ABD’li Ermeni tarihçi Ronald Grigor Suny, Agos için, 24 Nisan’ın 105. yıldönümü vesilesiyle kaleme aldığı yazıda, soykırıma dair hafızayı ve Koronavirüs salgınının damga vurduğu gündemi bir arada değerlendirdi.
RONALD GRIGOR SUNY
COVID-19 gibi bir salgın ve ona eşlik eden, normal hayattan, arkadaşlar, aile ve işten izole olma durumu, bir tarihçi için, geçmişte yaşanmış benzer kırılma anları üzerine düşünme vesilesi oluyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında, Jön Türk hükümeti, imparatorluğu ve iktidarını kurtarmak için, pervasızca Dünya Savaşı’na girdi ve imparatorluğun tebaası olan yüz binlerce Ermeni ve Süryani’yi gaddarca tehcir etti, katletti, zorla Müslümanlaştırdı. Talat ve arkadaşlarının imparatorluk yönetimini korumak için attığı adımlar, imparatorluğun yıkılmasına, Osmanlı toplumunun mahvına, hükümranlıkları altındaki topraklardan ellerinde kalan, sonradan Türkiye Cumhuriyeti olacak coğrafyanın (Anadolu) yoksullaşmasına neden oldu. Halk açlıktan kırıldı; topraklar ekilip biçilmedi; büyük şehirlerde yönetim işgalcilere geçti. Hıristiyanlardan boşalan kasabalara ve köylere Kürtler ve Türkler yerleşti. Memleketin en hünerli ve girişimci halklarından birinin büyük kısmını artık barındırmayan bir nüfusla, yeni bir devlet ortaya çıktı. Ülke gerilemiş, bir tür kolektif az gelişmişliğe itilmişti. Türkiye ekonomisinin düze çıkması ve Osmanlı’nın son yöneticilerinin neden olduğu toplumsal tahribatın telafi edilmesi için bir dizi otoriter hükümet ve birkaç kuşak geçmesi gerekecekti.
İnkâr ve çarpıtma ne yapar?
Salgın, salt doğal afet değildir. Kıtlıklar ve savaşlar gibi, salgınlar da insanların yaptıkları ve yapmadıklarıyla, hırs ve açgözlülükle, kayıtsızlık ve yok saymayla şekillenir ve şiddetlenir. Meseleleri olması gerektiğinden daha da zor hâle getiren, hükümetlerin bilmezliği ve yetersizliğidir. Güçlü devlet aktörleri, ülkenin aydınlarını, kendi siyasi rakiplerini, yabancı addettikleri belirli bir etnik ya da dinî grubu hapse atmaya, sürgün etmeye veya öldürmeye karar verdiklerinde, kendi gelecek kuşaklarının sırtına ağır bir yük koymuş, onları belki de ödeyemeyecekleri bir bedele mahkûm etmiş olurlar. Geçmişi inkâr ederken, tarihi çarpıtırken, hafızayı bastırırken, kendi toplumlarına karşı da suç işlerler. Hükümetlerin görevi, yönettikleri ülkenin insanlarını –ve farklı halklarını– eğitmek, aydınlatmak, korumak, onların refah düzeyini yükseltmek için çalışmaktır; bir etnik ya da dinî kimliği diğerlerinden üstün tuttuklarında veya kendilerini rahatsız eden görüşleri bastırdıklarında, ülkenin kaynaklarını tüketmiş ve ülkeyi öngörülemeyecek tehlikelere karşı savunmasız hâle getirmiş olurlar.
Ayrım gözetmeyen bir soykırım
Bir hükümet eleştirilere karşı ne kadar hassas, kendi tarih görüşünde ne kadar ısrarcı olursa olsun, geçmişte yaşananlar asla silinemez. Dürüst tarihçiler, karşı karşıya kaldıkları tehlikelere ve devletin çıkarlarına kulluk eden dalkavuk sahte aydınların saldırılarına rağmen, ülkenin tarihindeki kara delikleri aydınlatarak gerçeğe ve daha yüksek bir yurtseverlik anlayışına hizmet etmeye devam ediyorlar. Gerçek, insanı özgür kılmasının yanı sıra, dünyanın işleyişine dair, doğruluğu sorgulanmayan varsayımların sorgulanmasını sağlayan, muktedir karşısında yıkıcı, devrimci bir güç teşkil eder. Dürüst tarih bizi genel kabul gören basmakalıp görüşlerden özgürleştirerek, bulunduğumuz noktaya nasıl geldiğimizi ve nereye gittiğimizi anlamak için dönüp geçmişe bakmaya zorlar. Tünelin ucundaki ışığı görebilmek için, öncelikle tüneli bulmamız gerekir.
