Bizim memlekette, kendini toplumda geçerli akçe saydırmanın en kestirme yolu, kişisel niteliğiniz ne olursa olsun, sırtını devlete dayamış izlenimi yaratmaktan ve bunu başkalarına kabul ettirmekten geçer.
Son örneğini 24 Kasım Öğretmenler Günü töreninde, Konya Valisi Cüneyit Orhan Toprak hadisesinde gördük. Vali Bey kendisini ön sırada dinleyenlerden birini azarlıyor:
“Sen öğretmen misin birader? Öğretmen gibi otur da bir görelim (…). Böyle güzel duygularla geliyoruz, güzel hareketlerle karşılaşmak isteriz. Ayağını dikip de valinin karşısında oturmak değil! (…) Yalan mı arkadaşlar? Yalansa söyleyin” .
Az bile söylemiş. Say ki orada devlet konuşuyor. Sen devleti dinlerken nasıl mum gibi oturmaz da bacak bacak üstüne atarsın?
***
Yalnız, olay burada bitmiyor; başlıyor. Düşününce, bakın neler var:
1) Vali Bey’in “Yalansa söyleyin!” demesi üzerine, ilgili videodan izliyoruz, öğretmenlerden bir alkış kopuyor. Meslektaşlarını herkesin içinde böyle bir sebeple azarlayan valiyi alkışlıyor öğretmenler.
2) Eğitim-Sen’in bildiri yayınlayarak azarcı valinin özür dileyip istifa etmesini istediği bir sırada ortaya çıkıyor ki, azarlanan şahıs öğretmen değil, gazetecidir.
Kasım 2019 itibariyle 118 gazeteci ve medya çalışanı cezaevinde olduğuna göre bu azar olayı kendiliğinden çok hafifliyor.
3) Vali Bey’in olaydan üzüntü duyduğunu söylemesi tabii ki kendisi için olumlu bir puan ama, ciddi biçimde ağız değiştirmiş:
“‘Birader’ demişim. Kibirle ilgisi yok. Kardeşçe, ‘Yakışıyor mu’ der gibi konuştum. Fırça yok, azar yok, bağırma yok, dışarıya çıkarma yok (…) 2 bin insan beni alkışladı (…) Demek ki art niyetli olmadığımı anladılar ve memnun kaldılar. Durup dururken beni niye alkışlasınlar?”
Videoya kaydedilmiş bir konuşmayı böyle baştan kurgulayabilmesi büyük cesaret ama, sorduğu sorunun gayet anlamlı olduğu da kesin: “Durup dururken niye alkışlasınlar?”
4) Azarlanan yerel gazeteci Ali Akkuş, yanına yazı işleri müdürünü de alıp özür dilemeye gidiyor azarlandığı için . Vali Bey de affetmek büyüklüğünü esirgemiyor.
***
Olayın özeti ve kıssadan hisse:
Kayseri doğumlu, Erzincan Refahiye nüfusuna kayıtlı, 87 mezunu Mülkiyeli kardeşim Cüneyit’i anlıyorum. Çocukken babası kendi önünde bacak bacak üstüne attırmadığı için, Baba Devlet’i temsil eden kendisi de, yetişkin insanlara attırmıyor.
Üstelik, bizim ülkede, kendini toplumda geçerli akçe saydırmanın en kestirme yolunun, kişisel niteliğiniz ne olursa olsun, sırtını devlete dayamış izlenimi yaratmaktan ve bunu başkalarına kabul ettirmekten geçtiğini biliyor.
Şimdi, bu “kurallar”ın yine güncel ve çok daha ağır bir örneğine geçelim: Saray’a gittiği söylenen CHP’li skandalı.
***
CHP 24 Temmuz 1923’te Türkiye Devleti’ni, 29 Ekim 1923’te de Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu.
Sonra da eserinin gölgesine sığındı ve artık bütün mevcudiyetini, o gölgeyi duvara yansıtıp büyütmeye endeksledi. Ve öyle yaşıyor. Genlerinin yetmiş yıldır santim santim bozulduğuna hiç aldırmadan.
