Ermenistan'da çalışmalarını sürdüren Türkolog Anush Hovhannisyan Hrant Dink Vakfı tarafından düzenlenen ve Şişli Kaymakamlığı tarafından yasaklanan “Kayseri ve Çevresi, Toplumsal, Kültürel ve Ekonomik Tarihi” konferansının konuşmacılarından biriydi. Hovhannisyan ile konferansın yasaklanmasını ve yapmak istediği ama yapamadığı sunumu konuştuk.
İlk soru olarak sunum yapacağınız konferansın engellenmesi konusundaki görüşleriniz dinlemek isterim.
Bu konuda ilk hayal kırıklığını henüz Yerevan’dayken konferansın Kayseri yerine İstanbul’da yapılacağını öğrenerek yaşadım. Türkolog olarak Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi tarihi uzmanıyım. Geçmişte çalışmalarımla ilintili olarak Batı Ermenistan ve Kilikya bölgelerinde bulundum ama Kayseri’yi görmeyi önemsiyordum.
Kayseri’de yasaklanması haberini aldığımda bunun bölgesel yöneticilerin kararı olduğunu düşünmüştüm. Orta düzeydeki yöneticilerin yetkilerini kanıtlama, dikkatli ve uyanık olduklarını gösterme kaygısıyla böyle kararlar almalarına Sovyet deneyiminden aşinayım. İstanbul’a geldiğimde yasaklanma kararını ilk kez meslektaşım Ayhan’dan (Aktar) duydum. Onun şakacı karakterini bildiğim için ilk başta yine bir şaka yaptığını sanmıştım ama ne yazık ki doğruydu.
Ülke gerçekliğini bilen bir tarihçi olarak olanı anlayabiliyor ama mantıklı bir açıklama bulmakta zorlanıyorum. Mehter marşı ritmini, yani bir adım ileri iki adım geri yürüyüş tarzını bilirim. Bugünlerde ülkeye egemen olan militarist ruh haliyle bütünleşmeye çalışan toplumda, Kayseri’nin yakın geçmişine dair bilgiler sevimsiz algılanabilir. Nihayetinde hükümetler istedikleri etkinliği yasaklama gücüne sahipler ama insanların aklını da yasaklamak mümkün mü? Özellikle teknolojinin olağanüstü iletişim imkânları sunduğu bir çağda özgür aklın ifadesini yasaklamak mümkün mü? Konferansın gerçekleşmemesine çok üzgünüm. Eminim, konferans boyunca çok ilginç sunumlar işitme şansımız olacaktı.
Şiddetle merak ettiğim ise konferans sunumunuz. Neler anlatacaktınız?
Kayseri tarihinde Ermenilerin rolüne dair pek çok çalışmanın sunulacağının farkındaydım. Dolayısıyla yaygın olarak bilinmeyen, daha özel bir konu seçtim. Ermenice, Osmanlıca, Türkçe ve İngilizcenin yanı sıra Rusçaya da hâkim olduğum için bu konferansa Rus arşivlerinden derlenmiş bir konuyla katılmak istedim. 1934-35 yıllarında Sovyetler Birliği’nin kredisiyle gerçekleştirilen Kayseri Dokuma Fabrikası’nın (Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası) hikâyesini inceledim. O yıllarda Sovyetler Birliği yoksullukla baş etmeye çalışıyordu. Kiliselerin mülklerine el konmuştu. Hatta bireylerin zenginliği de ülkenin endüstrisini geliştirme adına ellerinden alınmıştı. Bir slogan halinde kapitalist dünyanın elde ettiği teknolojiye ve üretim gücüne ulaşmak ve aşmak hedeflenmekteydi. Sanayileşme seferberliği ilan edilmişti. Sovyet ülkesi bu borç yükü altındayken Kemalist Türkiye’ye sıfır faizle, üstelik bedelini de üretilen ürünle almak üzere 8 milyon ABD Doları değerinde kredi açmasının arkasında ne gibi etkenler vardı? Bu soruların cevabını Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanlığı Arşivi’ndeki belgelerde buldum. Sovyet yönetimi adına çalışan Surits adlı şahsın kendi teşkilatıyla yaptığı telgraf yazışmalarını içeren bir dosya buldum. O yazışmalarda yukarıdaki sorunun cevapları da vardı. Ben, o sebepleri üç başlıkta topladım. Bir bölümü bütünüyle diplomatik gerekçelere dayanıyordu. Sebeplerin ikinci bölümü ise ideolojikti zira Sovyetler Birliği’nde bütün hayallerin arkasında ideoloji vardı. Üçüncü grup sebepler arasında ise çok hassas iç dengelerle karşılaştım. Bazı birimler, açılan bu krediye karşı Türkiye’den beklentilere sahipti. Öncelikle uluslararası etkenlerden