Mert Kaya’nın ‘Müslümanlaş(tırıl)mış Rumlar: Bir Bellek Anlatısı’ kitabı Libra Kitap’tan çıktı. Kaya, kitabında, 1919-1925 yılları arasında zorunlu göçe tabi tutulmasına rağmen Anadolu’da kalan, zamanla Müslümanlaş(tırıl)an Ortodoks Rumların yaşadıklarının izini sürüyor. Mert Kaya, ODTÜ Sosyoloji bölümünü bitirdikten sonra yüksek lisansını Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Kültürel Çalışmalar ve Medya bölümünde tamamladı. Aynı fakültenin İletişim Bölümleri bölümünde doktora eğitimini sürdürmekte olan Mert Kaya ile kitabından ve kendi ailesinin hikâyesinden yola çıkarak, Müslümanlaş(tırıl)mış Rumları konuştuk.
Öncelikle sizin hikâyenizden başlayalım. Sizi böyle bir çalışma yapmaya iten nedir?
Beni böyle bir çalışmaya iten şeyin kısa cevabı ‘ahde vefa’. Uzun cevabı ise şu şekilde; Ailemin genelden farklı bir hikâyeye sahip oluşunu öğrendiğimde ufaktım. Bir akrabamız Yunanistan’a gitmiş, döndüklerinde herkesi evlerine davet etmiş, çocuklar odadan çıkartılmış ve yetişkinler bir video izlemeye başlamıştı. Bir süre sonra odadan ağlama sesleri gelmişti ve çocuklar olarak durumu merak edip odaya girmiştik. Odaya girdiğimde televizyonda yaşlı bir adamın kırık bir Türkçe ile hepimizi çok sevdiğini, çok özlediğini söylediğini duydum. Videosu dönen adamın kim olduğunu kimse anlatmadı. Israrlarımız sonucu anneannem televizyondaki yaşlı adam için “Benim amcam” dedi. Neden Yunanistan’da, neden Türkçesi bozuk, neden ağlıyorsunuz gibi sorularımın tamamı çok uzun süre yanıtsız kaldı. Madem bir akrabamız var, madem çok da seviyoruz, peki o zaman neden gitmiyoruz, neden onlar gelmiyor, neden oradalar ya da biz niye buradayız? Yunanistan’a ziyaret için giden ve ‘o yaşlı adamla’ karşılaşmamı sağlayan akrabalarımızla ne zaman bir araya gelsek, konuyla ilgili daha fazla bilgi almaya çalıştım. Yoğun baskılarım sonucu cevap vermeye çalıştılar ama tüm cevaplar ulus-devlet yapısının tüm gücüyle şekillendirdiği anlatılardı.
Lise zamanlarımda bana verilen cevapların doğru olmadığına kanaat getirmiştim. Konu dahilinde lise zamanlarımda Yunancaya ilgi duydum. Daha sonra Yunanistan’a gitmeye karar verdim. Giderken daha önce ziyaret eden akrabalarımızdan adresleri ve bilgileri aldık ama bulamadım. Zira bilgiler, adresler olabildiğine eksikti. Üniversite yıllarımda da aklımın hep bir köşesinde kaldı bu konu. Azınlıklarla ilgili projelerde çalıştım. Yunanistan’a giden akrabamı her gördüğümde sorular sormaya devam ediyordum. Bir gün kendisi beni çağırdı. Yunanistan’da bulunan akrabalara ulaşamadığını, telefon ve adres bilgilerinin karşılık bulmadığını belirtti ve bu konuyla en başından ilgilendiğim için benden yardım istedi. Oturup tüm bildiklerini not ettim. O da aslında gerçekten ne olduğunu bilmediğini fakat Bitlis’te doğmalarına rağmen babalarının onlara Bitlisli değil Amasyalı olduğunu söylediğini belirtti. Hiç akrabaları olmadığını, babasının bir Kürt ailenin yanında çoban olarak çalıştığını, neden akrabamız yok? sorusuna babasının hep tepki verdiğini belirtti. Geçmişle ilgili soru sormasını bile yasaklamış babası bir ara. 2013’te amcalarının babalarına gönderdikleri mektuplar dahil, tüm detay bilgileri edindim. Sosyal medya aracılığıyla Yunanistan’a gittiklerinde kaldıkları köyde yaşayan diğer insanlara ulaşıp akrabalarımıza ulaşmaya çalıştım ve ulaştım. O sırada eğitimime Almanya’da devam ediyordum ve hemen Yunanistan’a gittim. 