Türkiye'de, eşi Kanadalı yönetmen Atom Egoyan'ın Ararat filmindeki rolüyle tanınan, Arsinée Khanjian ile 1915 soykırımı, Ermeni kimliği, Türkiye hakkında değişen düşünceleri ve hayalleri hakkında konuştuk. Ailesinin kökleri Erzurum ve Diyarbakır'a dayanan ve Beyrut doğumlu Khanjian, 'Bir ülkede değişim olacaksa, bunun, o ülkenin toplumunun bunun için talepkâr olması ve her şeyi göze alıp çaba göstermesiyle mümkün olabileceğini gördüm' diyor.
ROBER KOPTAŞ
rober.koptas@agos.com.tr
Kanadalı dünyaca ünlü yönetmen Atom Egoyan’ın filmlerinin pek çoğunun başrol oyuncusu ve eşi Arsinée Khanjian, Türkiye’de daha çok Ararat filmindeki rolüyle tanınıyor. Beyrut’ta, Ermenice konuşulan bir evde doğan, kökleri Erzurum ve Diyarbakır’a dayanan Khanjian’ın ailesi, 1975’te Lübnan iş savaşı nedeniyle Kanada’ya göç etti. Fransız ve İspanyol edebiyatı eğitimi alırken tiyatroyla uğraşan, bu sırada da Egoyan’la tanışan Khanjian, o günden bu yana pek çok film, oyun ve dizide rol aldı.
İlk gençliğinden bu yana Ermeni kimliğinin bugünü ve geleceğiyle ilgilenen, sanatıyla sorular soran ve yanıtlar arayan bir entelektüel olan Khanjian, uzun yıllar Türkiye’den gelen bütün davetleri, soykırım hakkında özgürce konuşmak mümkün olmadığı gerekçesiyle reddetti. Khanjian, son olarak, Anadolu Kültür ve merkezi Yerevan’da bulunan Civilitas Vakfı’nın Dağa Tırmanmak söyleşi dizisinde Fethiye Çetin’le birlikte kişisel yolculuğunu paylaşmak üzere gelmeyi kabul ettiği İstanbul’da, uçaktan indikten sadece birkaç saat sonra buluştuk. Onunla 1915 soykırımı, Ermeni kimliği, Türkiye hakkında değişen düşünceleri ve hayalleri hakkında söyleştik.
Babaannem Diyarbakırlıydı
Tehcir sırasında kız kardeşiyle berabermiş. Jandarma, onları durdurup küçük kız kardeşine tecavüz etmeye kalkmış. Babaannem jandarmanın karşısına dikilmiş ve, “Utanmıyor musun? Bunu nasıl yaparsın? Senin anan bacın yok mu!” diye bağırmış. Adam durmuş, bırakmış. Sonrasında ne olduğunu sorduğumda, babaannem elini sallar, “Eehh!” derdi. Tahminim o ki, jandarma kız kardeşini bırakıp aynı şeyi kendisine yapmış. Ama o bunu asla anlatmadı. Sadece jandarmaya kafa tuttuğunu anlatır, gerisini getirmezdi.
Benim ailem
Soykırımın doğrudan bir sonucuydu. Yetim kalmış, yetimhanelerde büyümüş çocuklardı. Ama benim kişisel tarihim o kadar “öğrenilmiş, tahlil edilmiş, bağlamına oturtulmuş” ki… Ailemin tarihi oralarda bir yerlerde ama kimse bu konular hakkında tam anlamıyla konuşamadı. Çünkü herkes bir şekilde hayata devam etmek zorundaydı. Dolayısıyla, beni bu tarihi yeniden kurgulamam için okul, eğitim, entelektüel bir çaba gerekti.
Türkiye’ye gelmek
Soykırım özgürce konuşulacak hale gelene kadar buraya gelmek istemiyordum. Yıllarca davet edildik, ama gelmedik. İlk kez 3 yıl önce, oğlumun bir grup arkadaşıyla beraber gemiyle bir geziye katıldık. Kuşadası’na geldiğimizde, ben gemiden inmeyecektim. Ama oğlumun bütün arkadaşları inecekti ve o da onlarla gitmek istedi. O isteyince, ben de mecbur kalıp indim. Benim elimde değildi, oğlumu yalnız bırakamazdım. İşte Türkiye’ye ilk böyle ayak bastım. Ama bu sefer gayet resmi bir şekilde buradayım. Bu sefer buradaki varlığım benim kararımla ve amacıma uygun bir programla oluyor.