bahsetmeliyim. Türkiye Kurtuluş Savaşı yıllarında bir anlamda ortak düşmana karşı oluşan Mustafa Kemal- Lenin yakınlaşmasının ardından, yüzünü yavaş yavaş Batı'ya çeviriyordu. Nihayetinde biliyoruz ki Kemalist hareketin hedefinde Batı tipi bir medeniyet beklentisi vardı. Bu gözlem Sovyetler Birliği açısından bir hayli kaygı vericiydi zira havada ikinci bir dünya savaşının kokusu hissediliyordu. Yazışmalarda Türkiye’nin Batı bloğuna, özellikle İngiltere’nin etki alanına yaklaşmasına engel olmanın önemi vurgulanıyordu. Unutmayalım ki İngiltere bir yandan da Boğazlar konusunu sıcak tutmaya çalışıyordu. Oysa Boğazlar Ruslar açısından en önemli sorunlardan birini temsil etmekteydi. Ayrıca ülkenin ekonomik perspektifi de bir ikilemle karşı karşıyaydı. Hem piyasa ekonomisi güçlendirilmek isteniyor hem de kamu yatırımlarının gereği vurgulanıyordu. Milli iktisat ve karma ekonomi ifadeleriyle tanımlanan bu program küresel krizden ötürü uygulanamaz hale geldi. Kemalistler arayış içindeydiler ve önlerindeki tek model Rus projesi değildi. O dönemde Mussolini yönetimindeki faşist İtalya’ya yönelik etüdler de yapılıyordu. Onlar da Türkiye’nin benimsediği devletçi modele eğim göstermekteydiler. Bu şartlar altında Türkiye devletçi bir ekonomiyi benimsedi. Bu tarz ekonominin diğer bir adı da merkezi planlama ekonomisiydi. Nitekim Türkiye beş yıllık dilimler halinde kalkınma planlarını tam da bu yıllarda hayata geçirdi. Bu planlama şekli Sovyetler Birliği’nin ekonomi stratejilerine çok benziyor.
Tüm bunların dışında önemli bir faktör daha var, üstelik o faktör konusunda çok net verilere ulaşmak pek de mümkün değil. Konuyla ilgili yazışmaların çoğu gizli, dolayısıyla neyin nasıl olduğunu ancak çıkarsamalar yaparak değerlendirmek mümkün. Söz konusu mesele Troçki’yle ilgili.
O yıllarda İsmet İnönü’nün davet edildiği, Sovyetler Birliği Savunma Bakanı Voroşilov’un evinde İsmet İnönü, Rüştü Aras, Stalin, Dışışleri Bakanı Litvin ve başka üst düzey yöneticilerin katıldığı gizli bir toplantı düzenlendi. Fabrika yatırımı o toplantıda karara bağlandı. Ayrıca bir dizi kişisel ricalar da konuşuldu. Bu buluşmadan hemen sonra Troçki’nin evinde yangın çıktı ve korkulan o belgeler de yanarak yok oldular.
Merak ettim şimdi, Troçki'nin konuyla nasıl bir ilgisi var?
Stalin, Sovyet Devrimi’nin önemli figürlerinden Troçki’den kurtulma çabasındaydı. Onu, iktidarının rakibi olarak değerlendirdi. Bu bağlamda da bir dizi kumpaslar oluşturdu. Önce üstlendiği görevleri aldı elinden, ardından da Kazakistan’ın başkenti Almati’ye sürgün etti. Ancak Stalin’in Troçki korkusu bununla yatışmamıştı. Sonuçta rakibi orada da taraftarlar edinebilir ve iktidarına bir tehdit oluşturabilirdi. Bu şartlar altında Kemalist rejimle anlaşarak onun Türkiye’ye gönderilmesini sağladı. Troçki’nin 1929’dan sonra İstanbul Büyükada’da kendisine tahsis edilen bir konakta yaşadığını biliyoruz. Troçki, sürgün şartlarında dışarıya yazılar gönderme, gazetelere makaleler yazma imkânına sahip değildi ama gelirken yanında bir hayli doküman taşımıştı. Bunlar toplantı tutanaklarıydı ve içlerinde Stalin’i eleştiren, onu zor durumda bırakan pek çok arşiv belgeleri vardı. Demin de dediğim gibi, bu konuda mutlak bir veri olmamakla birlikte, olayların örgüsü söz konusu belgelerin yok edilmesinin Stalin açısından önemini ortaya koyuyor. O yıllarda İsmet İnönü’nün davet edildiği, Sovyetler Birliği Savunma Bakanı Voroşilov’un evinde İsmet İnönü, Rüştü Aras, Stalin, Dışışleri Bakanı Litvin ve başka üst düzey yöneticilerin katıldığı gizli bir toplantı düzenlendi. Fabrika yatırımı o toplantıda karara bağlandı. Ayrıca bir dizi kişisel ricalar da konuşuldu. Bu buluşmadan hemen sonra Troçki’nin evinde yangın çıktı ve korkulan o belgeler de yanarak yok oldular.
