Rus yazar Lev Kipiani, 1916 yılında Erzurum Hınıs'a gitmiş ve bir yıl önce o bölgede Ermenilere yaşatılan zulmü tanıklarından dinlemiş, bölgede gözlemlerde bulunmuştu. Kipiani'nin gördüklerini ve duyduklarını kaleme döktüğü makaleyi Dr. İsmet Konak Rusça'dan çevirdi.
LEV KİPİANİ
Ermenilerin yaşadıkları bölgeler,Batı Ermenistan 1915'te Türk devlet ricalinin kasıtlı politikası sonucu adeta bir "mahalle-i emvata (ölüler mahallesi)" dönüştürülmüştü. Dönemin İçişleri Bakanı Talat Paşa'nın şifreli telgraflarında geçen "katl u nehb", bir emir-komuta zinciri içinde "başarıyla" tatbik edilmişti. Hatta Talat Paşa, Halep İskân Şubesi Sevkiyat Müdürlüğü'ne çektiği şifreli telgrafların birinde "vefeyat cetvelinin" kendilerini yeterince memnun etmediğini de vurgulamıştı. (1) Günümüzde egemen erk, her ne kadar işlenen "cürümü" kamufle etmeye çalışsa da artık kral çıplaktır. Mızrak çuvala sığmıyor. Özellikle soykırım günlerinden kalma anı, hatırat veya günlükler cürümün boyutunu anlamak açısından birer "fener kulesi" gibi yol göstermektedir. Bu minvalde Rus yazar Lev Kipiani'nin Erzurum Hınıs Ermenilerinin 1915 yılında yaşadığı soykırımı tasvir eden yazısını sizin için çevirdim. Dr. İsmet Konak
“...Çapan Yaylası'nın eteklerinde Baskan (2) adında küçük bir köy bulunmaktadır. Bu köy, Gundemir ve Hulan köyleriyle birlikte bir üçgen oluşturmaktadır. Baskan ve Gundemir'de (3)Ermeniler yaşıyorken, Hulan köyünde Kürtler iskân etmektedir. Baskan, taştan yapılmış yayla evleriyle, bostanları çevreleyen taş duvarlarıyla ve hayvanlar için yapılmış ahırlarıyla tipik bir Anadolu köyüdür. Dağdan gelen akıntılı, temiz, içi balık dolu bir ırmak ve cılız söğüt yapraklarının olduğu köyde toprağın yarım mil altından fışkıran ılık bir kaynak göze çarpmaktadır. Köyde yaşayanlar, bu kaynağın bazı şifalı özellikler barındırdığına inanıyorlar. Bu kaynakta şimdilerde bizim askerlerimiz yüzmekte ve iç çamaşırlarını yıkamaktadır.
Sessiz gökyüzü ve Çapan Yaylası'nın gri, karanlık kayalıklarının tanıklık ettiği Haziran 1915'teki dram öncesi gerçekleşen olaylara dair birkaç kelam etmek gerek.
20 Mayıs 1915'te Hınıs (Hınıs, bu dönemde 27 köyden oluşmaktaydı) Ermenilerinin evlerini terk etmeleri ve Varto tarafına gitmeleri yönünde bir emir çıktı. Bununla birlikte tüm taşınabilir malları yanında almaları da istendi. Hınıs, tam bir ticaret merkeziydi. Burada ekseriyette varlıklı sınıf ve zanaatkârlar oturmaktaydı. Hınıs Ermenilerini bir çıkmaza sürükleyen emir, güya "merhametli" Türk hükümetinin Ermenileri savaş bölgesinin dışında tutmak, onların yaşamını ve mülkünü savaşla bağlantılı her tehlikeden koruma isteğinden doğmuştu. Aslında Hınıslılar, kendilerini himaye eden gücün yufka yürekliliği arkasındaki tamahkâr ruhu tanıyor olmalılardı. Fakat, onlar da bu güce kanmışlardı.
