Berge Arabian bir süredir Agos'ta çektiği fotoğrafların hikayelerini "Lensler Konuşabilseydi" köşesinde paylaşıyor. Arabian önceki hafta "Baron" başlığıyla 2010 yılındaki Hrant Dink anmasından bir kareyi ve bu kareden hareketle Sarkis Seropyan'ı yazdı.
Çok soğuk bir gündü, çok yoğun bir kar vardı. Fotoğraf makinemin merceği durmadan buğulansa da yılmamış, bir sürü kare çekmiştim. 2010 yılıydı; İstanbul’a taşınmamdan birkaç ay önce, Hrant’ın anmasındaydım. Başlangıçta zorlanmıştım. Bazen kendimi, hayat tecrübesi yüksek, etrafında olup biteni çok iyi bilen biri olarak düşünmek istesem de sık sık yanılgıya düşüp bilgisizlik hissine kapılırım. Törenin yapılacağı yere erkenden gittim. Gönüllüler, büyük kalabalığın törenin odağına fazla yaklaşmaması için bir çember oluşturmuştu; çemberin içine girebilmek için oradaki gönüllülere konuşmaya çalıştım. Hiçbirinin Ermenice bilmemesi beni şaşırtmıştı. Çoğu ya Türk ya da Kürt’tü. Çokbilmiş varsayımlarım bozguna uğramıştı. Orada bulunanların Ermeni olması gerektiği gibi bir fikre nereden kapıldığımı bilmiyorum. Her neyse; nihayet, İngilizce bilen biri, çemberin içine girmeme izin verdi. Tanıdığım, bildiğim kimse yoktu içeride; bir tek Rakel Dink’i haberlerde görmüştüm. O gün, sezgilerimi takip ederek, durmaksızın fotoğraf çektim. Aradan yıllar geçti; Agos’ta çalışmaya başladıktan sonra, arşivimde duran o fotoğraflara tekrar baktığımda birçok tanıdık sima gördüm. Bazılarıyla sonrada tanışmış, hatta çalışma arkadaşı olmuştum.
Bu karede o da var, solda duruyor – sevgili Baron Seropyan’ımız... Kalabalığın arasında dikkatimi çekmişti. Heybetli bir adam… Bir grupla beraber binadan çıktığında herkes onu saygıyla selamlamıştı. O zamanlar kim olduğunu bilmiyordum; yıllar sonra Agos’ta çalışmaya başladığımda çok sevdiğim biri oldu. Aramızda pek konuşma olmazdı. Çalışırken çok ciddi göründüğü için yanaşmazdım yanına. Fakat onu başkalarıyla konuşurken dinlemişliğim çoktur; ben başkalarına anlattığı hikâyelerle tanıdım onu. Ama keyfi yerinde olduğunda şakacı yönü ortaya çıkardı. Fotoğraf ve özellikle ismim konusunda bana takılmayı da sever, “Berge… Nereden çıkmış bu acayip isim!” derdi, “Ya Berj olacak, ya da Berc. Değiştir şunu. Berge diye Ermeni ismi mi olur!”
Her fırsatta fotoğrafını çekerdim. İlk zamanlar işinin bölüneceğini, rahatsız olabileceğini düşündüğümden çekiniyordum. Ama sonra rahat davranmayı öğrendim; çalışırken ya da terasta otururken yanına gidip, ona poz verme fırsatı vermeden, hızlıca fotoğraflarını çekmeye başladım. Sağlam duruşu ve Ermeni tarihine dair engin bilgisi çok etkilerdi beni. İnsanın kendini daha iyi anlayabilmek için köklerini merak etmesi gerektiğini ondan öğrendim. Agos’ta çalışmaya başladığım dönemden önce, Anadolu’da Ermeni tarihinin izinde, grupları gezdiriyormuş. Ne yazık ki o turlara katılamadım ama Ahtamar’da onunla yan yana gelebildim. Van’a fotoğrafçı olarak, tek başıma gitmiş, otellerde yer bulamayınca ortada kalmıştım. “Benim odamda yer var; gel, kal” dedi, kabul ettim. Van’da çok geniş bir çevresi vardı; ona ‘Baron’ diye hitap ediyorlardı. Yanı başında geçirdiğim o müthiş iki gün boyunca, hem tarihle, hem de çeşitli halkların mutfak kültürleriyle ilgili sayısız hikâye anlatmıştı.
Fakat o günlerin hafızamda en çok yer eden bölümü, oteldeki gecedendir. Yorgundu. Uzun uzun banyo yaptı, sonra üzerinde beyaz bir bornozla çıktı, karşıma oturdu ve o meşhur purolarından birini çıkarıp yaktı. Hiç konuşmadık. Baron’un sessizliğe ihtiyacı olduğunu biliyordum. Öylece oturduğu 10-15 dakika boyunca, içimden kim bilir kaç kere, makinemi kapıp fotoğrafını çekmek geçti. Ama cesaret edemedim. Hem tanışıklığımız yeni sayılırdı, hem de bornozlu hâliyle fotoğrafının çekilmesi hoşuna gitmeyebilirdi. Çekmediğim o kare tüm ayrıntılarıyla zihnimde dursa da, çok büyük bir şansı kaçırdığım için yıllardır pişmanlık duyarım. İçten içe biliyorum ki, izin istemeden çekiverseydim o fotoğrafı, bir şey olmazdı. Anlayışla karşılardı sevgili Baron Seropyan, biliyorum.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz