Hayal, hakikat ve roman

ARİF TAPAN

Aslında hikâye basit. Bir aralık ayı gecesinde evinizde oturmuş çayınızı içmeye hazırlanırken kapınız çalıyor. Gelen karşı komşunuz. Evin açık kapısını fırsat bilen yaşlı ve hasta kocasının çıkıp gittiğini, kaybolduğunu anlatmaya çalışıyor yana yakıla. Sizden yardım istiyor. Dumanı üstünde tütün sıcak çayınızdan bir yudum almadan yaşlı kadının size verdiği kimliği cebinize atıp sokaklara, caddelere dalıyorsunuz. Tek bir amacınız var aslında. Komşunuzun kaybolan kocasını bulup evine getirmek. Lakin cebinizde komşunuzun kimliği kendinizi dışarıya attığınız anda işler pek de tahmin edileceği gibi gitmiyor. Zira gecenin içinde dolananları ateş tüketiyor.

Murat Gülsoy’un yeni anlatısı ‘Ve Ateş Bizi Tüketiyor’dan bahsediyorum. Her ne kadar kitabın kapağında, sol üst köşede ‘roman’ ibaresi bulunsa da açıkçası Gülsoy’un bize sunduğu bu hikâyeye roman demek gelmiyor içimden. Roman dediğim anda anlatılan hikâyeye dair bir şeyler dışarıda kalacakmış; hikâyenin üzerine, ona birkaç beden dar gelecek bir kılıf geçirmeye çalışacakmışım gibi hissediyorum.

Bakhtin’in yorumu

Sovyet edebiyat kuramcısı Mikhail M. Bakhtin 1941’de yazdığı ve ilk kez 1975’te yayımlanan “Epik ve Roman: Bir Roman İncelemesi Metodolojisine Doğru” başlıklı çalışmasında romanı diğer yazılı edebi türler karşısında nasıl tanımlayabileceğimizden (daha doğrusu nasıl tanımlayamayacağımızdan) bahseder. Ona göre roman, yapısal ve anlamsal düzlemlerde henüz “biçimlenmemiş” ve “tamamlanmamıştır”. Biçimlenmeye, dönüşüp değişmeye devam etmektedir. Zaten romanı roman kılan şey de bu biçimlenmeme, tamamlanmama ve tanımlanamama halleridir. Roman dediğimiz tür (ya da Bakhtin’in deyişiyle “bütünlük”) tam da bu ya da şu biçimdedir, diyemediğimiz için romanın biçimsel bir tanımı mümkün görünmemektedir. Öte yandan romanın, biçimselliğin yanında diğer edebi türlerle kurduğu “anlamsal” ve “dilsel” ve yine herhangi bir sabit kalıpla ifade edilemeyecek türlü ilişkileri de söz konusudur. Bakhtin’in burada göstermeye çalıştığı şey bizim roman dediğimiz anlatı bütününün tutarlı, tekil, organik, homojen ve katı bir biçiminin olmamasının onu anlamsal ve dilsel boyutta akışkan, geçirgen, çoğul ve açık uçlu kılmasıdır. (Mikhail Bakhtin, “Epik ve Roman: Bir Roman İncelemesi Metodolojisine Doğru,” Karnavaldan Romana, çev., Cem Soydemir (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001), 164-208.) 

