saklamışlar, gerçekten kitap çıktıktan sonra gördüm, o kadar ki isminden bile haberim yoktu. Güzel bir kitap elbette. Bir nevi külliyat gibi bir şey oldu. Bunun dışında Diyarbakır Kitap Fuarı’nda benim onur konuğu olmamla ilgili, bunu bir sitem babında söylemiyorum ama gerçek duygularım da şu idi: Sağolsunlar, bana onur konuğu payesi verildi, açılışta konuşmalar yapıldı, ama esas onun derununda olan şey, beni üzen tarafı şu oldu. Ben kendi doğduğum yerde kendi bağlı olduğum topraklarda onur konuğu olmak tabiri sevmedim. Neden? Ben Diyarbakırlıyım, orada onur konuğu olmam bir bakıma misafir olmam, bana ironi gibi geldi. Bunu da orada açıkça söyledim. Onun dışında tahminimin çok çok fevkinde ilgi gördük. Aras Yayıncılık genelde kitap fuarlarında Diyarbakır’da rağbet gören bir yayınevi. Oradaki yöneticilerin ifadelerine göre bu yıl 110 bin kişi gelmiş. İki kere girenleri, personeli filan çıkarırsak 100 bin kişi. Bu iyi bir sayı. Reklam gibi olacak ama imza günlerim sırasında devamlı kuyruk oluştu, arkadaşlar insanları sıraya sokmak zorunda kaldı. İçerisi de biraz sıcaktı, beş kere gömlek değiştirdim, düşünün. Tabii imzalamakla bitmiyor, soru soruyorlar, sohbet ediyorsun, böyle bir yoğunluk içinde geçti.
Konu açılmışken, hem o topraklarda hem de Türkiye’nin kalanında Ermenilerin eski yaşamına, Ermenilerin varolduğu günlere bir ilgi var. Bunu nereye oturtuyorsunuz? Kaybedilmiş bir halka duyulan hasret gibi mi, yoksa eskinin hatırlanmasından kaynaklanan bir şey mi, o dönemle hesaplaşma bilanço gibi de bir şey var mı, ‘Bu insanları kaçırdık vaktinde, kalanlara bari sahip çıkalım’ gibisinden bir durum var mı, neler hissediyorsunuz?
Bence en önemli sorulardan biri de bu. Bunu kendi kendime arada bir soruyorum, bir de oraya gelenlerin soruları zaten kendi içeriğini buluyor. Sanki özel bir gayret sarfediyor gibi insanlar. Sanki diyorum çünkü hepsini bilemiyoruz. Afaki bir rakam söylemeyeyim ama beş kişinin ikisi kesinlikle akrabalarının Ermeni olduğundan bahsediyor. Bunu kimse onların gırtlağına basarak söyletmiyor, onlar kendileri söylüyorlar bazen isimlerinden yola çıkarak söylüyor, bazılar zaten dönmüş ki Kürtler “bafılle” derler vs. Bunlar tabii tarihi gelişim içinde kendi atalarının bir yerde yaptığı bu davranışları bugün için tasvip etmediklerini dile getiriyorlar. Kimileri hatta, elle tutulur bir şey olsun diye isimlerini değiştirmişler. Ama bu kaçtır, 50 kişiden 10 kişidir belki.
Amma...Öte taraftan. Hani genelde sorulur, bugün olsa ne yaparsınız diye, ben kendi kendime bazen sormuyor değilim. Oradaki o insanların davranışlarını terazinin bir kefesine koyacak olursan güzel bir şey. Bir ağırlık. Üstelik hiçbirinin kendi günahı yok, zamanında ataları yapmış, evlenmeler olmuş ailenin bir kısmında Ermenilik var, onu da inkar etmiyorlar. Bu pişmanlığı, acaba bugün böyle bir imkan olur da birine bir şey yapılmaya kalkılırsa, sırf dini nedenlerden dolayı, (çünkü zamanında yapılan neydi, Hıristiyanlara ‘gavurlara’ yapılan bir zulümdü) bugün acaba yine aynı din kisvesi altında yaparlar mı, bunların bir kısmı yapar mı diye bir soru işareti kafama takılmıyor değil. Onun da en bariz noktası şu: Biliyorsun bir süre öncesine kadar Diyarbakır’da Surp Giragos Kilisesi tavanı tamamen açıktı, içeriye girenler dua ettikleri zaman dualar gökyüzüne daha kolay ulaşıyordu çatı olmadığı için. O kadar uğraşıldı o zaman, belediyenin de imkanlarıyla, ki bunun altını çizmek lazım. Tarihi bir Diyarbakır binası ortaya çıktı. Ve yine insanlar gelmeye başladılar, senede bir orada bir bayram yapıldı ‘bafılla’ denen insanların bir kısmı gelip dua ettiler ya da etmediler, sonuçta bir tohum atar gibi bir yeşerme oldu.
