Kültürel bir olgu olarak savaş

Arjantin’da çalışmalarını sürdüren akademisyen Ana Arzoumanian’ı Aras Yayınları’ndan çıkan ve Ermeni Soykırımı’nın yanısıra benzer trajedileri de ele aldığı “İnsan Deposu/Kitlesel Şiddet Halklara Ne Yapar?” kitabından tanıyoruz. Arzoumanian Ermenistan- Azerbaycan savaşının ardından Şili’de yayınlanan Cine Y Literatura gazetesi için bir makale kaleme aldı. Makaleyi Bülent Kale’nin çevirisiyle okurlarımıza sunuyoruz.

Kahramanlıkların kadere bağlı durumlar olduğuna, kişilerin arzusu ve isteği dışında gerçekleşen kesin ama trajik olaylar olduğuna inanırız. Tıpkı bir anda sahneye çıkıp öznenin zamanı, mekanı ve düzeni belli hayat akışını bozarak travmalar yaratan, üstelik pek çok insanın ölümüne de neden olan savaşlar gibi; hayatın bu biçim bir sonunu tanrıların, öfkelerin ya da ölüme yazgılıların bir işi olarak alıp kabulleniriz.

Bununla beraber, savaş bir kültürel olaydır. Kültür savaşlarını ya da kültür alanındaki savaşları kastetmiyorum; teknik, yasal ve estetik biçimleriyle kültürel bir olgu olarak operasyonlar tiyatrosunun kendisini kastediyorum. Savaş şehir, kültür, vatandaşlık kavramlarıyla kapıya dayanmıştır. Onların sınırında, çizginin hemen ötesindedir. Yine de savaşın aktörleri belirli bir “polis”e has kültürün kurallarıyla biçimlenen öznelerdir.

Yasalarla kurumsallaşan şiddet bir ulusun hukukundaki bir arada yaşama kurallarıyla uyuştuğunda, o “yasadışı” aracılık, militarize olmuş bir gruptan gelen o şey, bir kanun ihlali olarak görülebilir belki ama bu yüzden o kültüre ait olmayı bırakmaz.

"Bizim Latin Amerika’daki dilimiz “Zafere kadar”dan (hasta la victoria) bahsederken Ermeni marşı “Zafere doğru” (hacia la victoria) diyordu. Oraya doğru. Fark bir şeyin bir noktada duraklamasındaydı. Kadar, bir sınır içeriyordu; artık başka bir şeyin düşünülebileceği bir nokta."

Çatışmaların çözümü ya şiddet içermeyen araçlar aracılığıyla gerçekleştirilir; karşılıklı anlaşma, yani dil çerçevesinde. Dil ki siyasetin kurucu hücresidir. Ya da şiddet aracılığıyla, ki orada dil başarısız olur, orası insanların talepleri için hayal edilebilir temsili çözümlerin boşa çıktığı yerdir. Acaba öldürülebilir mi sorusuna yanıt olarak “Öldürmeyeceksin” emri çıkar ortaya.

Yine de, insan ve hayatı ne kadar kutsal olursa olsun, der Walter Benjamin, içinde bulunduğu şartlar ya da benzeşlerinin prekaryaya çevirdiği bedensel hayatı öyle değildir. Çünkü insani olan hiç de salt insan hayatıyla özdeş değildir, ne de sahip olduğu hayatla ne de onun bedensel bütünlüğüyle özdeştir. Meşru ya da gayrimeşru şiddetten bahsetmiyorum yalnızca şiddetin verilmiş doğal bir yeti olarak alındığı o tezden bahsediyorum.

Mitolojik makinenin çarkları durmadan arzulanabilir ya da vazgeçilebilir şeyler üretir. Öznelerden kendisine tabi araçlar üreten bir kültürel çalışmadır bu. Sözcükleri, görselleri disiplin altına alan, bunların yarattığı etkiyi sınırlandıran bir teknik, bir dizi mekanizma bunu teşvik ediyor olmalı. İlişki sadece zihinsel değildir, duygusaldır da. Öyle ki iktidar yapısı, askeri, hukuki ama aynı zamanda sivil pedagojisiyle bir özne tipi çıkarır ortaya; bir “savaşçı”, bir “dövüşçü”, bir “geri alıcı”.

İşte “hasta la Victoria” dini biçimiyle böyle yazılır, sonraki gün her zaman bir diriliş günüdür, yani ölü bedenin yeniden beden olarak doğduğu ve hükmettiği kutsal bir zamandır. Sanki sonraki gün de bir iktidar, yeniden kurumlaştırılabilir bir iktidar meselesi değilmiş gibi. Kurbanın yetersizliğinden başlayıp fedakarlıkların zevke dönüşümüne kadar, anlatı bir kimlik hazırlayarak büyür ve bu her zaman anlatılır bir kimliktir. 