‘Ve Ateş Bizi Tüketiyor’, bana göre tam da Bakhtin’in bizim roman dediğimiz türe dair işaret ettiklerine haiz bir metin. Yazının girişinde bahsettiğim gibi esasen anlatının çatısı bir ‘kayıp arama’ krizi üzerine kurulu. Adı, yaşı, kim olduğu bilinmeyen; ne iş yapıp, nerede yaşadığı tam olarak kestirilemeyen hikâyenin ben-anlatıcısı insanların yılbaşı hazırlıkları yaptığı bir aralık gecesinde aslında çok da tanımadığı, samimi bir muhabbetlerinin bulunmadığı yaşlı karşı komşusunu aramak için sokaklara düşüyor. Hikâye ilerledikçe emekli bir ağır ceza hâkimi olduğunu öğrendiğimiz yaşlı komşusunun izini oradan oraya süren ben-anlatıcı, kendisini kayıp komşusunun yerine koyarak “Onun yerinde ben olsam, bir gece alıp başımı gitsem, nereye giderdim?” sorusuyla hareket ederek, etrafa yaşlı adamın gözleriyle bakıp, sesleri, işaretleri, kişileri onun nazarıdikkati ile takip ediyor. Yirmi bir bölümlendirme ile sunulan hikâyede, kayıp arayıcımız eczaneden doktor muayenehanesine, pastaneden terzi dükkanına, huzurevinden üniversiteye, karanlık dehlizlerden metro inşaat tünellerine, radyo stüdyosundan otele, lunaparktan mezarlığa uzanan daha birçok yere girip çıkıyor, onlarca farklı kişiyle karşılaşıyor. İşler de her girilen yeni mekanla, her tanışılan yeni kişiyle daha da sarpa sarıyor. Eğer “normal şartlar altında” elinizde bir kimlikle kayıp arıyorsanız, yolda karşınıza çıkan kişilere kimlikteki fotoğrafa benzeyen birini görüp görmediğini sorar, alınan her olumsuz yanıtla kayıp olanı aramaya devam edersiniz. Ama bir dakika, bunu yapmadan evvel (ya da yaparken) kolluk kuvvetlerinden, belediyeden ya da güvenlik görevlilerinden neden yardım almayasınız? Bu soruya türlü yanıtlar verebilecekken hikâyenin en başıyla ilgili, benim de aklıma en çok takılan sorulardan bir diğeri sorulabilir: İnsan elinde bir kimlik fotoğrafıyla hakkında hiçbir şey bilmediği birini gece yarısı, karanlığın içinde aramaya koyulur mu?

‘Ve Ateş Bizi Tüketiyor’daki yapısal/kurgusal bütünlük ben-anlatıcının karanlığın ortasında oradan oraya dolanmasıyla kimi zaman tekinsiz, kimi zaman komik, kimi zaman alabildiğine tuhaf ya da absürt hallere bürünmekte. Bu sıfatları yan yana düşündüğümüzde ise yolun nereye gideceğini tahmin etmek kolay: Groteks (grotesque) anlatı. Anlatının başındaki “Gecenin içinde dolanıyoruz ve ateş bizi tüketiyor.” epigrafını düşünürsek anlatıdaki temel iki izleğin gece/karanlık/serinlik ve ateş/aydınlık/sıcaklık arasında olduğunu düşünebiliriz. Gecenin, karanlığın içinde yakılmış bir ateş ise birbirine ters iki olguyu bir araya getiren bir hal olarak görülebilir. Gecenin içinde yakılmış bir ateş nereyi aydınlatır, kimi ısıtır, kimin gölgesini nereye düşürür? Geceyi karanlık bir mağaraya, elinde bir kimlikle dolanan ben-anlatıcıyı da o mağarada yanan bir ateşe benzetirsek mağaranın duvarlarına yansıyacak, gecenin karanlığında açığa çıkacaklar bize gerçeği, hakikati mi işaret eder; yoksa bizi gerçeğin bir izdüşümüyle hayalin, düşün, yanılsamanın peşinden mi sürükler? Sözcük olarak grotesque’in grotta yani ‘mağara’dan türemiş olmasıyla, Gülsoy’un anlatısındaki karanlık gece-mağara-zihin metaforu şüphesiz tesadüfi olmasa gerek. Ben-anlatıcının gecenin içindeki yolculuğu boyunca karşılaştığı kişilerin, olayların, hikayelerin yer yer onun hayali mi yoksa hakikatin kendisinin mi olduğu ikilemini okura hissettiren tam da budur. Mekândan mekâna, hikâyeden hikâyeye seyrederek kayıp komşusunun izini sürmeye çalışan ben-anlatıcının gecenin içindeki tüm hercümerçte kaybolması, bir başkasının izini sürerken kendi yolunu kaybetmesi; düşle gerçeğin, hayalle hakikatin, batıni ile zahirinin iç içe geçtiği bu anlatıyı yer yer tuhaflaştırarak, komikleştirerek, tekinsizleştirerek groteks kılmakta; metni türsel ve anlamsal düzlemlerde bir curcunaya dönüştürmektedir.