90 küsür yıl sonra iki büyük aile fertlerinin 2. kez buluşması gerçekleşti. Orada hikâyenin gerçeğini öğrendim. Anneannemin babasının bugün Samsun Vezirköprü ilçesinin Aydoğdu köyünde, Rum Ortodoks bir ailenin ferdi olarak dünyaya geldiğini, mübadele zamanında Bafra limanındaki yoğunluk sebebiyle doğuya sürgün edilen birkaç bin aileden biri olduklarını, Bitlis’te bir süre ikamet ettirildiklerini, o sırada anneannemin babasının bir Kürt ağasının evinde çobanlık yaptığını, Halep’e gitmek için harekete geçecekleri gün büyük dedemin askerleri görüp kaçtığını ve orada kimsesiz bir çocuk olarak kalmaya devam ettiğini öğrendim. Yıllar sonra kardeşi bir kere Bitlis’e gelip büyük dedemi bulmuştu. Üstelik 15 gün kadar birlikte de kalmışlar. Fakat bu bilgi daha önce bana hiç verilmemişti. Türkiye’ye döndüğümde tüm hikâyeyi anlattım. Bildikleri her şeyi anlatmalarını istedim. İki kardeşin bir kere Bitlis’te, bir kere İzmir’de bir araya geldiğini öğrendim. Bu sürede büyük dedem Yunanistan’da bir kardeşinin olduğunu kimsenin bilmemesi gerektiğini tembihlemiş herkese.
Oraya gittiğimde sanki herkes beni bekliyor gibiydi. Birilerini bekleyen, birilerinin gelmesi için her gün dua eden insanlar tanıdım. Beni böyle bir çalışmaya yapmaya iten şey onca yıl hasretlik yaşayıp birbirlerini göremeyen insanlardır. Kardeşinin, çocuğunun uzaklarda olduğunu, artık başka biri olduğunu bilip anlatamayan insanlardır. Bu çalışmaya iten şey; hatırlamanın ne kadar değerli olduğudur.
Derinlemesine mülakat yapacak görüşmeci bulmakta oldukça zorlanmışsınız. Hrant Dink Vakfı’nın sözlü tarih çalışmalarından anladığımız kadarıyla Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilerle mülakat yapmak da kolay olmuyor ama daha fazla sayıda görüşmeciyi ikna edebiliyorsunuz. Müslümanlaş(tırıl)mış Rumlar, Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilere göre sözlü tarih çalışmalarına katılmakta daha çekingen görünüyorlar. Bunun nedenleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Birkaç farklı nedeni olabilir. Öncelikle belirtmek gerekir ki Ermeniler üzerine yapılan çalışmalar son zamanlarda çok fazlalaştı. Belgeseller, filmler, akademik çalışmalar, kitaplar. İnsanlar bu durumdan güç alıyorlar. “Yalnız değilim” hissi güç veriyor insanlara ve korkuyu yeniyorlar. Gizli kalan hikâyeler konusunda Rumlar oldukça geride kalmışa benziyor. Akademik araştırmalar oldukça sınırlı ve durumun kamuoyu yaratabilecek bir gücü yok. Davet edildiğim konferanslarda hikâyeleri paylaşınca, bir çok insan ulaştı bana. Ve elbette yine torunlar dile geldi.
Bir diğer önemli neden coğrafya olabilir. Rumlar için Batı’da daha yoğun olmak üzere tüm Anadolu coğrafyasından bahsedebiliriz. Özellikle bugün Karadeniz (Pontos) bölgesinde insanların Rumluktan bahsetmesi çok kolay değil. Türk olduğunu Rumca anlatan insanlarla karşılaşma oranı oldukça yüksek yerler var. Milliyetçiliğin çok yüksek olması, toplumsal bir baskı unsuru elbette. Batı’da daha kolaymış gibi görünüyor ama bu sefer karşımıza Kemalizm çıkıyor.
