MELİH LEVİ
Geçtiğimiz günlerde eskiden kalma bir fotoğrafa denk geldim. Yüzeyi bir sonbahar yaprağı gibi hafiften sararmıştı. Fotoğrafın evimizin oturma odasında, yemekten sonra çekildiği besbelli. Annem koltukta oturuyor, elinde bir kâse var. Acaba en sevdiği tatlıdan mı yiyor? Abim yerde oturmuş ve bütün dikkatini bir oyuncağa vermiş. Bense mama sandalyesindeyim, gözlerim fal taşı gibi açık, fotoğrafı çeken kişiye bakıyorum. Fotoğrafı çeken büyük ihtimalle babam. Belli ki bana oynuyor, “Melih, buraya bak, bak burada ne var!” diyerek dikkatimi çekmeye çalışıyor. Parmaklarımı fotoğrafın üzerinde şöylece gezdiriyorum, sanki dokunduğum herkes canlanacak, bir şey söyleyecek, fotoğraf hüzünlü pelerinini çıkarıp zapt ettiği anı akışına bırakacak. Babam beni kucağına alıp havada şöyle bir döndürdükten sonra annemin yanına getirecek. Bu düşünce silsilesinden yavaşça sıyrılırken fotoğrafa seslenmek istiyorum: “Ey geçmişin habercisi! Söyle! Neden gizlersin benden bir cevapmış gibi geçmişi!”
Sembolik aktivite
Şiirsel bir dürtüyü taklit ediyorum: Geçmişin nefesini tuttuğu o anda biraz daha kalabilmek için şairlerin asırlar boyunca vazgeçemediği nida, yani seslenme, sanatına başvuruyorum. Fotoğrafı kışkırtmaya çalışıyorum: Haydi, sıkıca tuttuğun anı akışına bırakıver. Fotoğrafı bir kenara koyunca aklıma şu soru geliyor: Şairler neden asırlar boyunca nidaya başvurmuşlar? Edebiyat kuramcısı Jonathan Culler, nidanın günümüz kültüründe eskiden kalma bir öge muamelesi gördüğünü ve okuyucuda hafiften de olsa bir utanma duygusu uyandırdığını söylüyor. Sanki şiirin ayağına dolanmış bir dürtü gibi. Culler’a katılıyorum, nida günümüz şiirinde coşku verme işlevinden arınmış sembolik bir aktivite olarak süregeliyor. Bunun için birçok sebep sıralanbilir. Modernist edebiyatın duygusallıktan uzaklaşmak için geliştirdiği yabancılaştırma teknikleri, akabinde postmodernitenin ironik ve mesafeli eğilimleri günümüz okurunu nida gibi coşku talep eden eğilimlere karşı önyargılı hale getirmiş olabilir.
Öncelikle nida eyleminin şiir için ne gibi olanaklar sağladığını düşünelim. Nida, şairin bir ana özel olarak dikkat çekip, onu diğerlerinden ayırmasını sağlıyor. Şair, bunu “şimdi” gibi zaman zarfları kullanarak veya herhangi bir söz sanatına başvurarak da başarabilir. Fakat nida şairin hissettiği duyguların bir doyum noktasına ulaştığını ve bu noktada tasvirin artık yeterli gelmeyeceğini düşündürüyor. 16. yüzyılın en önemli Fransız şairlerden Louise Labé’den bir sonenin başlangıcına göz atalım:
Ey saf, kahverengi, başka yöne çevrilen gözler,
Ey hararetli iç çekişler, ey bitmeyen gözyaşları,
Ey boşuna beklenmiş siyah geceler,
Ey boşuna geri dönen parlak şafaklar
Ey inatçı arzular, ey hüzünlü ağıtlar,
Ey harcanan zaman, ey meşakkatli pişmanlıklar,
Yüzlerce ağa takılı kalmış yüzlerce ölüm,
Ey gayelerime musallat olan felaketler.
Bu dizeleri bir de ‘ey’ nidasını çıkararak okumayı deneyin. Şairin çelişkili duygularını, arzulu seslenişini hissetmek hala mümkün, fakat Labé’nin dizelerine hayat veren o tipik aciliyet ve çözümsüzlük duygusu kayboluveriyor. Labé, ‘ey’ nidasını okuyucuya her dizenin başında ve kimi zaman ortasında dillendirerek tasvirden öteye gidiyor. Yaşadığı dönemi göz önünde bulundurursak Labé’nin arzuyu neden böylesine bitmek bilmeyen bir deneyim gibi anlattığını anlayabiliriz. Genellikle erkek şairlerin, sevilen kadını tasvir ederek onun üzerinde hüküm kurma çabasını anlatan methiyelerine karşı, Labé şiiri arzuyu yaşayan ve yaşatan bir deneyime dönüştürüyor. Şiiri, sevgiliyi elde etmek için verilen stratejik bir ‘savaş’ olmaktan kurtarıp, arzunun doğası üzerine kurguluyor. Nida sanatına başvurarak arzunun şimdiki zamanını daha geniş bir ana yayıyor. Ölümün her seslenişte şiiri bir hayalet gibi ziyaret ettiğini hissetmek mümkün. Ne de olsa arzu sonunu hayal ederek yaşadığımız bir duygu. Arzuyu hissettiğimiz kadar, onu ‘gidermek’, yok etmek de isteriz.