Güzel de. Aradan geçti 4 sene. Bugün o kilise neredeyse yine eski haline döndü. (2016-2018 arasındaki çatışmalı süreçte Surp Giragos Kilisesi hayli hasar gördü. YD) Aradan geçen 4 yıldan bahsediyorum. Bir de insanların umudu da kırıldı. Çünkü ben o zamanlar epey uğraşmıştım. İnsanlardan yardım istemiştik. O zaman birtakım insanlar demişlerdi ki ‘Orada Ermeni mi kaldı ne işimiz var, 2 dolarımızı bile vermeyiz.’ Bir kısmı da ellerini taşın altına koydu. Şimdi o insanlar “Biz niye yapmadık? Bak görüyorsun işte hiçbir şey değişmedi” diyor. Gerçekten zihniyet değişmedi, değişmiyor. Bunun da en son kanıtı şuydu ki, son gittiğimde surların kenarında Ermeni mezarlığı var, sadece bizim değil, Süryanilerle beraber müşterek bir mezarlığımız var orada dedem halam yatar. Mesela nenemin mezarlığını önce bulamamıştık sonra babam yaptırdı, üzerine isimlerini yazdırdı. Son gittiğimde bulmak için göbeğim çatladı. Mezarlık duruyor ama taşların bir kısmı yine kırılmış, bir kısmı ters çevrilmiş. Orada bir takım gizli eller bir şeyler yapmaya kalkmışlar. Hazine mi aramışlar bilemiyorum tabii. Değişmeyen işte bu zihniyet. Bu zihniyet kötü.
Bütün bunları toparlarsak hangi halet-i ruhiye içinde gittiğimi ve döndüğümü sanki özetlemiş olacağım. Artı. Bir de bu kadar uğraşıp orada yaşayan insanları da ilgilendiren bir belgesel yapmıştık. Bu vesileyle onu da hatırlatmış olayım. O belgeselin geçtiği Gavur Mahallesi bugün artık yok. Yerle yeksan olmuş durumda. Gerçi oraya girmek hala mümkün değil. Ben özel bir izinle gitmiştim. Orada bakıyorsunuz gavur gitti, mahallesi gitti, ismi gitti. Kala kala neyi kaldı? Hiçbir şey kalmadı. Bu da insanı kahrediyor. Onun için, orada konuk muyum değil miyim onun ikilemi içerisindeyim. Çünkü kendi mahalleme de giremedim, kendi evimi de göremedim. Lütfetmişler sokağa ismimi vermişlerdi. Ne o sokağım kaldı ne tabela var, beni geçtim Ahmed Arif’in sokağı da gitti, onların hepsi gitti.
Bu vesileyle bahsedeyim, dün de Samanyolu Sokağı’na Hrant Dink’in ismi verildi. Tamam verilsin ama sokak ismi değiştirmekle altı sene sonra sokak ismini indirmekle iş komediye dönüştü. Ve ben hatta kendi kendime onu düşündüm. Bir dilekçe vereyim, diyeyim ki ‘Ben sokağımı istiyorum kardeşim, bana ne?’ Acaba kimse kale alır mı? Kayıtlara geçsin hiç olmazsa. Ama bu vesileyle yine altını çizeyim o Gavur Mahallesi belgeselini edinmek mümkün, Aras Yayınları ile de temasa geçilebilir. O belgesel şimdi gerçek anlamıyla bir belgesel oldu, çünkü o topraklarda benim anlattığım bütün kayıt altına alınan fiziki yapı da yok artık. Dolayısıyla artık var mıydı yok muydu gibi bir inkara da kalkışamazlar elimizde böyle bir çalışma var..
Ben soracaktım siz anlatmış oldunuz Gavur Mahallesi’nin yok olması ile ilgili neler hissettiğinizi. Bu bir tarafı. Bir de Suriçi’ni deforme ettiler. Artık bildiğimiz Suriçi değil orası. Bu çalışmaları nasıl buluyorsunuz ‘Toledo yapalım’ vs. dendi mesela.
Evet elbette mesele sadece Gavur Mahallesi meselesi değil. Diyarbakır deyince surun içiydi önemli olan artık surların dışında tamamen yepyeni bir Diyarbakır oluştu. Surun içinde hendek olaylarından sonra halkın büyük kısmının yaşama şansı azaldı ya evini satmak durumunda kaldı ya istimlak ile karşı karşıya kaldı mecburen kalktı surun dışında bir yer bulabildiyse buldu ama surun dokusu değişti. Artık orada Müslümanı, Türkü, Kürdü, Lazı yok. Mesela yeni bir yapılanmaya başladılar, tarihi bir iki eseri saklayıp tarihi evleri güya bir şeyler yapmak istiyorlar. Komedinin ta kendisi. Diyarbakır’la hiç ilgisi yok. Böyle bir Toledo yapılacaksa batsın bu Toledo. Ne büyük bir kompleks bu? Sen kendi ülkende bin senelik şehrini şu veya bu nedenle “Biz Toledo yapacağız” deyip ortaya çıkabiliyorsan bu bence bir başlı başına ironidir. Niye İspanya kendi Toledosunu Diyarbakır’a benzeteceğiz demiyor da sen onu diyorsun?