Müslümanlaş(tırıl)mış Rumların daha çekingen oluşunun temel nedeni bence ulus-devlet ideoloji ve kurulan homojen toplum yapısında Yunanistan ve Yunanlılar üzerine kronolojik olarak devam eden siyasi sebepler. Mübadele, hemen sonrası Varlık vergisi, 6-7 Eylül 1955 Pogromu, 1964 sürgünü, Kıbrıs Harekâtı ve sonrasında sürdürülen Kıbrıs siyaseti, Adalar konusu. Benzer durum Ermeniler için geçerli olsa bile, Ermeni Soykırımı’nın son 20 senede daha yoğun geliştiğini ve karşılığında Ermeniler üzerine toplumsal nefretin son yıllarda arttığını söyleyebilirken, Rumlar ve Yunanistan için toplumsal nefretin siyaset eliyle hep taze tutulduğunu görebiliyoruz. Dolayısıyla mübadele sonrası kalan Rumların kültürleşme süreçlerinin baskılar dolayısıyla daha net sürdürüldüğünü söyleyebiliriz. Taze kalan ve sürekli pompalanan nefret de zaten belirttiğim gibi insanların ortaya çıkıp yaşadıklarını anlatmasını engelliyor.
Çalışmanız 2016’da yapılmış. Aradan geçen süre içerisinde daha fazla sayıda Müslümanlaş(tırıl)mış Rumla tanışma görüşme imkanı buldunuz mu?
‘Yalnız değilim’ hissi çok kuvvetli bir his. Hikâyeleri aktardıkça dinleyen insanlar ya kendi aile hikayelerini ya da duydukları benzer hikayeleri aktardılar. Bir çoğu Rum olduğunu kabul etmeyen insanların hikâyeleriydi. Çok fazla insan ile tanışma fırsatı bulmadım ama dolaylı yoldan hikâyelerini dinledim. Zor olan insanın kendi hikâyesini anlatmasıdır, ötekinin hikâyesi hep daha kolaydır. Yardım isteyen insanlar da oldu özellikle Karadeniz bölgesinden, gerçeği öğrenmek isteyen, Müslümanlaştırılmış bir aileye sahip olduğunu düşünen, Yunanistan’da akrabası olduğunu duyduğunu, arayıp bulamadıklarını söyleyen insanlar. Yunanistan’da, Türkiye’de Müslüman akrabaları olduğunu, sık sık görüştüklerini anlatan insanlarla tanıştım. Yani gerçekle yüzleşmiş, akrabalarını bulmuş ama bunu anlatmayan insanlar var. Tezimle ilgili konuşulduğunda, hikâyeler aktarıldığında bir çok kez benzer hikâyeleri duydum fakat insanlar son bir iki yılda paylaşmaktan korkar oldular.
Türkiye Ermenileri Patrikhanesi’ne kimliğine geri dönüş amacıyla vaftiz olmak isteyen kişiler olduğunu biliyoruz. Araştırmalarınız sırasında Ekümenik Patrikhane’ye bu yönde talepler olduğunu gözlemlediniz mi? Bu talepler Patrikhane yetkilileri tarafında nasıl karşılanıyor?
Benimle aile hikâyesini paylaşanlardan birisi kimliğine geri dönüş için vaftiz olup şu an kilisede görev yapanlardan birisi. Başka insanlar da tanıdım ve çoğundan edindiğim bilgi Ekümenik Patrikhane’nin o kadar ılımlı bir bakışı olmadığı yönünde. Öyle ki kimliğe geri dönüş için vaftiz talebi olan kişi sürecin hep uzatılmasından dolayı Atina’ya gidip vaftiz olduğunu aktardı. Bu noktada siyasi ilişkilerin etkili olduğunu düşünüyorum. Yunanistan’da bulunan bazı gazeteci arkadaşlarım Türkiye’den birçok kişinin gelip Yunanistan’da vaftiz olduğunu belirtmişti. Sürecin daha hızlı işlemesi ve kolay kabul görme bunda etkili olabilir. Türkiye’de vaftiz için gerekli ve yeterli dini bilgiye sahip olmak, bu doğrultuda eğitim almak, aileden onay almak gibi talepleri olmuş Patrikhane’nin örneğin. Hikâyeniz, çabanız ve talebiniz olumlu görünebilir ama cemaatin sizi kabul etmesi, öyle hızlı işleyen bir süreç değil.
(Mert Kaya -en solda- Yunanistan'da akraba ziyaretinde)
Araştırmalarınız çerçevesinde Yunanistan’a da gitmişsiniz. Yunanistan kamuoyunda, ‘kimliğe geri dönüş çabaları’ nasıl algılanıyor?