Yine Bakhtin’den yola çıkarak bir tür/biçim olarak roman dediğimiz anlatı bütünlüğünün diğer tüm anlatı durumlarını türsel, dilsel ve anlamsal olarak ihlal ettiğini, diğer anlatı türlerini dönüştürüp değiştirdiğini, onları kendi bünyesinde asıllarından çok daha başka formlarda yeniden vücuda getirdiğini düşünürsek, ‘Ve Ateş Bizi Tüketiyor’daki sözünü ettiğim anlatı bütünlüğünün neden farklı düzlemlerde bir anlatı curcunasına, bir kırkyamaya dönüştüğünü daha kolay anlamlandırabiliriz. Post-modernist kurmacanın tüm imkanlarını tabiri caizse yağmalayan bu anlatı gerçekle gerçek olmayan, rüyayla uyanıklık, hayalle hakikat, şimdiyle geçmiş iç içeliğinin; metinlerarasılığın, etkilenmenin ve daha pek çok kurgusal ve anlatısal olanağın oldukça bonkör bir şekilde kullanıldığı bir metin olarak farklı anlamlandırmalara son derece müsait. Her ne kadar okura kayıp komşusunu aradığını söyleyen ben-anlatıcı bizi olabildiğine hikâyenin derinlerine çekmeye çalışsa da tüm bu anlamsal, anlatısal ve türsel bolluktan dolayı hikâyenin bir noktasında durup şu soruyu sormamız kaçınılmaz bir hal alıyor: Bu adam hakikaten kayıp komşusunu mu arıyor, hakikaten cebinde bir kimlikle onun izini mi sürüyor?

Akla ziyan hikâye

Bu soruyu soruyoruz zira anlatı ilerledikçe, ben-anlatıcı oradan oraya sürüklendikçe zihni yorulmaya, bulanmaya başlıyor: “Tam çay poşetini sıcak su dolu bardağıma daldırmış, çayın siyam balığı gibi dalgalanarak yayılışını izliyordum ki kapı çalınmıştı. Peki bu ânın öncesinde ne olmuştu? Kapkara bir boşluk. Belki de bembeyaz bir boşluk. Hiçliği hayal etmek ne kadar zor. Sanki bu ânın öncesinde yoktum. Bu sahnede ortaya çıkmış bir hikâye kahramanı gibiydim. Akla ziyan bir hikâye.” Anlatının (bizim okuduğumuz kadarıyla) sonlarına doğru kendi varlığının bilincine varan, “akla ziyan bir hikaye”nin içinde olup olmadığını sorgulayan ben-anlatıcı bir hikaye kahramanı olarak da kendi varlığını sorunsallaştırmakta, kendisini okura yabancılaştırmaktadır. Gecenin içinde oradan oraya savrulurken “Fakat neden bu gece yaşadıklarımı sanki çok uzak bir geçmişte bir başkasının yaşadıkları gibi algılıyorum?” diye soran anlatıcı ile okur olarak bizim kurduğumuz ilişki de artık iyiden iyiye şekil değiştirmektedir.

Yazının başında dediğim gibi aslında hikâye gayet basit. Kaybolmuş biri var ve gece yarısı komşusu onu bulabilmek için sokaklara düşüyor. Lakin Gülsoy’un inşa ettiği anlatısal evrende bu basit krizin bir bulma-bulunma sonucuna kavuşması beklenecekken, kendimizi daha çok kaybolma-daha çok arama sarmalının içinde buluyoruz. Kaybolan kim, kim kimi arıyor birbirine karışıyor. Zihinler bulanıyor. Çok daha incelikli ve kuramsal bir okumayı hak eden bu metin bize nihayetinde gösteriyor ki gecenin içindeki ateş hayali, hakikati ve romanın bizzat kendisini tüketiyor.

Ve Ateş Bizi Tüketiyor 

Murat Gülsoy

Can Yayınları

277 sayfa.