Annem kimliğine bağlıydı
1958’de Beyrut’ta doğdum. Lübnan’da iç çatışmaların olduğu, hatta Ermenilerin de birbirine girdiği zor zamanlardı. Babam havaalanında çalışan bir devlet memuruydu. Annem ev kadınıydı ve Ermeni kimliğine çok bağlıydı. Evde sadece Ermenice konuşulurdu. Ermenice bütün gazeteleri okurdu. Onun için hayatın anlamı, kültürümüzü ve tarihimizi devam ettirme sorumluluğuydu adeta. Çok önem verdiği ‘Artarutyun’ (Adalet) kelimesini ise sanki ilk doğduğum gün kulağıma fısıldamıştı.
Utanmıyor musunuz?
Perşembe günleri, bizim mahallede Türk filmleri gösterilirdi. O sinemaya Beyrut’taki pek çok Ermeni dolardı. Annem bazen beni elimden tutar, sinemaya götürür, kuyrukta bekleyenlere, “Utanmıyor musunuz? Bütün kültürümüzü yıktılar, siz gelip burada onların filmlerini izliyorsunuz!” derdi. Ben onun kızıyım, beni o büyüttü. Ondan etkilendim haliyle. Yıllar yılı giydiğim tişörtlerin etiketlerine hep dikkatle baktım biliyor musun, üzerinde ‘Made in Turkey’ yazıyor mu diye. Yazıyorsa asla giymiyordum. Zamanla bu tavrım bir ölçüde değişti. Şimdi buradayım ve acaba annem mezarında ters dönüyor mudur diye düşünüyorum.
Sağ olsaydı
Muhtemelen başta buraya gelmeme itiraz ederdi. Ama yaptığım şey şu anda bana çok doğru geliyor. Biz yıllar yılı diasporada çok çaba harcadık. Sizler de burada can vermek pahasına Ermeniliğinizi sürdürdünüz. 1960’lardan beri dünyanın dört bir tarafında Ermeniler yaşadıklarını anlattılar. Öyle bir noktaya geldik ki, artık her şey ortada. Biraz olsun vicdanı ve ahlakı olan herkes alıp okuyabilir, öğrenebilir. Nokta. Ama yine öyle bir yere geldik ki, bundan sonrası bizim elimizde değil. Çünkü Türkiye uluslararası ilişkiler açısından güçlü bir konumda. Mesela benim yaşadığım ülke olan Kanada, soykırımı tanıdı. Ama görüyorum ki, Türkiye alttan alta Kanada’da bile kendi inkârını yaymak için çalışma yürütüyor. Ve ben okuduklarım ve yaşadıklarım sonucunda, eğer bir ülkede değişim olacaksa, bunun, o ülkenin toplumunun bunun için talepkâr olması ve her şeyi göze alıp çaba göstermesiyle mümkün olabileceğini gördüm. Ben saf değilim. 70 milyon Türk’ün içinde, Hrant’ın cenazesinde yürüyen 200 bin kişinin çok bir şey demek olmadığını biliyorum. Ama değişim bir kez başladıysa, bunu önemsiyorum. Dün Berlin’deki konuşmamızda çok ilginç bir şey oldu. Bugüne kadar bu tip her konuşmamda, mutlaka karşıma Türk resmi tezini savunan, beni ikna etmeye çalışan birileri çıkardı. Dün baktım ki, elçilikten gelmiş bir Türk görevli, Fethiye Çetin’le tartışıyor. Yani iki Türk tartışıyorlar. Bu bana çok iyi geldi.
Burada ne olacağı önemli
Eğer ahlak sahibi insanlar, zihninde soru işareti olan insanlar kendileri araştırmaya başlarsa, asıl iş artık burada olacak demektir. Biz diasporada elbette ki çaba göstereceğiz, ama aslolan Türkiye’nin bu konudaki tutumudur. Benim affedici olabilmem için, failin bir hata yaptığının farkına varması gerekir. Anneme bunu anlatabilir ve sırf bu yüzden geldiğimi söyleyebilirdim.