Araştırma çerçevesinde ve akraba ziyaretleri dolayısıyla bir çok kez gittim. Genel nüfus, toplumsal yapı göz önüne alındığında Yunanistan’ın çok büyük bir kısmının Anadolu coğrafyasından geldiğini söyleyebiliriz. Ciddi şekilde korunmuş bir Anadolu kültürü görebiliyorsunuz. “Anadolu’da kalma” bir çok ailede konuşulan bir konu. “Her aileden bir fert kaldı neredeyse” demişti bir yaşlı tanıdığım mesela. Türkiye’de kalan insanlar olduğuna dair zaten bir bilinç söz konusu. Dolayısıyla kimliğe dönüş çabası onca baskıya rağmen bir direniş, bir mücadele olarak görünüp oldukça saygı görüyor. Gerçeği görmek, gerçeğe uzanmak, olarak algılanıyor. Örneğin tezimin konusunu ve aile hikâyemizi duyunca röportajlar yapıldı Yunanistan’da. Onca yıl sonra ailelerin bir araya gelmesini diğer kişiler için ışık olacağını, ümit vereceğini söylediler çünkü herkesin bir akrabasının kaldığını düşünüyorlar.
Müslümanlaş(tırıl)mış Rum bireyin yüzleşme sürecinde yaşadığı sorunlardan söz eder misiniz?
Sürecin en önemli ayağıdır yüzleşme. Her yüzleşme başka bir sayfanın açılmasına sebep oluyor aslında. Onlarca yıl, Türk ve Müslüman kimliğiyle yaşamış birisi için hiç kolay bir süreç değil elbette. Yüzleşme ‘intikam’ veya ‘nefret’ doğurmuyor. Acının paylaşılması, aktarılması olarak kendine yer buluyor. Zira yüzleşme birkaç şekilde gerçekleşebilir. Devlet eliyle de gerçekleşen yüzleşmeler olduğunu çalışmam sırasında gördüm. Kendi çabalarıyla yüzleşenler de, üçüncü bir şahıs tarafından yüzleştirilenler de var. Yüzleşme öncelikle bir kabullenmeme süreci doğuruyor. Aksini iddia ve bu iddiayı temellendirme güdüsü çok fazla ama insanların ellerinde yeterli bilgi yok. Kabullenme süreci, belirttiğim gibi bir paylaşım sürecini oluşturuyor. Yalnız olmama, başka hikâyelerin de olabileceği dürtüsü oluşuyor. Paylaşım başlıyor. Türk ve Müslüman kimlikleri, ulus-devlet yapısı bir devlet modelinde, homojen bir toplum algısında oldukça kuvvetli ve baskıcı kimlikler. Müslüman bir Rum olma durumu, olasılık dahilindeyken bile kabul göremez bir kararlılıkla duvara toslayabiliyor. Müslümanlığın bir tercih, Rumluğun etnik bir durum olması göründüğü kadar kolay anlaşılmıyor.
Yüzleşme sürecinin getirdiği bir boşluk da söz konusu. “Peki şimdi biz neyiz?”, “Ne İsa’dan, ne Muhammed’den” sözlerini alanda duymuştum. Kimlik sürecinin yeniden inşasına denk gelen bir süreç bu ve bir çok sorunu beraberinde getiriyor.
Bazı insanlar aktarmaya, anlatmaya, mücadele etmeye de başlıyor. Ulus devlet algısını, homojen yapının eleştirisi başlıyor. İnsan temelli bir yaklaşım oluşuyor. Çalışmalarım sırasında gözlemlediğim şey yüzleşmenin kendiliğinden oluşmasının daha olumlu sonuçlar verdiği üzerine. ‘Dönme’ olarak yaftalanan bir ailenin yüzleşme süreci daha sancılı. Devlet eliyle yüzleşme süreçlerinde de böyle. Aniden birinin gelip, kanıtlarla akraba olduğunu söylemesi mesela, hikâyeyi başka bir sürece sürükleyebiliyor. Yüzleşmeye zorlanmak, süreci baltalıyor bir bakıma. Kişinin bulunduğu coğrafya, edindiği kültür, sahip olduğu, verili kimliği, sürecin şekillenmesinde önemli rol oynuyor. Örneğin aşırı muhafazakâr bir aileye sahip olduğunu belirten biri bana ulaşıp yardım istemiş, ailesinin Müslümanlaştırılmış Rum olduğunu bildiğini, elinde bilgiler olduğunu aktarmıştı. Durumu ailesinden gizli olarak araştırmış, ailesine aktardığını söylemişti. Ailesinin durumu bildiğini, fakat asla konuşulmaması gerektiğini, konuşulması halinde evlatlıktan reddine varabilecek kötü sonuçlar doğurabileceğini belirtmişti. Verili kimlikler üzerinden yüzleşme süreçleri şekillenmelidir. Kimileri için Müslüman yapılmakla yüzleşmek süreci kolaylaştırırken, kimileri için çekilen acılar yüzleşme sürecini hızlandırır.