Türkiye’nin Rusların ilgisini kazanma çabaları bununla sınırlı değil. Konstrüktivizmin önemli örneklerinden biri sayılan fabrikanın açılış töreninde Celal Bayar’ın yaptığı konuşmayı dönemin İzvestia gazetesinde okumuştum. Tören sonrası aralarında Voroşilov’un da bulunduğu heyetle fabrikanı yemekhanesine geçilir. Mekân Türkiye ve Sovyetler Birliği bayraklarıyla donatılmıştır. Duvarlarda Mustafa Kemal’in ve Stalin’in fotoğrafları vardır. Burada kadeh kaldırılır, Bayar Türk- Rus dostluğu hakkında konuşma yapar ve Yoldaş Stalin ile Yoldaş Voroşilov şerefine kadeh kaldırır. Celal Bayar’ın siyasi çizgisini iyi bildiğimden, bu tablo bana çok ilginç gelmiştir.
Konferans gerçekleşseydi tüm bunları anlatacaktım. Ayrıca belirteceğim bir husus daha var. Bu projenin hayata geçmesi sadece ekonomik bir devrimin değil, aynı zamanda toplumsal bir dönüşümün de başlangıcı olacaktı. Zamanın hafızasını anlayabilmek için tarafsız gözlemlerin de önemli olacağını düşündüm. Bu konuyu bir Amerikalıdan ve daha sonra Almanya’daki Nazi gençlik hareketine katılacak olan Alman bir kadın gazetecinin değerlendirmelerinden anlamaya çalıştım. Bu kadın ilerleyen yıllarda Arjantin’de yaşama veda etti.
İlginç bir sorun da işçi temininde yaşanacaktı. İş deneyimine sahip olan Ermeniler ve Rumlar kalmadığına göre, uzak köylerden getirilecek işçilerin eğitimi planlandı. Muhafazakâr ve geri kalmış köylerde yaşayan insanların endüstri işçisine dönüştürülmesi önemli bir sorundu. Tekstil sektörü yapısı gereği kadın çalışanlara gereksinim duymaktadır. Amerikalı kaynağın anlattığına göre fabrika müdürüyle aralarında ilginç bir konuşma geçer. Buna göre müdür, köylerdeki kızların, anneleri henüz onları muhafazakâr fikirlerle zehirlemeden koparılmalarını ve fabrikanın bünyesindeki yurtlarda özgür kadınlar olarak eğitilmelerini salık vermektedir. Alman kadın gazetecinin de aynı müdürle, Fazıl Bey ile ilginç görüşmeleri var. Onun anlattıklarına göre Fazıl Bey, fabrika alanındaki spor sahasına büyük önem vermektedir: “Benim derdim spor değil, spor yoluyla bu insanları çağdaşlığa yöneltmek.” Böylece sportif formalar giyerek bağnazlıktan kurtulabileceklerini umuyordu.
Son tahlilde milliyetçi bir ideolojiye sahip olan Kemalistlerle milliyetçiliği reddeden, onun yerine enternasyonalizmi benimseyen Sovyet siyasetçilerin olağanüstü uyumu çok çarpıcı geliyor. Aralarındaki benzerlikler, farklılıklardan çok daha fazla. Otoriter, totaliter rejimlerin ideolojik farklılıklarına rağmen bu denli uyum içinde olabilmeleri ayrıca araştırılmaya değer bir konu.
Keşke bu sunumu konferans esnasında dinleme şansımız olsaydı...
Sadece dinlemek değil, izlemek de diyebilirim, zira sözünü ettiğim açılış törenine dair, kısa bir film de getirmiştim beraberimde.