Bir coşkun zaferin hikayeleri
Çocukluğum ve ilk gençliğim boyunca Buenos Aires’te bir Ermeni okuluna devam ettim. Her sabah saat yedide bayrakları göndere çekerdik. Önce Arjantin, sonra Ermenistan bayrağını. Arjantin bayrağı dalgalanırken “Yukarıda göklerde”yi söylerdik; Hector Panizza’nın besteleyip sahnelediği, ilk hali İtalyanca olan bu parça, Teatro Colon’da sahnelenen ilk Arjantin operası Şafak’tan alıntı olduğu için daha çok “Şafak” diye bilinir: 

Yukarıda göklerde bir savaşçı kartal
Gözüpek yükseliyor zafere uçarak
Bir kanadı göklerin renginde, mavi
Bir kanadı denizin renginde, mavi

Öylece o yükseklerde ışık saçan şafakta
Okun ucunda altın rengi yüzü beliriyor
Ardı sıra bıraktığı eflatun izler boynuna,
Kanatları örtüye, kartal bayrağa dönüşüyor

Bu benim ülkemin bayrağı işte
Güneşten doğdu, tanrı bana bahşetti.
Bu benim ülkemin bayrağı işte
Güneşten doğdu, tanrı bana bahşetti.

Savaşçı nitelik uçan bir kartalda, kanatları mavi renkli ( deniz gibi, gök gibi) efsanevi bir kartalda vücut buluyor. Şarkı mitolojik bir doğuşu anlatsa da, dizelerin içeriği “metinsel”; örtü bir kumaş yalnızca, bir ülkeden yada topraktan bahsetmiyor ama engin bir gökte, bir denizin üzerinde yükseliyor ve bunlar o sonsuz genişlikleriyle ulusal ya da köken olarak sahip olunan şeylerden çok daha büyük sembollere karşılık geliyor.

Öfkenin hikayeleri
Sonra Ermenice bölümünün bayrağını taşıyanlar üç renkli bayrağın yanına gider ve bayrak göndere çekilirken öğrenciler “Harach Nahadag”ı, yani “İleri Şehitler”i söylerlerdi; Charles Aznavour’un kız kardeşiyle evli Fransız vatandaşı bir Ermeni olan Yunanistan doğumlu Georges Garvarentz tarafından bestelenen Ermenistan Gönüllüler Marşı’nı.

Ermenistan’da savaşın sürdüğü günlerde, kolej sıralarından eski bir arkadaşım aradı, marşın sözlerinin İspanyolca çevirisi ve bizim duygularımıza etkisi üzerine sohbet ettik. Birlikte fark ettik ki; evet, her gün bu Ermenice dizeleri söylüyorduk, ne dediğimizi anlıyorduk ama onu Ermenicesiyle anlıyorduk: dilin kendisinin de etkilenmiş olması gereken o biçimiyle.

Uzak ve mevcutsuz bir anavatanın anadiliyle damgalanan Arjantin’de doğmuş çocuklar, bedenen Arjantinli çocuklardık. Öksüz bir ananın diline sahip çocuklar olarak, ağzımızla söylüyorduk ve bu esnada yüreğimiz de telaffuzun ritmiyle titriyordu ama her cümlede katlanarak artan militarizmin tonuna takılmıyorduk. O dizeler üzerine ancak şimdi, bu savaş günlerinde düşündük:

İleri şehitler, ileri ey ölümsüzler
Altı yüz yıldır unutulmayan intikamımızla 
Gidelim Ermeni dağlarına yine hep beraber
Dikelim üç renkli bayrağımızı yine doruklara

O büyük adanmışlığımızla
Seri, yakıcı adımlarımızla
Ey gönüllü ordu
İleri, ileri durmadan
İleri hiç sarsılmadan
Zafere, zafere doğru

İblisin kara kanı döküldü bir kere toprağımıza
Sürgündeki Ermeniler yenilediler hayatlarını
Dün zincirliydiler bugün özgürler aramızda
Dirilip asaletle terk ettiler o karanlık mezarlarını

O büyük adanmışlığınızla
Seri, yakıcı adımlarınızla
Ey gönüllü ordu
İleri ileri durmadan
İleri hiç sarsılmadan
Zafere, zafere doğru

Bizim Latin Amerika’daki dilimiz “Zafere kadar”dan (hasta la victoria) bahsederken Ermeni marşı “Zafere doğru” (hacia la victoria) diyordu. Oraya doğru. Fark bir şeyin bir noktada duraklamasındaydı. Kadar, bir sınır içeriyordu; artık başka bir şeyin düşünülebileceği bir nokta. Doğru: bir yoldu, bir süreç, bir gönüllü ordusunun bir varamayışıydı. Ama bir gönüllü ordusu bir paramiliter gruptan başka nedir? Paramiliter komandolar varlıklarını resmi milislerin, Devlet ordusunun yanına ya da çeperine konumlarlar.