Neyse ki yaklaşık 1700 hane, taşınabilir mallarını at arabalarına yüklemiş ve Varto tarafına doğru gitmişti. Kyum-Kyum'da (4) yaşayan Ermeniler, Osmanlı ülkesinin derinliklerine sirayet eden hareketliliğin yarattığı tehlike bakımından Hınıslıları uyardılar. Zira onların edindiği bilgiye göre, Çapan Yaylası'nın zirvelerinden bir kıyım tehlikesi belirmekteydi. Bunun üzerine endişe duyan Hınıslılar, kendilerini koruması için sultana bir telgraf çektiler. Lakin herhangi bir cevap alamadılar. Hınıslılara refakat eden Türk askerleri ise Türk hükümetinin güvenliklerini sağlayacağını ve herhangi bir tehlikenin olmadığı Diyarbakır'a kadar güven içinde götürüleceklerini garanti ederek onları teskin etmeye devam etmişlerdi. Fakat havada kötü bir kokunun olduğunu iyiden iyiye hisseden Hınıslılar, Muş'a bir telgraf çekmişlerdi. Muş'tan kendilerine 100 kadar asker gönderilmişti. Bu yardım, güya güvenliğin sağlanacağına dair bir güvenceydi. Ermenilerin zannına göre hem Oğnut (5)hem de Diyarbakır'a giden yol artık güvence altına alınmıştı.
Eğer Ermenilerin yolculuk boyunca her gün vermek zorunda kaldığı altınları ve rüşveti dikkate alırsak, Kyum-Kyum'u nasıl rahat geçtikleri ve yollarına ne şekilde devam ettikleri anlaşılmaktadır.
Ancak Gundemir'de onları bir endişe kapmıştı. Yaptıkları küçük bir toplantı sonrası daha da ileri gitmeme kararı almışlardı. Bu durum Türk askerini mutlak bir güvenliğin sağlanacağı konusunda yeniden teminatlar vermeye zorlamıştı. Askerî birliğin başındaki Kürt Ahmet Ağa, Ermenilere haber yollamış ve ‘Oğnut'a kadar güvenli bir yolculuk garantisi’ vermişti. Bunun için Ahmet Ağa'ya ekonomik kaynak olarak 2 bin Türk lirası gönderilecekti.
Maalesef, Hınıslılar böyle bir miktarı yaşadıkları trajedi boyunca hiç bile göremediler. Tam aksine Gundemir'e giden yolda Ermenilere refakat eden ‘hayırhah kişiler’, onları epeyce bir soymuşlardı. Bu soygun, 10 Haziran 1915'te gerçekleşmişti.
Akabinde rahatsız edici, endişe dolu bir başka gün daha yaşanmıştı. Bu artık son gündü. 11 Haziran Salı günü gündüz saat 12.00'de Hınıslıların hepsini güç kullanarak Baskan köyüne doğru zorla sürdüler. Burada, köy yakınındaki nehir üzerinde eski bir taş köprü vardı. Çapan Yaylası'nın zirvelerine giden yol, bu köprüden başlamaktaydı. (6) Yol, ortaya vahşice serpilmiş taşlar, çukurlar ve kanyonlardan geçmekteydi. Çukur ve kanyonlar, burada huç olarak adlandırılmaktaydı. Yol aynı zamanda burada daralmaktaydı. Bu yüzden Hınıslılar, uzun bir kafile şeklinde Çapan'a çıkmak zorunda kalmışlardı. Zamanla kafilenin baş tarafı, yolun kıvrımları arasında kaybolmuştu.
Kafilede yaşlılar, gençler, çocuklar, kucağında bebeği olan kadınlar vardı. Ayrıca kafilenin içinde 5 Ermeni papazı, Urfalı bir Ermeni başrahibi ve 3 tane de farklı dinlere mensup din bilgini bulunmaktaydı. Hangi dinler olduğunu öğrenemedim. Kafile ilerlerken son kişi köprüyü geçer geçmez, önceden anlaşıldığı üzere kafileyi gözetleyen kişiye ateş etme sinyali verildi. Bu sinyal, önceden düşünülmüş ve karar verilmiş bir işin uygulanması gerektiğine işaretti. Şüphesiz burada, Ermenilerin kaderine ucu sivri, acı veren bir diken saplatan ve bu halkın çile ile dolu fincanına bir kederli damla daha akıtan olaylar gerçekleşti.
Baskan’dakiler ne anlattı?
