MURAT CANKARA
Hayır, muhtemelen orta sınıfa özgü misyonlarla haksızca yüklenip aptalca şişirilmiş bir er(kek)gen tarafından hunharca katledilen Ceren Damar hakkında değil bu yazı. Onu neyin katlettiğini ve koşullar göz önüne alındığında, bizi şaşırtanın, böyle bir şeyin gerçekleşmesi değil bu kadar nadir gerçekleşmesi olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz. Hayır, kanımızla duş alma fantezileri kuranlar, kanımızı haince sokağa dökenler ya da geleneğe uyarak, kanımızı akıtmadan canımızı almak isteyenler hakkında da değil. Evet, öfkeliyim ve korkuyorum; üstelik sadece öfkemden de değil. Bir kitap vesilesiyle, güzel ve hırçın ülkemizde bir akademiden söz edilebilirmişçesine dikkat çekmek istediğim, pek makbul, pek üniversiteli, yani pek içeriden, sosyal medyada şiddetin her türlüsüne karşı cansiperane cehd eden heşteg demokratlarını da ilgilendiren kolektif bir şiddet türü.
Özenli baskı
Sanat tarihçisi ve eleştirmeni Sezer Tansuğ’un (1930-98) ‘Şenlikname Düzeni’ başlıklı çalışması ilk kez 1961’de, o sıralarda Memet Fuat’ın yönettiği De Yayınları tarafından yayınlanmış. Kitabın ikinci baskısını ise Yapı Kredi Yayınları 1994 yılında yapmış; bu kez örnek minyatürlerle birlikte, büyük boy ve renkli. Şimdi burada söz konusu olan, Everest Yayınları’nın gerçekleştirdiği üçüncü basım. Everest, artık pek çok yayınevinin yapmaya tenezzül etmediği şeyi yaparak önceki baskılara değinmekle kalmıyor, bu tür metinlerin ihtiyaç duyduğu bir edisyon sunuyor okura: Kitapta Ömer Faruk Şerifoğlu’nun uzunca çerçeve yazısı, Tansuğ’un ilk iki baskıya yazdığı önsözler ve YKY’nin 33 yıl sonraki ikinci baskısı için kaleme aldığı ek de yer alıyor. Üstelik, YKY baskısındaki boyutta olmasa da minyatürler ve metin örnekleri de mevcut kitapta. Dolayısıyla okur hem Tansuğ’un orijinal metnine (yazarın ikinci baskı için yaptığı ‘bazı zorunlu çıkarmalar’ hariç) erişiyor hem metne konu olan minyatürleri görüyor hem de metni katman katman tarihselleştirme olanağına kavuşuyor. Sadece metni okumuyor, metnin yazılma ve alımlan(ma)ma süreçlerine de şahit oluyor. Tıpkı ‘Türkiye 1643: Goşa’nın Gözleri’ (Oktay Özel, İletişim Yayınları) gibi, kendi anlamının ötesine uzanıyor, dışına taşıyor ‘Şenlikname Düzeni’. Bu devirde ne büyük şans!