Ancak bu marş, bir ulus devlet olarak kuruluşu sovyetik kardeşliğe bağlı bir Sovyet sosyalist cumhuriyet olan İkinci Ermenistan Cumhuriyeti zamanında bestelendi. Bu nedenle diaspora ordusu topraksız, devletsiz bir orduydu; çocukların üzerine marşlar söylediği, bu yüzden de bir biçimde ona ait oldukları bir gönüllü ordu.
Bu askeri gücün sözcüsü öfke(ydi). Yaşamsal gücü taşımak, bu da bir kültür işaretidir. Her sabah neredeyse dokuz ay (bir hamilelik süresi?) intikam hiddetini tekrarlamak. Eğer adalet yoksa, şiddete eğilimli öğretmen öfke yüklü bir tutkuyu yeniden tutuşturur. 

İnsan bedeni, der Baruch Spinoza, kendisini korumak için başka birçok bedene ihtiyaç duyar, onlarla kendisini sürekli yeniler. Bu diğer bedenler de kendi hüzünlü ve neşeli tutkularıyla etkilenirler ya da etkilerler. Ve öfke elbette hüzünlü bir tutkudur.

Harç öfke mi? 
Carl Schmitt’e göre bir ulus ya da topluluk düşman işlevi gören bir başka ulus ya da topluluktan duyulan korkunun bir araya getirdiği bir birliktir. Canavarlarla dolu Hobbesyen bir görüş. Eğer diaspora dünyanın farklı ve çok uzak ülkelerinde, farklı ve değişik dil ve kültürlere sahip, farklı dinlerin hüküm sürdüğü topraklarda yerleşik bir özneler grubuysa, bu nüfusu birleştiren harç dil değildir; çünkü zaten diaspora nüfusunun büyük bölümü azıcık bile bilip konuşamıyor batı Ermenicesini. Öfke mi o zaman bu harç? Ermeni soykırımından doğan ya da çok daha eski bir öfke mi?

Yine Benjamin’e dönüyorum, Almancada Gewalt hem şiddet hem meşru otorite demek. Hukuku tesis eden kurucu şiddet ve onu destekleyip uygulayan kollayıcı şiddet. Ama eğer bir grup ya da kolektif dört yana saçılmışsa ve onları bir arada tutan, bu biraradalığı düzenleyen, hangi parametreler altında nasıl temeller üzerinde olduğunu belirleyen kurucu normlardan yoksunsa ne olacak? Belki de sadece çıplak şiddet kalıyor geriye, bir kavga kültürü içerisinde kurulu bir yönetilebilirlikten yoksun bir şiddetin hükmü.

Duygular tarihseldir, der Bertolt Brecht. Bir aydan fazla bir zamandır Ermenistan ve Azerbaycan arasında (Ermenice ismi Artsakh olan) Dağlık Karabağ toprakları için bir savaş sürüyor. 

Her iki ülkeyi de 1991-2020 yılları arasında aralıklı olarak savaş durumuna geçiren bir çatışma. Önce 1991 yılından 1994 yılı başlarında ulaşılan cılız ateşkese kadar süren bir savaş, sonra 2016 yılında düşmanlıkların yeniden canlanmasıyla tekrar sınırına gelinen bir savaş ve bugün anlaşmazlığa Türkiye’nin de karışmasıyla kanlı bir savaş. 
Uğruna savaşılan yerler yalnızca Dağlık Karabağ olarak anılan topraklar değil, onun çeperindeki toprakları ve Ermenistan ile Artsakh arasındaki koridor olarak adlandırılan kısmı da kapsayan dışa kapalı bir bölge. Tüm bu süre boyunca anlaşma için yoğun girişimler oldu ama bir sonuç çıkmadı.

Barış ihanet mi?
Ermenistan hükümetinin komşu ülkeyle diplomatik bir anlaşmaya yaklaştığı tek seferde de Ermeni parlamentosunda aralarında başbakanın da olduğu sekiz parlamenterin öldüğü çok sayıda insanın yaralandığı silahlı bir saldırı yaşandı. Olay 1999 yılında gerçekleşti, belki olayın baş aktörünün Kırım’da Ermenice öğreten bir filolog olduğunu söylemek ilginç bir bilgi olabilir, belki bu o kadar da tali bir bilgi değildir.

Çünkü diyalog imkanları yalnızca Cumhuriyet tarafından değil diaspora tarafından da sürekli kesintiye uğratılmış, hedeften saptırılmıştır. Bu son savaş sırasında da, kendisini savunma ordusu ilan eden Ermeni ordusu her türlü barış talebini bir ihanet olarak gördü.