‘Hatırlama üzerine bir mücadele alanı yaratmaya çalışıyorum’
Kitabın sonuç bölümünde, “Sorduğum sorulara cevap ararken ulaştığımı düşündüğüm cevapların aslında yeni birer soru olduğunu fark ettim” diyorsunuz. Bu ‘yeni sorular’dan söz eder misiniz?
Bütün çalışma kendi aile hikâyemi araştırmam ile başladı. Yazmam gerekiyordu, birilerinin yazması gerekiyordu. Araştırmak, bulmak, yeniden bir araya gelmek, birlikte gülmek, birlikte ağlamak gerekiyordu. Uzun zaman aldı ama ulaştım, buldum, gittik, geldiler, güldük, ağladık. Hikâyesini benimle paylaşan insanların bazıları da benzer süreçleri yaşadılar. Benzer soruları sormuş, benzer yanıtlar almıştım. “Mübadele ile 1,5 milyon Ortodoks Rum gitti, 500 bin Müslüman Türk geldi” gibi kalıp tarihsel bir yargının dışında, kalan Rumların olduğu ortaya çıkmış, benim aile hikâyemin münferit bir olay olmadığı anlaşılmıştı. Kalan Rumların kültürleşme sürecine girdiği, kronolojik olarak yaşanan olaylar ve sürekli gündeme getirilen nefret ile insanlar bastırılmış, hikâyelerinin açığa çıkması önlenmişti.
Benim çalışmamın bir ucu Miroslav Hroch’un Avrupa’da ‘Milli Uyanış’ kitabından hareketle azınlık grubun milli bir harekete dönüşüp dönüşemeyeceğini de tartıyor. Bu durumda çalışmam Hroch’un belirttiği, milli uyanış için gerekli kriterlere sırtını yaslıyor ve Rumlar için bir milli hareketin mümkün olmadığını da söylüyor. Sayıca azlık, akademik eksiklik ve milli bilincin/yüzleşmenin gerçekleşmemiş ya da çok az gerçekleşmiş olmasını buna sebep olarak gösteriyorum. Ulus devlet sürecinin, oluşturulan Müslüman Türk kimliğinin ve homojen yapının kalan Ermeniler gibi Rumları da toplum içinde erittiğiyle karşılaşınca, diğer gayrimüslimler için de geçerli olup olmayacağı sorusu geliyor akla. Saf ırk temelli devlet modelinde saf bir ırkın olmaması durumunun gerçekliği ortaya çıkıyor.
Bundan sonra önümüzdeki dönemde Müslümanlaş(tırıl)mış Rumlar konusunda neler yapmak istiyorsunuz?
Yüksek lisans tezim olarak bu konuyu çalışmış ve bu tez ortaya çıkmıştı. Doktorama devam ediyorum. Aynı konu üzerinden çalışmalarımı sürdüreceğim. İnsan hikâyeleri toplamaya devam ediyorum. Bizi kurtaracak olan şeyin hikâyelerimiz olduğunu düşünüyorum. Anadolu coğrafyası, göçün coğrafyasıdır. Göç hep bırakma, bırakılma, gitme ve kalma dolayısıyla acı içerir. Acılarımızla anlayacağız birbirimizi. Ben hikâyeleri anlatmaya devam edeceğim, anlaşılana kadar. İnsanları hikâyelerini anlatmaya davet edeceğim, zira hatırlamak önemlidir. Hatırlama üzerine bir mücadele alanı yaratmaya çalışıyorum. Bunca zaman unutulan, unutturulan her ne varsa oturup konuşmalı, yüzleşmeli, aktarmalıyız.