‘Surnâme’
‘Şenlikname Düzeni’, III. Murat’ın 1582 tarihinde oğlu Şehzade Mehmet’in (sonra III. Mehmet olacak) sünneti vesilesiyle düzenlediği görkemli şenliğe (elli günden uzun sürmüş) dair ‘III. Murat Surnâmesi’ üzerine altı parçalı kısa bir metin. ‘Sur’un ‘düğün’, ‘ziyafet’, ‘şenlik’ gibi anlamları var. Surnâmeler de “Osmanlı padişahlarının sünnet ve evlenme düğünlerinde, şehzadelerin, sultanların doğumlarında düzenledikleri şenlikleri, seyirlik oyunlarını ele alan” edebî metinler (s. 87). Tansuğ, Nakkaş Osman’ın bu surnâme için yaptığı minyatürlerden yola çıkarak bazı önemli meseleleri tartışıyor ve sorular soruyor. Bunlardan belki en önemlisi, Bizans-Osmanlı kültürel ilişkilerine dair. Zira Tansuğ bu surnâmedeki minyatür düzeninin, Hipodrom’daki Dikilitaş üzerinde bulunan ve 4. yüzyılda Büyük Thedosius zamanında yapılmış olan kabartmalardan alındığını öne sürer. Ancak bu, ‘özümsenmiş’ bir etkilenmedir. Diğer bir deyişle, yazar için önemli meselelerden biri Nakkaş Osman’ın minyatürlerinin özgün boyutudur. Bir yandan Doğu’yla Batı’yı, İslam’la Hıristiyanlığı, minyatürle resmi karşılaştırırken diğer yandan da Türk minyatürüyle İslam, daha doğrusu İran minyatür geleneği arasında bir ayrım saptamaya çalışır. Elbette bu tür bir girişim tarihyazımı ve sanat tarihçiliği gelenekleriyle hesaplaşmaktan kolay kolay kaçınamaz. Tansuğ, minyatürlerin somut yaşamdan kopuk, sadece kalıplara bağlı, gerçekçilikten uzak olduğu söylemine cephe alır. Küçümseyici ‘taklit’ söylemini de eleştirir. Dahası eski Türklerin düğünlerde getirilen hediyeleri kaydetme geleneklerinden, ‘III. Murat Surnâmesi’nden yaklaşık yüz elli yıl sonra Vehbi’nin yazıp Levni’nin minyatürlediği ‘III. Ahmet Surnâmesi’ne kadar uzanarak tarihsel bir perspektif de geliştirmeye çalışır. ‘Gözlem’i, ‘yeniliğin ve hareketin tasviri’ni; tarihin miraslar ve değişimler zincirine yerleştirmeyi dener. Karagöz de vardır bu zincirde, sinema da.
Hülasa, memleketimizde karşılaştırmalı edebiyatın farklı ulusal edebiyat geleneklerinden gelme iki eserin karşılaştırılmasından ibaret olduğunu düşünenlere inat, mükemmel bir karşılaştırmalı edebiyat örneğidir ‘Şenlikname Düzeni’: minyatür-resim-yazı-şiir arasında gidip gelen, artzamanlı, ulus ötesi ve kavramsal (‘öz’, ‘etki’, ‘taklit’, ‘dönüştürme’ vb.) bir inceleme. Bununla birlikte, yöntem açısından ve tarihsel açıdan da dikkate değer bir çalışmadır. Bir öz(günlük) arayışıdır. ‘Yabancı’ kuramın (örneğin Heinrich Wölfflin’inki) ‘yerli’ malzemeye (örneğin minyatüre) uygulanamayacağı, ancak onu ele alabilmek için gerekli ilke ve kavramlara ilham olabileceğinden yola çıkar. Oryantalizmin tuzaklarına düşmeden farklılığı anlamlandırmaya çalışır. Zihin açıcı sorular sorar, kışkırtıcı iddialar ortaya atar, ensesi en kalın uzlaşımları tırmalar. Bu açıdan, yıllar sonra Walter Andrews’un Klasik Osmanlı Şiiri ya da John Berger’in Şeker Ahmet Paşa’nın ‘Ormanda Oduncu’ resmi için yapmaya çalıştığını önceler gibidir. Elbette, kitabın ilk yayınlanma tarihi göz önüne alındığında, ‘buraya oradan değil de buradan bakma’ çabası Kemal Tahir’i, Asya Tipi Üretim Tarzı tartışmalarını, Sencer Divitçioğlu’nu, Metin Erksan’ı ve kim bilir benim bilmediğim daha kimleri/neleri akla getiriyor. Kendi deyişiyle ‘camiye kiliseden bakma’maya çalışan Sezer Tansuğ, bu türden iddialı girişimlerin önemli bir bölümünde olduğu gibi, amansız eleştiricilerin canına minnet genellemelerden (Doğu-Batı ve resim-minyatür eksenlerinde değindiği “birey” meselesinde olduğu gibi) her zaman yakasını kurtaramıyor. Hem rahmetli berhayat olsa sormak lazımdı: Camiye camiden, kiliseye kiliseden bakan ne görür?
