Mülteciler alanında çalışmalar yapan Halkların Köprüsü Derneği’nin eski yönetim kurulu üyesi Prof. Dr. Zerrin Kurtoğlu Yunanistan sınırında yaşanan mülteci krizini Agos okurları için değerlendirdi. Prof. Kurtoğlu aynı zamanda KHK’lıların kurduğu İzmir Dayanışma Akademisi’nin kurucularından.
ZERRİN KURTOĞLU
Son bir haftadır tanık olduğumuz ve hafızamıza utançla kazınan görüntüler mülteci krizi ile değil insan haklarının krizi ile, dolayısıyla da insanlık krizi ile ilgilidir. Zira evrensel insan hakları tam da bütün kimliklerinden soyunmuş çıplak insanın (ki mültecinin durumu budur) hakları olarak tasarlanırken, ulus devletler nezdinde herhangi bir ulus devletle hukuksal bir bağı olmayan insan, hukuksal özne olarak tanınmıyor; dolayısıyla insan haklarına da sahip olamıyor. Bu yüzden mülteciler, mültecilik hakkı vererek onları hukuksal özneler olarak tanıyacak ülkelere gitmek istiyorlar.
Aslında kendi ülkelerinde yıllardır süren tahakküm savaşları nedeniyle mülteci konumuna düşen insanların, uluslararası pazarlıklarla onurları hiçe sayılarak araçsallaştırılmasının, dahası ülkelerindeki savaşın hâlihazırdaki faillerinden biri olan bir devletin rehineleri haline gelmiş olduğunun teyididir bugün yaşananlar…
Bu krizin üç boyutu var. 1. Türkiye Devletinin mülteci politikası 2. Sınırdaki mültecilerin durumu 3. AB ülkelerinin mülteci politikası.
İlkiyle başlayayım: Konukseverlikle hayırseverlik arasında salınan, mültecilere iltica hakkı tanımayarak onları ne zaman sona ereceği meçhul bir geçicilik statüsüne hapseden siyasal iktidarın, “sınırları açtık, haydi şimdi AB düşünsün” ifadesiyle tarihe kaydolan insanlık dışı taktiğinin mültecileri nasıl büyük bir facia ile karşı karşıya getireceği elbette biliniyordu. Ve Türkiye Devleti’nin er geç bu kozu oynayacağı da biliniyordu.
Eğer mültecilere, hukuksal özneler olmalarını sağlayacak iltica hakkı ya da vatandaşlık hakkı tanınmış olsaydı durum çok farklı olurdu. Şimdiki durumda Türkiye, onlar için zaten bir gelecek vaat etmiyor. Temel haklarından mahrum insanlar olarak, son derece berbat koşullarda günü kurtarmaya çalışıyorlar. AB ile yapılan milyarlarca Euro’luk geri kabul anlaşması, halen ordusuyla Suriye topraklarında bulunan ve hukuksal olarak mültecilik statüsü tanımayan Türkiye’nin güvenli üçüncü ülke olarak kabul edilmesi, Suriyeli mültecilerin Türkiye topraklarındaki yaşamlarını zaten zora sokmuştu. Türkiye, AB ülkeleri için bir tür kültürel-dinsel-düşünsel karantina bölgesi, mülteciler içinse açık hava hapishanesi oldu.
Açık bir hak ihlali
Sınırları açma tehdidi, pek çok kez telaffuz edildi ve işte şimdi gerçek oldu. Bu açıkça hak ihlalidir. Güvenli geçişlerini sağlayamayacağınız insanları, sınır kapılarına gitmeye teşvik etmek hatta sınır kapılarına taşımak, o insanları insan kaçakçılarına devlet marifetiyle teslim etmek, karşı sınırda maruz kalacakları şiddete açık hale getirmek, nihayetinde onların haysiyetiyle oynamaktır. Zaten travmatize olmuş, son derece kırılgan bir durumda olan insanların, bırakın güvenli geçişlerini sağlamayı, çoluk çocuk, açlıkla, soğukla boğuşarak o hayat eşiğinde beklerlerken, onlara insani yardımda bile bulunmayan bir siyasal iradeden söz ediyoruz… Mesela Kızılay’ı orada gören kimse yok. Ayrıca sadece sınırlardaki mültecilerin değil artık yerleşik hale gelmiş mültecilerin de can güvenliğinin tehdit altında olduğunu Maraş’ta, Samsun’da yaşanan saldırılardan biliyoruz. Nedeni ideolojik olarak sürekli kulaklara fısıldanan ırkçılık. Mültecilere yapılan yardımların finansal kaynağının AB olduğunun resmi ağızlarca asla telaffuz edilmemiş olmasından tutun da ana muhalefetin politika üretmek konusundaki kapasitesizliğini milliyetçi vurgularla perdelemeye çalışmasına varana kadar, Türkiye’deki siyasal kurumlarının çoğu mülteci düşmanlığını marifet sayıyor. Irkçı ideolojinin mültecilerle ilgili sloganı şu: “Türkiye’de Suriyeli istemiyoruz. Onları beslemek istemiyoruz”. Bu slogan Türkiye halklarının yoksul, kırılgan kesimlerinde hızla karşılık buluyor. Peki Suriyeliler bizi istiyorlar mı diye soran yok! Üstelik geçici koruma statüsü ile her an Geri Gönderme Merkezlerine gönderilebilecekleri korkusuyla sözleri ve eylem kapasiteleri gasp edilmiş insanların bir de minnet duymalarını istiyoruz. Konukseverliğimizin pulları bir bir dökülüyor!