Bozulma’dan kastım; o genler, o devirde Gayrimüslimlere ve Kürtlere uyguladığı onca zulme rağmen, 1920, 30 ve 40’ların faşizan uluslararası ortamı düşünüldüğünde “normal” sayılırdı. 21. Yüzyılda ise bütünüyle anormal. Bütünüyle bozulmuş durumda ve bu da bütün Türkiye’ye çok kötü örnek oluyor. Tek Adam Yönetimi’ni meşrulaştırıcı etki yapıyor.
***
Son olarak patlak veren, partili-partisiz herkese ‘Allah belasını versin fiyaskonun böylesinin’ dedirten, neye el atsa artık eline yapışan Tek Adam Rejimi’ne oksijen veren, Kılıçdaroğlu’nun da “isim vermek istemiyorum” diyerek beslediği, başta kayyım ve Suriye rezaletlerini unutturmaya programlanmış bir rezalet var.
Olayı özetleyecek değilim; fazlasıyla yazıldı. Ona varıncaya kadar ne rezaletler üretti bu bozulmuş genler. En önde akla gelenler:
1) Tek Adam Rejimi, Nisan 2016’da, tek muhalefet odağı HDP’yi fiilen kapatmak için milletvekili dokunulmazlıklarını kaldırmaya girişti.
Bunun için, Anayasa Md. 83/2’nin birinci cümlesi hükmünü (“Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz”) Geçici Madde 20’yle kaldırdı. Dokunulmazlığı kaldırılan milletvekilleri Meclis kararı olmadan sorgulanabilecek ve tutuklanabilecek hale geldi. Üstelik, TBMM’de kendilerini savunma ve AYM’ye başvurma hakları da ortadan kaldırılarak.
CHP’liler buna “evet” oyu verdi. Kılıçdaroğlu şöyle demişti: “AKP’nin teklifi Anayasa’ya aykırı ama ‘Evet’ diyeceğiz, aksi halde AKP bu durumu istismar edecek” . Yani, ‘Başkaları ne der? Bizi alimallah Kürtlerle bir sayar!’ hastalığı.
Sonuçta, 04.11.2016 günü 17 HDP vekili gözaltına alındı, 9’u tutuklandı . Ve HDP’lilerin yanı sıra kendi vekili Enis Berberoğlu da içeri atılınca CHP “Adalet Yürüyüşü” yaptı, hatırlarsanız.
2) 27 Mayıs cuntasında zil takıp oynaması ve 12 Mart cuntacısı Org. Muhsin Batur’u cumhurbaşkanı adayı yapması gibi geçmişleri atlıyorum. Şu anda Tek Adam Rejimi, tek muhalefet odağı HDP’yi fiilen kapatmak için sandığı devirirken ve yüzde 70’lerle seçilmiş belediye başkanlarının yerine birbiri ardına kayyım getirirken, bir-iki kişi dışında CHP’nin gıkı çıkmıyor. Yani, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”.
3) En vahimi, 1930’ların ulus-devletinin bile yapmadığı şeyi yapıyor, Suriye’ye girme tezkeresini (aman, “işgal etme” demiyorum!) Parti Meclisine bile danışmadan “içim yana yana” deyip destekliyor Kılıçdaroğlu. Ardından da, “Afrin’den askerimiz çekilseydi oradaki sivil toplum örgütleri hizmet yapamayacaktı” diyor . Pes.
***
Uzattık. Netice-i kelam:
CHP bu kafayla düzelmez. Sorun asla Kılıçdaroğlu değil; partinin “dövlet”le özdeşleşmiş genleridir. Söyledim, bu genler bozulmuştur. Gözünü karartıp “Ya bizi Kürtçü zannederlerse!” paranoyasını sonlandırmadıkça, HDP’ye kol kanat germedikçe, gözü önüne akıtılacaktır. Sıra kendisine gelecektir.
CHP kazara iktidara gelse, 30’lar zihniyetini A’dan Z’ye değiştirmedikçe, kurtuluşu, “Asiye Nasıl Kurtulur?”daki Asiye’nin “patroniçe” olup kurtulması gibi olacaktır.
Not: Patrik seçimi yaklaşıyor. Sırtını devlete dayamış derken, kimi Ermeni din adamlarını da unutmamak lazım.