Akademik şiddet
Şimdi, gelelim işin şiddet boyutuna. Kitabın Everest baskısını okuyanlar, adeta polisiye bir hikâyeyle de karşılaşacaklar. Zira ‘Şenlikname’, Sezer Tansuğ’un İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Sanat Tarihi Bölümü’nde Mazhar Şevket İpşiroğlu danışmanlığında yaptığı ve asistanlıktan istifa ederek tamamlayamadan bıraktığı doktora tezine dayanıyor. Anlaşılan o ki, Tansuğ ve danışmanı arasındaki anlaşmazlık krize dönmüş. Tansuğ’un istifasından sonra İpşiroğlu da tezi yazma görevini alanında geleceğin meşhur akademisyenlerinden Nurhan Atasoy’a vermiş. Atasoy’a devredilenin tam olarak ne olduğu belirsiz olsa da Tansuğ doğal olarak, tamamlayamadığı tezini bir an önce kitap olarak yayınlatmak istemiş. İlk başvurduğu yayınevinin Edebiyat Fakültesi’yle organik ve akçeli ilişkisi olduğunu, bu nedenle de kendisini oyaladığını fark ederek Memet Fuat’a gitmiş ve kitap olağanüstü bir süratle De Yayınları’ndan basılarak Atasoy’u başka bir konuya yönelmek zorunda bırakmış. Şerifoğlu’nun giriş yazısındaki bazı yorumlar hariç, bunları Tansuğ’un kaleminden okuyoruz şüphesiz. Elbet başkalarını da okumalı. Ancak bundan sonrası, şüpheye mahal bırakmayacak denli tanıdık: sükût suikastı. Epey büyük iddiaları olan bu kitap hakkında ne bir tartışma ne doğru dürüst bir yazı. (Cemal Kafadar’ın –ki ne zarif sorular sorar- kitabın daha ilk yayınlandığı zamanlarda başlayan ilgisini, Beliz Güçbilmez’in Tansuğ öldükten epey sonra ve ona da referansla Türk tiyatro edebiyatı alanındaki denemesini burada not edelim.) Doğrudan konu hakkında yazanlar bile, iddialarını çürütmek veya saçma bulduklarını belirtmek için dahi olsa anmıyorlar, üzerinden atlıyorlar ‘Şenlikname Düzeni’nin. Anlaşılan o ki, goygoyu ve feylesofu bol memleketimizdeki akademik gelenek (kimlerin gruba dahil olduğu, kimlerin ne ölçüde, nerede ve nasıl eleştirilebileceği, kimlereyse hiç dokunulmayacağı bilgisi), teamüller ve epistemik cemaatler (yoksa akademik çeteler mi demeli?) devreye giriyor. Bir şeyden söz etmezlerse o şeyin var olamayacağına iman eden erkek erkek kürsüler, önce uysal fakat içindeki erkeği salmaya her an hazır hanım hanımcık ve beyefendi ‘protégé’ler ve daha bir sürüsü. Ve yine anlaşılan, kendi denizinden uzaklaşmadan başka denizlere yelken açmak zorunda bırakılan bir acılık kalmış geriye. Belki kırgınlık, kızgınlık, haksızlığa uğramış olma duygusu; belki bunun verdiği bir hırçınlık. Bir yandan kendi gençlik coşkusuna mesafelenme isteği, diğer yandan kendisini süren akademinin temsil ettikleri ve edemedikleri karşısında geçimsiz, kavgacı ve polemikçi bir eleştirmen; öte taraftan ise ülkedeki akademik sanat tarihçiliğinin çağdaş sanatla ilişkisindeki gediği tek başına kapatmaya çalıştığını belirtmekten çekinmeyen bir kibir.
Hikâyeye neresinden bakarsak bakalım, akademik kültürümüz hakkında müthiş ve temsil kabiliyeti çok yüksek bir örnek. O vakit, tanıtmayı denediğim kitabın ruhuna uygun bir iddiayla bitireyim yazıyı: Âlimlerimizin, münekkitlerimizin, münevverlerimizin, sanatkârlarımızın kahir ekseriyeti; bilime, düşünceye ve sanata katkılarından ziyade, bir zamanlar şu ya da bu nedenle görmezden geldikleri sayesinde tarih sayfalarına geçecekler. İtiraz? Elbette.
Şenlikname Düzeni
Sezer Tansuğ
Everest Yayınları
220 sayfa.