Sınırdaki Mülteciler
Gelelim mültecilerin durumuna… Sınır kapılarına gidenlere, botlara binenlere bir bakın, son paralarını da insan kaçakçılarına vermiş yoksul insanlar hepsi… İzlediğim görüntülerden hareketle şunu da söyleyebilirim ki gitmek isteyenlerin önemli bir kısmı Türkiye’de geçici koruma statüsüne bile sahip olmayan mülteciler, yani Afganistanlı, Pakistanlı, İranlı, Filistinli, Iraklı vd. görünmeyen mülteciler… Coğrafyalarının kaderine karar veren hegemonik/küresel güçlerin savaş ya da ekonomik sömürü nedeniyle yerinden/yurdundan ettiği insanlar… Ve bu insanlar şimdi iki sınır kapısının arasındaki koridorda, ya da denizin ortasındaki botlarda, işin aslı hiçliğin ortasında varlıklarının bütün yüküyle, bütün ağırlığıyla ve bütün vakarıyla bekliyorlar. Bence büyük çoğunluğu her şeyin farkında ve tam da bu yüzden kendileri için bir çıkış yaratmaya çalışıyorlar. “Sınırları açtık” sözünün Avrupa ülkelerini bağlamadığının farkındalar. Ama en azından Türkiye güvenlik güçleri ile bir sorun yaşamayacaklarının da farkındalar. Deniz ya da kara koridorlarında ısrarla beklemeye, gördükleri insanlık dışı muamelelere rağmen Avrupa topraklarına geçme girişimlerine devam ediyorlar. Demem o ki meselenin devletle ilgili yüzü mültecileri araçsallaştırarak nesneleştirirken, mülteciler maruz bırakıldıkları mağduriyeti aşarak özneleşme mücadelesi veriyorlar. Bir kez yaşamınızı, deneyimlerinizi, biçimlendiren coğrafi kültürel mekanı geride bırakmak zorunda kalırsanız; ve şimdiki yaşam mekanınız size onurlu-insanca bir yaşam vaat etmiyorsa ileriye gitmekten başka çareniz yoktur. Bu insanların dönecek bir yurdu yok! Beşeri dünyaya yeniden katılabilmenin yolu ise onları hukuksal özneler olarak tanıyarak, yeniden haklarıyla donanmalarını sağlayacak mültecilik veya yurttaşlık statüsü kazanmalarından geçiyor. Türkiye Devleti, kendince makbul bulduğu “sığınmacılara” vatandaşlık hakkı verdi. Oysa bu insanlar iktidar nezdinde makbul sığınmacılar değiller… Ne ekonomiye katkı yapacak sermayeleri var, ne Türkiye’nin uluslararası prestijine katkı yapacak bir yetenek ya da başarıları var. Ama AB ülkeleri her şeye rağmen en azından mültecilik statüsü vaat ediyor. Ve bu insanlar da sadece yaşamak değil insanca yaşamak istiyorlar. Sanırım kendileri ve en çok da çocukları için onurlu bir yaşam kurma umudu, onları ölüm ihtimali karşısında bu kadar korkusuz demeyeceğim bu kadar umursamaz kılıyor. Şu anda bu umut onların tek yurdu muhtemelen. Uzak, soyut ve belirsiz ama yine de tek umut.
Bir de AB boyutu var bu insanlık krizinin: Yunanistan sınırında mültecilere yaşatılanlar da insan hakları ihlali. Ayrıca Yunanistan standart iltica prosedürlerini de askıya aldığını açıkladı. Bu da iltica hakkının ihlali. Buradaki mesele aslında şantaja boyun eğme meselesi. Merkel AB’nin şantajı, baskıyı kabul etmeyeceğini ifade etmişti. Ama ne yazık ki boyun eğdiler. Oysa şantaj, yapanın elinde patlayabilirdi. AB ülkeleri sınırlarını mültecilere açabilir, onların güvenli geçişini sağlayabilirdi. Bu Cenevre Anlaşması ile insan hakları rejimine dahil olan iltica hakkının tanınmasından başka bir şey olmazdı. Bu söylediğim, küresel bazda onca stratejik kurnazlık, pazarlık ve hegemonya savaşlarının olduğu bir dünyada son derece safça, biliyorum. Ama biraz saflığa ihtiyacımız yok mu? Zira her şey çok karma karışık ve çok kirli.
Türkiye ve Dünya halklarına da söylenmesi gereken şeyler var:
Kendisi için ağladığınızda mülteci yabancı olmaktan çıkar. Mültecilerin geleceği, bizim ne yaptığımıza ya da ne yapmaktan geri durduğumuza bağlı. Mülteciler şimdi, uluslararası bir şantaj aracı olarak ya iki sınır arasındaki eşikte -ki hayat eşiğidir bu- ya denizin ortasında ya da karşı sahilde bir botun içinde sıkışmış olarak, en fazla dayanışmaya ihtiyaç duydukları bir durumdalar. Avrupa ülkelerindeki hak örgütleri ve platformları bu konuda insani değerlere yakışır bir dayanışma pratiğine ve gücüne sahip. Türkiye’de de hak temelli örgütler bu konuda deneyim biriktirmeye başladılar. Ama henüz yeterince güçlü değiller. Zira ırkçı popülizm bu ülke siyasetinin ana rahmi.
J.P. Satre ‘Yeryüzünün Lanetlileri’ne yazdığı önsöz’de, insancıl giysilere bürünen sömürgeciliğin bizi “İnsancıllığımızın striptizi!” ile karşı karşıya getirdiğinden bahsediyordu. Hak temelli uluslar ötesi dayanışma ağları kurulmadığı, bu küresel tahakküm savaşlarına karşı barışın dili yükseltilemediği taktirde söz konusu olan artık “İnsanlığımızın striptizi” olacak! Ya mültecilerle birlikte, eşitlikçi ve özgür bir dünyanın kapılarını açacağız ya da hep beraber insanlıktan soyunacağız!