Ölümün, kendi kanlı bayramlarından birini kutladığı bu yerde olmanın yanı sıra, Baskan köyünde hayatta kalanlardan o gün yaşanan vahşetin tanığı olan birine ulaşma şansı da yakaladım. Bu yılın (1916-İ.K.) 8 Eylül'ünde Baskan'a geldim ve beni Çapan Yaylası'nın yüksek yerlerine götürecek birini burada buldum. Bu kişi Haçik Avetisyan adında bir köylüydü. Geçen yıl 11 Haziran'daki kanlı günde 11 arkadaşıyla birlikte dağlara kaçmayı başarmıştı. Çalılık ve kayaların arasında saklanan bu kişiler, her şeyi tüm çıplaklığıyla görmüşlerdi. Kıyım kafilenin baş tarafından başlamıştı. İnsanoğlu canavarlaştıkça, vahşilik dalgası kafilenin geri kalan kısmına da sirayet etmişti. Haçik, Ermeni halkının başına gelenleri şöyle anlatmaktaydı: 'Kafileyi idare edenlerin bahtsız Ermenilerin üzerindeki altınları nasıl söküp aldıklarını, sonra onları çırılçıplak soyundurduklarını ve bir kısmını oracıkta katlettiklerini; diğer kısmını kafilenin yolundan ayırıp kuytu köşelerde nasıl öldürdüklerini gördük. Üç tane kadının ölüm korkusuyla kucak kucağa sarıldıklarını da gördük. Öyle ki onları ayırmak hiç mümkün değildi. Üçünü de öldürdüler. Çıplak bir kadının ayaklarından bir ağaca nasıl bağlandığını ve küçücük bebeklerinin oracıkta annelerinin alt tarafına nasıl terk edildiklerine tanık olduk. Ne annesi ne de bebeklerinin birbirine ulaşması imkansızdı. Hınıs başrahibini ve Hınıs'ın en zengin 2-3 tüccarını Çapan'ın en yüksek zirvesine götürdüler. Akıl almaz bir feryat ve figan duyulmaktaydı. Duyduklarımız karşısında tüylerimiz diken diken oldu, damarlarımızdaki kan dondu. Ne yapacağımızı, dostlarımıza nasıl yardım edeceğimizi bilemiyorduk.’ Gerçekten de bir avuç silahsız köylü grup, canavarlaşmış yüzlerce soyguncuya ve katile karşı ne yapabilirdi ki?
Bu kıyım tüm Çapan platosu boyunca, ürpertici bir şekilde yayılmış kayalar arasında, küçük çukurlarda, olgunlaşmış güzel ve sulu otlardan oluşan çimenliklerde öğlen saat 12.00'de başlayıp akşam saat 18.00'e kadar devam etmişti. Kıyımdan kaç kişinin kaçıp canını kurtardığını tahmin etmek oldukça zor. Tabii böylesi taştan yapılmış bir tuzaktan kurtulmak mümkünse. Belki 2-3 kişi, yolda nöbetçileri kandırarak kurtulmuştur.
Birbirine yakın olan Gundemir ve Baskan köyü sakinleri ise bu kıyımdan 300 kadının gür çalılıklarla kaplı, derin ve karanlık çukurlar içinde kurtulduklarını dile getiriyorlar. Fakat bu söylentinin aslı hâlâ tartışılmaktadır. 300 kadın ile ilgili mesele, aşağıda bir kez daha ele alınacaktır.
Haçik'in anlattığına göre kıyımın olduğu gece, artık her şeyin sakinleştiği, vahşet dolu eylemi yerine getirmiş kişilerin yüksek zirvelerden indiği ve köylerine dağıldığı an, Haçik ve arkadaşları gizlice kıyımın olduğu yere sızmışlar. Burada, ölmüş annelerine sarılarak hayatta kalan 27 bebeğe ulaşmışlar. Yine ceset yığınları altında gizlenerek kurtulmuş iki gence daha ulaşmışlardı. Gençlerden Aykaz Avetisov, Hınıslıydı, Osep Mnatsiyan ise Sarlu köyündendi. Haçik, çocukları Baskan'a kadar götürmüştü. Üç gün sonra, hayatta kalan 3 kişiye daha ulaşmıştı.
