“Geçmişin acı gerçekleriyle yüzleşmeden, hesaplaşmadan geleceğe nasıl ilerleyeceğiz ki? Acılara sessiz kalınamaz! Geçmişin bugünü teslim almasına izin veremeyiz. Ayrıca 1915 acısı maziye değil, bugüne ait bir mesele. Tarihle –ama bizimki gibi ‘icat edilmiş tarih’le, tahrif edilmiş tarihle değil–gerçek tarihle barış yaparak ve de tarihi istismar illetinden kurtularak huzura erebilir, barışı yakalayabiliriz.'
Hasan Cemal’in yazdığı 1915: Ermeni Soykırımı gelecek hafta Everest Yayınları’ndan çıkacak
FERDA BALANCAR
ferda@agos.com.tr
Hoyratlık böyle bir şey
Hasan Cemal, ‘Tarihin Eli Görmek İsteyene Doğru Yolu Gösterir!’ başlıklı giriş bölümünde, son kitabı ‘1915: Ermeni Soykırımı’nın yazılış amacını bu sözlerle açıklıyor. ‘Dün Ali Kemal, Bugün Hasan Cemal’ başlıklı ilk bölümde ise 2000’lerin ilk yarısında 1915 ile kişisel olarak yüzleşmeye başladığı dönemi anlatıyor. 7 Şubat 2006’da Hrant Dink’in yargılandığı ‘Türklüğe hakaret’ davasının duruşmasında yaşadıklarını, aklından geçenleri anlatan Hasan Cemal, o günlerde kendisine sık sık yöneltilen ‘vatan haini’ suçlamasıyla ilgili olarak “Bu ülkede ne kolay vatan haini imal ya da idam sehpaları hayal etmek. Bizde milliyetçilik, ırkçılık, Türk usulü hoyratlık böyle bir şey...” diyor.
Cemal kitabın ikinci bölümünden itibaren Mülkiye’de okuduğu yıllardan 2000’lerin başına kadar Ermeniler ve 1915 ile ilgili neler öğrendiğini, neler düşündüğünü ve düşüncelerinin zaman içinde nasıl değiştiğini çok açık ve inandırıcı bir üslupla anlatıyor.
Elbette kitabın okuyucu tarafından en çok merak edilen bölümlerinden biri de Cemal Paşa’nın torunu olarak Hasan Cemal’in dedesi ve ailesiyle ilgili anıları. ‘Paşa Dede ya da Cemal Paşa ailesi…’ başlıklı bölümde şöyle diyor;
“Cemal sülalesinde, ‘Paşa dedem’le üstü örtülü de olsa gurur duyulurdu. Pek öyle belli edilmese de Cemal Paşa dolayısıyla ailenin bazı fertleri kendisine Osmanlı soyluluğu, belki biraz da mavi kanlılık atfederdi. (…) Çocukken kulak misafiri olurdum. Cemal Paşa’nın çok iyi bir asker olduğu, bayındırlık işlerinden iyi anladığı, Atatürk’ün Enver ve Talat’tan nefret ederken dedemi sevdiği, dedemin suikasta kurban gitmeseydi, cumhuriyetin ilanından sonra Ankara’ya, Atatürk’ün yanına geleceği konuşulurdu aile arasında.”
Cemal Paşa’nın 1915’teki rolüyle ilgili olarak aile içinde neler konuşulduğuna dair ise kitapta şu satırlar yer alıyor:
“Aile içinde konu Ermeni meselesinden, 1915’den açılınca genellikle aynı şeyleri duyardım:
Birinci Harp’te Ermenilerin düşmanla, Ruslarla işbirliği… Bu nedenle yaşanan zorunlu göç, tehcir… Savaş koşulları… Salgın hastalıklar… Ve Ermenilerin bir bölümünün bu şartlarda ölmesi… O kadar! 1915’te, Tehcir’de yaşananlar elbette hazindi ama her şey ‘savaş şartları’ndan kaynaklanmıştı.
Hep bu söylenirdi aile içinde. Bu arada Cemal Paşa’nın, Enver ve Talat’tan farklı olduğuna inanılırdı ailede. Ermenileri Adana’da, Beyrut’ta koruduğuna, himaye ettiğine, Lübnan’da Ermeni yetimleri için okul kurduğuna, başına da Halide Edip’i getirdiğine dair bazı kırıntıların hafızamda yer ettiğini söyleyebilirim. İleriki yıllarda ise yine aile içinde Cemal Paşa, Enver ve Talat’tan ayrı tutularak ‘Paşa Dede’nin 1915’ten sorumlu olmadığı söylenmeye başlamıştı. Ben de buna karşılık “Ama siyaseten sorumluydu,” dedikçe tepki görecektim. Bana karşı aile içinde çok yüksek olmasa da bazı olumsuz seslerin yükselmesine tanık olacaktım.”