Diyarbakır’da söyleşilere katıldınız, gezildi vs.. Bütün bu olup bitenler Diyarbakırlılarda nasıl bir etki yaratmış, bir bezginlik mi sezdiniz yoksa bir sahip çıkma da var mı?
Burada insanları sınıf sınıf ayırmak mümkün değil. Mesela yeni nesil üniversite bitirmiş, işsiz insanlar var. Kitap imzalarken gayri ihtiyari soruyorsun, işin ne diye, “Öğretmenim atama bekliyorum” diyor, diğeri de öyle. Orada kendi kendime dedim ki böyle bir meslek var, atama bekleyenler mesleği. Bu işsizlik orada insanları son derece bunaltmış, o işsizlik psikolojik olarak insanları ezmiş bir yerde yılgınlığa itmiş. Buna direnenler de var. Bunun oranı nedir bende yok tabii ama böyle bir yılgınlık genel itibariyle var. Ha belki tuzu kuru olan birkaç aile varsa onlar için bir şey ifade etmiyor. Ama genelde bakıyorsun arabalar evet vızır vızır gidiyor ama binin bir taksiye merhaba der demez başlıyor bin tane şikayete.
Suriçi’nin bir ana caddesi vardır ya, Gazi Caddesi. Orada yürüme imkanı buldunuz mu?
Aşağı yukarı 10 gün içinde inan belki bir iki kez geldim gittim.
Ne hissettiniz?
Evet gittiğimde bana yönelik sevgi halesi her zaman var, ama genel olarak Diyarbakır’ın kendine özgü o yaşamı ve dokusu çok değişmiş kısa zamanda. Ve o beni son derece mutsuz etti. En basiti ben Surp Giragos Kilisesi’ne gidemedim, ha, özel izin istesem gidemez miydim? Giderdim. Ama hiç gereği yok, benim derdim sadece benim gitmem değil, herkes görsün o mimariyi. Sadece dışarıdan gelen bir takım emirler kendilerine göre tıkır tıkır işliyor ama o emirler Diyarbakır halkıyla aynı paralelde yürümüyor o yüzden her bakımdan rahatsızlar. Adam yerine koyulmadıklarını belki direkt olarak söylemiyorlar ama onun bezginliğini hissediyorsun.
Sizin mahalleniz 1915’ten çıkmış, Varlık Vergisi’nden çıkmış, geldi geldi son 5-6 yılda uçtu gitti. Ben bunu dışarıdan anlamaya çalışıyorum, sarsıcı bir şey olsa gerek. Anlattınız gerçi ama o açıdan ekleyeceğiniz bir şey var mı?
Kilisenin onarılması için nereden bakarsanız 15 sene önce birkaç arkadaş önayak olmaya çalıştık bir sürü bürokratik engeller çıktı onları teker teker aşıp bu işe soyunmaya başladık epey zaman ve para harcadık, bunların hepsi güzel. İyi de kardeşim aradan geçti 5 sene, evet memlekette bir sürü olaylar oldu, olmadı değil ama mesela şu Gavur Mahallesi’ne hala girmek çıkmak yasak olduğu halde 4-5 ay önce gittiğim durumla bir önceki gittiğim duruma bakıyorum, orada yine bir tablo gitmiş, yine bir kapı kırılmış, hurdacı götürmüş satmış oraya nasıl giriyor bu insanlar? Orada bekçisi polisi var, biz giremiyoruz. Bazı insanlar nasıl gidip o hırsızlığı yapıyor kilisenin içine girip de yatak yorgan yakıyor, sıralarını darmadağın edebiliyor? Camını penceresini aşağı indirmiş khoranı kırmış döküş. Bunu hangi gizli el yapıyor, nasıl görülmüyor? Görülmüyor değil görmemezlikten geliniyor.
Ben buradan yola çıkarak şunu diyorum. Kabul edilsin veya edilmesin, bazıları diyor ki soykırım olmuş mu olmamış mı? Ben hep şunu söylemeye çalışıyorum: benim için soykırım tabiri yeterli değil. Şu anlamda yeterli değil: Benim duygularıma babamın ya da benim çevremin insanlarının duygularına soykırım lafı yeterli gelmiyor. Çünkü onlar 'kafile' diyorlar. Birbirleri ile konuştukları zaman “Kirvem” diyor “Sen kafile zamanı neredeydin? Kaç yaşındaydın, ananı nerede kaybettin babana ne oldu?” Kafileler halinde bir yere gidildi ve gideceğiniz yer de, başınıza ne geleceği de meçhul. Hadi diyelim ki o kafile olmadı, o işler olmadı, 1942 Varlık Vergisi olmadı mı? Peki hadi ben onu da görmedim, ki aslında 4 yaşındaydım, ama 1955’teki 6-7 Eylül’ü İstanbul’da yaşadım. 50 sene içinde bu kadar mı üstüste bir takım olaylar gelişir? Bunların içinde iki tane olumlu bir şey yok mudur? Sen Ahtamar Kilisesi’ni onarıyorsun tamam ama senede bir gün şarkısı gibi git senede bir gün dua et diyorsun. Bu zihniyet kötü..