Taşlar yerinden oynadı
Uzun süre hiçbir temas olmadı. Devasa, karanlık bir korkuydu Türkiye bizim için. Gelemezdik, temas edemezdik. Bu değişti. Türkiye, ASALA suikastlarından başlayarak bu konuyla yüzleşmek zorunda kaldı ve artık bu konuda yekpare değil, taşlar yerinden oynadı.
18 yaşında, Kanada’da teyzem beni Türk iş arkadaşlarından biriyle, “Çok iyi bir adamdır” diyerek tanıştırdığında, adamın karşısında donakaldım. Adam “Hello” dediğinde cevap bile veremedim. “Allah Allah” diye düşündüm, “Bu adam da nihayetinde bir insanmış, nasıl oldu da ben yıllardır korktum ondan.”
Türkiye’nin gündemi
Bugün artık soykırımın Türkiye’nin gündeminde bizde olduğu gibi birinci konu olmadığının farkındayım. Başka pek çok ve daha büyük sorunlardan sadece biri. Kürtler, Aleviler, bütün azınlıklar, Müslümanlar, bir sürü sorun var. Ama Ermeni sorunu yine de bunlar içinde bir tür çimento görevi görüyor. Hepsine bir şekilde bağlı.
Türk’ün kötü olduğuna inanırdım
Bir dönem Türk’ün doğuştan kötü olduğuna inanırdım. Artık öyle olmadığını, sorunun bilmemekten kaynaklandığını biliyorum. Bunun sorumlusu sistem. Geçmişin üzerini örten sistem. Üstelik sadece Ermenilerin üzerini örtmemiş, mesela kendi Türkçesini bile öyle bir şiddetle dönüştürmüş, felce uğratmış ki, gençler eski Türkçeden hiçbir şey anlamıyor. Soykırımı unut, eğer bir toplumun kendi tarihine ulaşma ihtimali ortadan kaldırılmışsa, orada nasıl bir ortam vardır?
Diyarbakır’da neyi arayacağımı bile bilmiyorum
Benim köklerim Diyarbakır’a uzanıyor. Ben bugün Diyarbakır’a gitsem, nereye gideceğimi, ne arayacağımı bile bilmiyorum. İsimleri bile bilmiyorum, değiştirmişler. Büyükbabam 5 yaşındaymış soykırımda. Adını sormuşlar, Arisdages demiş. Soyadını ise bilmiyormuş. “Baban ne iş yapardı?” diye sormuşlar, “Galiba deri işi yapıyordu, ayakkabıyla uğraşıyordu” demiş. Onun üzerine, kunduracı anlamına gelen Goşgaryan demişler soyadına. Şimdi ben ailemin izini nasıl süreyim? Gördüğüm kadarıyla bu durumda olan sadece biz değiliz. 70 milyon Türk de bundan çok farklı değil. Bu artık sadece benim meselem değil. Eğer Türkler kendi ortamlarında bu konuyu taşımaya hazırsa, benim de dışarıdan yapmam gereken bir şeyler var demektir.
Batı’da Ermeni olmak
Diasporada olmak, başlangıçtan beri hiç kolay değildi, giderek de daha zor oluyor. Yüksek lisans yaparken, çok saygı duyduğum, adeta taptığım bir hocam vardı. Bir gün ona Zoryan Enstitüsü’nden ve orada bir şeyler yapmak istediğimden söz ettim. Zoryan’da neler olduğunu sordu. Ermeni tarihi, soykırım gibi konulardan bahsedince, “Arsine, neden şu soykırım meselesini unutmuyorsun? Bu kadar sene geçmiş, neyine yarayacak!” dedi. Gözümdeki o yüce adam, şu karşıdaki apartman boyundaki adam, o apartmanın tepesinden bir anda tak diye yere çakıldı. Küt! Yüzüne baktım ve o gün en zeki, en rafine insanların bile beni anlamayabileceğini fark ettim.