Ben ABD’nin iç kısımlarındaki Michigan Eyaleti’nde, küçük bir üniversite şehri olan Ann Arbor’da yaşıyorum. Güvenli, epey sıradan bir yer burası. Her gün, tanıdık mahallelerde gün bir saat yürüyorum ve her defasında, yürüyüş yapmanın çok daha ilginç ve heyecanlı olduğu İstanbul’da, İzmir’de, Van’da geçirdiğim günleri özlüyorum. Beşiktaş’tan Taksim’e gitmek için bindiğim dolmuş, milliyetçilik ve imparatorluk üzerine bir ders verdiğim Bilgi Üniversitesi’ne gitmek için bindiğim otobüs geliyor aklıma. Hrant Dink’in mirasını yüklenip onun çalışmalarını sürdüren, Türkiye için daha iyi bir gelecek hayal eden Agos’un yürekli çalışanlarını düşünüyorum. Bir yandan da, dünyayı kasıp kavuran bu salgının, ayrım gözetmeyen bir soykırıma benzeyen bu pandeminin getireceği sonuçları merak ediyorum.
Koronavirüs ve iki ülke
Kırılma anları hem tehlikeler, hem de fırsatlar barındırır (Çincede ‘kriz’ anlamına gelen karakter [危机] bu ikisinin, yani ‘tehlike’ ve ‘fırsat’ anlamındaki karakterlerin yan yana getirilmesiyle oluşturulur). Tehlike, eski uygulamalar ve yaklaşımların olduğu gibi kalması, görmezden gelme ve kişisel çıkara dayalı politikaların geleceğe aktarılmasıdır. Krizin sunduğu fırsat ise, kamu yararını esas alan bir yönetim biçimine yönelik bir siyasi ve toplumsal değişim için alan açar. Zamanında, bir kurt siyasetçi “Hiçbir iyi kriz boşa harcanmamalı” demişti. ABD’nin mevcut yönetim biçimi, savaş ve ticaret mantığına dayanıyor: Düşmanlarını yok et, iktidardakiler için kârlı olan neyse onu yap! Fakat Amerika’nın siyasi elitinin dışında, tıbbi bakım ve eğitim olanaklarını genişletmeye, çevreyi ve en savunmasız durumdaki vatandaşları korumaya, sıradan insanların siyasete katılımını yükseltmeye dönük hareketler var. Hangi alternatifin üstün geleceği, bireysel ve kolektif eylemliliğe, insanların içinde bulundukları tecrit durumunu bir harekete dönüştürüp dönüştüremeyeceğine bağlı.
Hem ABD’de hem de Türkiye’de, mevcut hükümetler ve korudukları toplumsal sistemler, nüfusun büyük kesimlerine toptan ayrımcılık uyguluyor. Kurbanları toplumsal olarak dezavantajlı kesimler veya belirli bir etnik ya da dinî kimlik taşıyan halklar olabiliyor. Yoksullar ve etnik azınlıklar arasında, Koronavirüs’e bağlı ölümlerin, varlıklılara ve devletin kayırdığı kesimlere kıyasla daha sık görüldüğü bir ülke düşünün. Milyonlarca insanın okulda anadilinde eğitim alamadığı bir ülke düşünün. Aslında bu ülkeleri tahayyül etmeniz gerekmiyor; ikisi de zaten var, ben ikisinde de yaşadım.
Hafızanın barındırdığı gelecek
Salgınlar bizi hiç beklemediğimiz, çoğu zaman da en hazırlıksız olduğumuz anlarda yakalar. 1915 yılında, Ermeniler ve Süryanilerden, oğulları, kocaları, ağabeyleri, kardeşlerinin Osmanlı üniformalarıyla savaştığı, iktidarı altında yaşadıkları hükümetin; kendilerini yok etmek üzere olduğunu sezenlerin sayısı çok sınırlıdır. 1915’in başlarında, Talat ve Enver hükümeti ilk olarak Ermeni askerleri hedef aldı. Ordudaki Ermeniler terhis edilip üniformaları alınarak Amele Taburlarına sevk edildi ve ardından öldürüldü. Ermeni ulusunun ‘kas gücü’ bu şekilde yok edilir edilmez, Osmanlı hükümeti aydınlara yöneldi. 24 Nisan’da yüzlerce aydın tutuklandı, tutuklananların çoğu daha sonra öldürüldü. Böylece ulusun beyni ortadan kaldırılmış oldu. Ardından, kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve diğerleri, şehirler, kasabalar ve köylerden alınıp kitlesel olarak tehcir edildi, Doğu Anadolu’nun dağlarında ve vadilerinden yürütülerek Suriye çöllerine sürüldü; binlercesi yolda ve çölde hayatını kaybetti. 1914’te, imparatorluğun sınırları içinde iki milyonu aşkın Ermeni yaşıyordu; bugün Türkiye’de, onların soyundan gelen –ve Ermeni kimliğini koruyan– sadece 50-60 bin kişi kalmış durumda. Ancak ülkenin doğusunda, ailelerindeki Ermeni ninelerin, amcaların hikâyelerini anlatan Kürtler, Araplar ve Türkler var. İnkâr edilen geçmişin maskesinin altında hafızalar varlığını sürdürüyor ve gizlenen geçmiş, farklı bir geleceğe dair olasılıklar barındırıyor.