Suçun izlerini örtme çabası
Bu kitlesel kıyımla ilgili haberler, tabii ki kısa süre içinde çevre köylerde yaşayan Ermenilerin kulağına gitmişti. Birçoğu (söylenene göre 3 köyün Ermenileri) hemen Çapan Yaylası'na gelmişti. Gelir gelmez onlar da ölümle yüzyüze kalmışlardı. Zira Ahmet Ağa, "düzeni sağlamak" için buraya kendi adamlarını göndermişti.
Aslına bakılırsa, kıyımı yapanlar işlediği suçun izlerini örtmeye çalışmış; cesetleri ana yoldan alıp çukurlara, hendeklere atmış ve şarampolden yuvarlamıştı. Bununla ilgili gerçeği bana Baskan köyünde iletmişlerdi. Baskan katliamından kısa bir süre sonra bölgeye bir Alman askerî casusu gelmiş. Köprüden yaylanın zirvesine çıkan yolun sağlı sollu parçalanmış cesetlerle örtülü olduğunu gören Alman casus, ya kendi müttefiklerinin gaddarlığını yoldan geçen kişilerin bakışlarından saklamak ya da Avrupa'nın iğrençliğini gizlemek arzusundan olsa gerek cesetlerin gözden ırak bir yere taşınmasını emretmişti. Muhtemelen bu şekilde 1915 yılının yaz mevsiminde Baskan dağ yolunda meydana gelen cinayetlerin izleri silinecekti.
Bu arada köprünün 200 kulaç ötesinde bulunan iki insan kafatasına ve kaval kemiklerine denk gelmiştik. Yol dağa doğru çıktıkça yanmış otlar arasındaki kurumuş cesetler daha sıklıkla karşımıza çıkmaktaydı. Dağ yolundan ilerlerken rehberim yana doğru döndü. Burada üzeri yabani ot ve taşlarla kapanmış grup halinde, iki kişilik veya tek başına duran ceset kalıntıları vardı. Hınıslıların cesetleriydi bunlar. 10'ar, 30'ar ve daha büyük sayılar halinde çukurlara atılmışlardı.
Böyle bir vahşeti; bu sessiz ve vahşi doğa içinde, kayalar arasında bulunan yüzlerce parçalanmış cesedi ömrü hayatımda hiç görmemiştim.
Rehberimle birlikte bir yığın cesetten bir başka yığın cesede geçip 6-7 kilometre yol gittik. Belki 1915 yılı yaz ve sonbahar mevsimlerinin burada kuru geçmesi ve kış mevsiminin sert geçmesi, belki de buradaki toprak, iklim ve esen rüzgardan olsa gerek nerdeyse cesetlerin hepsinde kuru kalmış ve hafifçe sararmış bir deriye rastlanmaktadır. Keza yüzlere ve nerdeyse büyük kısmı hiç bozulmamış saçlara bakarak yaş tespitinde bulunmak oldukça kolaydı.
Özellikle eller ve ayaklar, sağlam duruyorlardı. Eller ve ayakların duruş pozisyonları, öfkeyle sıkılmış ve pıhtılaşmış parmaklar 14 ay önce burada meydana gelen dram ile ilgili çok şey anlatmaktadır. Ortaya saçılmış kadın bacakları ve yumruklarda sıkılı parmakların şekli, burada vuku bulan alçaklıklar hakkında çok şey kanıtlamaktadır. Ateşli silahlar ve av tüfekleriyle oluşan yara izleri, cesetler üzerinde yarıklar açmıştı.
Cesetler tanınmaz halde
Rehberim beni yaylanın zirvesine kadar götürdü. Burada Hınıslı üç varlıklı tacirin ve yukarıda zikrettiğim başrahibin cesetlerine ulaştık. Ancak kafataslarına ve kararmış cilt kalıntılarına göre cesetlerin kime ait olduğunu tespit etmek oldukça zordu. Devam ettik, içinde kadın cesetlerinin olduğu üzeri taşlarla örülü bir oyuğa denk geldik. Burada gövdesinden ayrılmış bir kafatası vardı. Kafatasının hemen yanında özenle örülmüş ve yün ipliğiyle bağlanmış bir kadın saç örgüsü bulunmaktaydı. Çıplak kalmış kemikler üzerinde iç çamaşırı kalıntılarına bile rastlamak mümkündü. Sıra dışı ve düzgün bir şekli olan kafatası, kocaman göz boşluklarıyla oldukça korkunç gözükmekteydi. Kafatasının ve kemiklerin hacmi, bir hayli genç olan bu isimsiz kadına dair bazı ipuçları vermekteydi.