Bu kasım ayının 9. günü Şuşi (bu Ermenice ismi/ Azerice ismi Şuşa) şehri Azeriler tarafından alındıktan sonra Ermenistan Başbakanı, Azerbaycan Cumhurbaşkanı ve Rusya Devlet Başkanı bir barış anlaşması imzaladılar. Anlaşmanın duyulması Ermenistan Başkenti Erivan’da olaylara neden oldu.

Duygular tarihseldir, der Bertol Brecht ve Ermeniler 20. Yüzyılda uğradıkları soykırımın acısını kendilerini bir tür şehitlik mertebesine konumlandırarak anlamayı seçiyorlar. Acaba dini araştırandan hariç başka türlü bir tanrıbilim de olabilir mi, bir grubun yaşadığı acı karşısındaki haklılığını savunan? Belki de bir topluluğun üyeleri acının işaretlerini o topluluğa ait olmanın bir bedeli olarak taşıyorlardır, tıpkı Veena Das’ın çağdaş Hint toplumu çözümlemesinde olduğu gibi. 

Acı ve acının çekilişi bilfiil aynı sosyal düzen tarafından yaratılıp dağıtılan deneyimler meydana getiriyor olabilirler. Bireylerin bedeninde saptanan acı bir toplumdaki otorite tarafından bu itaatkar bedenlere damgalanmış olabilir.
Bu yüzden bir yanda acının imalatıyla karşılaşırken, diğer yanda acı çekmenin teolojisini görürüz. Öyle ki çekilen acı (savaş) düzene karşı bir tehdit olmak yerine bir sosyal meşruiyet duygusu tesis eder. Çekilen acının tanığı olan adaletsizlik yalnızca çekilen daha büyük bir acıyla hafifletilebilir. Bu belki de kültür olarak savaşın alt metnidir. 
Bu noktada, çocukluğunu İnguşetya’da bir mülteci kampında geçiren ve heykel sanatını savaş anlatılarını ifşa etmek için kullanan Çeçen sanatçı Aslan Gaisumov’un eserleri üzerine biraz durmak isterim. En bilinen eserlerinden biri “Başlıksız (Savaş) 2013” (Untitled (War) 2013) serisidir.

Aslan Gaisumov Untitled İngilizcede Untitled kelimesinin hem başlık konulmayan hem de başlıksız olarak çevrilebileceğini akılda tutalım. Bu eser içlerinde savaşın izlerini taşıyan kitaplardan oluşuyor. Kitapların ateş yakıp soğuğu hafifletmek için kullanıldığını ama içlerinde bomba saklamak için de kullanıldığını hatırlayalım.

Savaş ve toprak
Çeçen kültüründe sömürgeleştirmenin, baskının, yıkımın, sürgünün izlerini süren Gaisumov kapağı yırtılan ve içinden yavaş yavaş toprak akan bir kitabı gösteriyor. Yani dökülen yapraklar yerine dökülen topraklar var.
Bir ilk yorum olarak aklımıza hemen, savaş olduğu zaman kültür biter, yalnızca topraktır geriye kalan düşüncesi gelebilir. Ancak başka türlü bir yorumu daha vardır: toprak yalnızca bir kültürde, bir kitapta anlamlıdır; toprağın bedensel yıkımı olan savaş kitabın ötesinde değildir ancak ondandır, onun içindendir.
Eğer savaş bir tür duygu ayiniyse, bu ayin görmeye katlanılamayan, savaşın kendisinden bile daha katlanılmaz olan bir şeyin üstünü örten bir örtü gibi işler. 

Bosna Hersek’te doğan ve Balkan savaşından sonra ABD’ye göç eden İsmet Prcic onun gizlediği şeyi biliyor: “Bizler bir hiç olduklarını unutan aptal ama gerçek kişilerin soyundanız. Bu yüzden bir hiçten başka bir hiçe varan destansı yolculuklar yapmışlar, biz de bir hiçten başlar, bir hiçe varırız, asla hiçbir şeyi terk etmeyiz yine de aynı hezeyanlarımızla devam ederiz. Bir an gelir, bir hiç olduğumuzu anlarız ama korkarız, üzerine düşünmeyiz. Bir hiçten başlayıp bir hiçe giden bu yolculuğumuz boyunca şunu kavrarız –ve umarız-; orada biri olsun, bizi takip eden, bizi bekleyen, bizi anlatan, düşlerinde bize yer veren bir üçüncü varlık olsun ve isteriz ki bu varlık bir anlama gelsin, bir şey olsun.”

(Çeviri: Bülent Kale)

Kategoriler

Dosya


Yazar Hakkında