Pişmanlığım
Bulunduğum koşullar içinde en iyisini yapmaya çalıştım. Pişman olduğum şeylerden biri, çocuğuma Ermeni kültürünü ve dilini tam olarak aktaramamak oldu. Oysa ben nasıl bir ailenin çocuğuydum? Oğluma iyi Ermenice öğretecek zamanım olmadı. Ama o anne ve babasının bu kimlik meselesiyle ne kadar yakından ilgili olduğunu, nasıl bir farkındalık taşıdığımızı biliyor. Bu farkındalık ve Ermeni olmak, başka adaletsizliklere, ihlallere karşı duyarlı olmayı gerektiriyor. Ruanda’da, Saraybosna’da, Kosova’da. Bu önemli bir meziyet.
Ben kimim?
Sadece Ermeniyim diyemem. Ermeniyim, Kanadalıyım, Ortadoğuluyum, dünyanın dört bir tarafında çalıştım, Avrupa benim için çok tanıdık… Hazır formüllere inanmam. İnançsız olduğumdan değil, çünkü daima sorarım. Benim sorumluluğum daima derine inmek, anlamaya çalışmak. Bir Türk de, ben bilmiyordum derse, haklıdır, bilmiyordu çünkü. Ama şimdi artık öğrenebilir. Şimdi öğrenmezse, demek ki sorumluluğunu yerine getirmiyor.
Hayalim
Soykırımın kabulüyle ilgili değil. Ermenistan’ın bütün değerlerine sahip çıkacağı, geçmişi aşacağı bir yola girmesini isterim. Soykırım benim için daha az önemli. Ermenistan’ın yapısal, kültürel, siyasi durumuyla ilgiliyim. Bunun için kaygılıyım. Hayatımda eğer bir mucize gerçekleştiyse, o da bağımsız ve özgür bir Ermenistan’ın kurulmasıydı. Dünün sorumluluğu bütünüyle bizim sırtımızda değil, ama Ermenistan’la ilgili sorumluluğu taşıyan biziz. Dolayısıyla hayallerim de Ermenistan’la ilgili.
Atom’la birlikteliğim
Kendime güvenmem için müthiş bir olanak sağladı. Sanatla bir şeyleri değiştirebileceğime inandım. Çünkü ailem, sanatı gerçek bir uğraş olarak görmezdi. Biz hep birbirimizi besledik. Ararat’ı çektiğimizde, burada Türkçe bir kitap yayımlandı ve orada, Öcalan’ın karısının onu Kürt meselesine çektiği gibi, benim de Atom’u soykırım filmine yönlendirdiğim yazıldı. Oysa gerçek tam tersiydi. Atom bu filmi çekmek istiyordu ama benim ciddi kaygılarım vardı. Atom’un yıllar yılı çalışarak inşa ettiği yönetmenliğine zarar vermesinden korkuyordum. Ama o ısrarla, “Tam da kariyerimin zirvesindeyken yapmak en doğrusu” diye düşündü.
10 yıl sonra Ararat
Kendine özgü bir filmdi Ararat. İçinde billurlaşan bir sürü mesele var. Yaşadığımız türlü zorluklar, kompleksler, sıkıntılar… Hepsi onun içinde. Ararat, Türklerle Ermenilerin konuşabileceğine inanan bir filmdi. Atom buna inanıyordu. Film, çok ilginç bir şekilde, macerasını sürdürüyor; ömrünü tamamlamış değil. Ama Atom’un bir anlamda önünü de kesti. Kariyeri açısından onu hayli zorladı. Her şeye rağmen Atom bu konuda çok rahat ve vicdanen çok huzurlu.
Karşımda eğer 20 yaşında bir Türk genci olsaydı
Ona bir Ermeni gencine veya herhangi bir gence söyleyeceğim şu sözleri söylemek isterdim: Meraklı ol, hep öğren. İktidarı reddetme ama iktidarın insani değerlere hizmet edip etmediğini sorgula ve hakikati ara… Sorumluluk sende. Hiçbir şeyin bahanesini başkasında bulma. İyiden de sen sorumlusun, kötüden de.
(Fotoğraflar: Berge Arabian)