Kışın aç kurtlar ve köpekler, birçok cesedi birbirinden ayırmışlardı. Çapan Yaylası'nın en ücra köşesine kadar dağılmış cesetler, eller ve ayaklar buna işaret etmekteydi. Birçok cesetteki kemirilmiş eller ve bacaklar, bunun vahşi köpek ve kurtların bir işi olduğuna delalet etmekteydi. Kaç tane cesedi nereye, hangi ulaşılması güç çukurlara sürükleyip götürdükleri pek bilinmiyor.
Bu arada kurtulan 300 kadının akıbetini sordum. Bana başka bir ülkede inanılması güç ancak hilalin kutsal olduğu bu ülkede inanılması mümkün olan bir şey anlattılar. Kadınlar gece geç saatlerde Çapan'ın çukur ve kuyularından kurtulup Baskan'a kaçmışlar. Orada ise Muş'tan gelen askerlere denk gelmişler. Askerler, kadınları o gece bir kiliseye kapatmışlar. Ertesi gün bu 300 kadın, Gundemir köyü üzerinden bir Kızılbaş köyü olan Tatan'a gönderilmiş. (7)Burada milis birliğin komutanı Mirza Ali'ye teslim edilmişler. Mirza Ali ise kadınları tam bir Doğu geleneğiyle karşılamış: Hepsini Amarak Gölü'nde boğmuştu.
İşte söylentiler böyle...
Mirza Ali ise şimdilerde burada "barışçıl insanlar" arasında sayılıyor ve kendisi yüce Tanrı'dan bahsetmeyi çok seviyor.
Gördükleri karşısında üzülen ve suskun kalan Kyum-Kyum'dan yol arkadaşım ve rehberim ile birlikte ağır ağır Çapan Yaylası'ndan Varto Ovasına doğru geçtik. Sağ tarafımızda, batan güneş ışınlarının yansıdığı altın bulutların içinden Diyadin yükselmekteydi. Karşımızda ise masmavi dağ silsilesinin arkasında Muş kenti uzanmaktaydı. Daha ötede, insanı oldukça büyüleyen, gizemli bir şehir Diyarbakır gözükmekteydi.
Arkamızda, Çapan'ın kasvetli uçurumlarını geride bırakıyoruz..."
Kavkazskoye Slovo, Sayı: 219, 5 Ekim 1916.
Not: Bu makale "Genotsid Armyan v Osmanskoy Imperii (Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermeni Soykırımı), Izdatel'stvo Ayastan, Yerevan 1983, s. 371-377", adlı derlemeden tercüme edilmiştir. Çeviri: Dr. İsmet Konak
-Makalenin orijinal başlığı "Baskan Dramı (Басканская Драма: Baskanskaya Drama)" şeklindedir. (Çev. Not.).
1-Tamer Akçam, Naim Efendi'nin Hatıratı ve Talat Paşa Telgrafları: Krikor Gergeryan Arşivi, İletişim Yayınları, İstanbul 2016, s. 17
2-Bu köyün günümüzde Varto'ya bağlı "Kaynarca köyü" olduğunu düşünüyoruz
3-Bu köy, günümüzde Muş ili Varto ilçesine bağlı "Çayçatı" olarak geçmektedir. Köy, yöre halkı tarafından "Gundêmîra" olarak da bilinmektedir.
4-Yazar, Rusça "Кюм-Кюм" şeklinde yazmaktadır. Biz de bu yazım şekline sadık kalarak transkribe ettik. (Çev. Not.)
5-Oğnut'un (Göynük) günümüzde Bingöl'ün Karlıova ilçesi sınırları içinde yer alan bir köy olduğu düşünülmektedir. (Çev. Not.).
6-Köprü ve yayla arasındaki muhit, günümüzde Kurudere olarak bilinmektedir
7-Tatan köyü, günümüzde Muş ili Varto ilçesine bağlıdır. Köyün Türkçe adı ise Güzelkent olarak geçmektedir