Hasan Cemal, dedesinin ilk kez 1919’da Münih’te Almanca olarak yayımlanan anılarında 1915’te yaşananlarla ilgili olarak Rusya’yı suçlayan şu ifadelere yer veriyor:
“Hayır efendiler hayır! Bu milletlerin her ikisini de [Türk ve Ermeni milletleri] haksız yere itham etmeyiniz; asıl kabahat bunlarda değil, bunları birbirine böyle alçakçasına saldırmaya teşvik eden Moskof siyasetindedir. Türk’ü öldürmek, onun binlerce senelik milli şöhretini mahvederek mirasına konmak isteyen ve esasen kan içmekten başka hiçbir şey düşünmeyen Moskof, Ermeni’yi Türk’e musallat etti. Türk, ‘ölmemek için Ermeni’yi öldürmek lazımdır’ fikrine düştü. İşte bundan dolayı tanığı olduğumuz olaylar ve facialar meydana geldi.”
Kitabın adı
Cemal Paşa’nın anılarında yer alan bu ifadelerin ardından Hasan Cemal’in günümüzde yaşanan tartışmalara ışık tutan saptamasını okuyoruz:
“Dedemin bu satırlarını okuyunca, İttihat Terakki zihniyetinin bugünlere sarkan, 2000’li yılların başında da Türk milliyetçiliğini etkisi altında tutan bakış açısının, yani hep milliyetçilik yapan ve kabahati her şeyde ‘dış düşman’lara atan zihniyetinin kalıcılığını düşündüm.”
‘Sonsöz Niyetine: Taşları Yerinden Oynatınca Kızarlar!’ başlıklı son bölümde ise Hasan Cemal, okuyacak olanın da okumayacak olanın da kitapla ilgili merak ettiği bir soruya ‘Kitabın adı neden 1915: Ermeni Soykırımı?’ sorusuna cevap veriyor:
“Bazı taşları yerinden oynatmaya, bazı tabulara dokunmaya çalışırken, insanın kendi kendisine uyguladığı şiddetin bazen verdiği acıyı hiç hissettiğin oldu mu? Bu şiddeti ben Los Angeles konuşmasını hazırlarken, soykırım sözcüğüyle boğuşurken de, kendi içimde bir nebze hissettim galiba. Elimde Nilüfer Göle’nin son kitabı var kaç gündür: Mahremin Göçü. (…) Nilüfer Göle ‘Hrant Dink’in öldürülmesi, soykırımı bir kez daha yaşattı bize. Bu hepimize, Türkiye’ye yapılmış korkunç büyük bir kötülüktür’ derken ne kadar haklı...”
Daha raflardaki yerini almadan ırkçı saldırıların hedefi olan kitap, sadece Hasan Cemal’in kişisel tarihi açısından değil, Türkiye kamuoyu için de önemli bir kilometre taşı anlamına geliyor. Son zamanlarda ırkçılık, nefret suçu deyince ilk akla gelen basın kuruluşlarından biri olan Yeni Akit’te geçen pazartesi çıkan ‘Ermenici tezgâh’ başlıklı haberde şu ifadeler yer aldı: “Ermenilere verdiği açık destekle bilinen Hasan Cemal’in önümüzdeki günlerde 1915: Ermeni Soykırımı adıyla bir kitabı piyasaya vereceği öğrenildi.”
Umarız daha kitap okuyucuyla buluşmadan başlayan bu nefret yüklü ırkçı saldırılar bu ülkenin kamuoyunun haklı tepkisiyle karşılaşır ve Hasan Cemal’in kitabı sağlıklı bir tartışma ortamının oluşmasına katkıda bulunur.
Kitaptan:
‘Düşündüğünü neden söylemeyeceksin ki?’
Los Angeles, 31 Mart 2011.
Kısa adı UCLA olan University of California, Los Angeles’ın Broad Hall’ünde akşam vakti yapacağım konuşmayla uğraşıyorum otel odamda.
Soykırım diyecek miyim?
Kafamdaki soru bu.
Kurken Bey’in de Los Angeles’a geldiğimden beri bütün merakı bu, soykırım diyecek miyim, demeyecek miyim.
Bu arada belki Ermeni Diasporası’nın zihniyet dünyasına bir açıdan ışık tutan bir sorusu daha var Kurken Bey’in.
Ara sıra soruyor:
“Türkiye’ye dönünce MİT sizi çağırır mı? Sorguya çeker mi? Bundan çekinmiyor musunuz?”
N’apayım, gülüyorum.
Hazırladığım konuşma taslağımın başında bir cümle var:
“Sizin acınızı biliyorum, sizin acınızı anlıyorum ve bu acınızı paylaşmak için buradayım.”
Peki ama hangi acınızı?
Soykırım acınızı mı?
Yoksa sadece acınızı mı?
Dilim neden böyle tutuk ki?
Sanki bilmiyor muyum, Anadolu’daki etnik, düşünsel, kültürel her türlü farklılığa, çoğulculuğa son vermeyi amaçlayan o Türkleştirme ve Sünnileştirme siyasetinin İttihat Terakki döneminde başlatıldığını…‘İç düşman’lardan arındırılmış bir Anadolu istendiğini… İttihat Terakki’yle cumhuriyetin kuruluşu arasındaki devamlılığı, ve bu açılardan 1915’in tarihi bir dönüm noktası olduğunu bilmiyor muydun da, dilin hâlâ tutukluk yapıyor?
Biliyorum tabii.
Yıllar içinde ağır aksak öğrendim.
Peki o zaman, düşündüğünü neden söyleyemeyeceksin ki?
Tutukluk sürüyor!
Konuşma metnimin başındaki o cümleye soykırım sözcüğünü bir ekliyor, bir siliyorum.