Uysal’ın dili
Günümüz şiirinin en başarılı isimlerinden Oya Uysal nida sanatını özellikle de son on sene içinde yayımlanan kitaplarında özgün bir dille kullanıyor. Uysal’ın şiirleri nidanın modern şiirde hangi koşullar altında barınabileceği konusunda da bir fikir vermesi açısından önemli. 2008’de yayımlanan ‘kimselerin akşamı’ kitabındaki ‘Kıyısı Olmayan Nehir’de şöyle diyor:
Ah! ruhun mevsim değişimi
Hafifseyen gülüşün bile ulaşılmaz kılarken seni,
bir kendine yetmezlik şimdi, sığınma isteği.
Uysal’ın seslendiği şey ne bir nesne ne de bir kişi. Uysal, Labé gibi, yoğunlaşan duygularına seslenip, onları anlaşılır kılmaya ve dilin nizam arzusuna teslim etmeye çalışıyor. Labé’den farklı bir biçimde, Uysal’ın şiirlerinde belirgin olan dolambaçlı bir söz dizimi var. Derin, karmaşık duygusal deneyimleri bir örümcek ağının kararlılığıyla ifade ediyor. ‘Ruhun mevsim değişimi’ gibi son derece soyut tasvirleri nidayla bir muhatap haline getiriyor. Fakat hitap edilen ‘dağ’ veya ‘deniz’ gibi şairin duygusal karmaşasını bünyesinde barındırabilecek bir nesne değil. Tersine, oldukça soyut bir tasvir: ruhun karmaşık duygu haritasının ve imgelerinin dışavurumu.
‘Annesi Yok Akşamın’ şiiri, akşamın gelişini ‘içine ağlayan içli bir çocuğa’ benzeterek başlıyor. Bu tasvir, yerini annesinin ölümü ile “saklanacak karanlığı kalmayan,” dilini kaybetmiş kişinin sesine bırakıyor. Şiirin sonunda yine bir nidayla karşılaşıyoruz:
Ah! haksız yere hırpalanmış sahipsiz çocukluğum.
Birer deniz feneriyken karanlıkta anneler
fırtınada kaybolan bir gemiydi henüz zaman
fırtınada bir gemi,
bir gemi kâğıttan.
Sözün bittiği yerden, karanlığın en derinlerinden bir “Ah!” ile sesleniyor şair. Neye? “Haksız yere hırpalanmış sahipsiz çocukluğu”na… Nida burada da artık geri dönülmesi mümkün olmayan bir geçmişe duyulan arzuyu ifade ediyor. Annenin aydınlığında geçen çocukluk günleri, onun yokluğunda karanlığa boğulmaya başlıyor. Karanlık tam anlamıyla çökmeden geçmişe doğru elini uzatan şair, karanlıktan bir gemi imgesi kurtarabiliyor. Fakat batması bir zaman meselesi çünkü, hem “fırtınada” kaybolmuş hem de “kâğıttan” bir gemi. Öyleyse, zamanla bu kadar iç içe geçmiş olan bir imgenin zamanı temsil etmesi de şaşırtıcı değil. Uysal’ın nida konusundaki ustalığı işte burada yatıyor: Bir sesleniş anına böylesine fani bir derinlik getirebilmesi, yok olmaya yüz tutmuş, anlık bir duygusal yoğunluğu dilin dolambaçlı örgüsüne işleyebilmesi.
2014 yılında yayımlanan ‘siyah saten bir gecelik’ adlı kitabında Uysal, ‘gecenin uykuya daldığı vakitler’i anlatmaya devam ediyor. Geceye ‘ey kusurları örten iç ürperten karanlık,’ diye sesleniyor. Uysal için karanlık hem insanı koruyan hem de hassas hale getiren bir çelişki. ‘Üşümek’ şiirinde şu dizelerle karşılaşıyoruz:
Ey gizli bir din gibi sessiz içimden yaşadığım aşk!
Kalbe gömülen aşkta can bulan gülü soldurmayan zaman.
Ne zaman baksam,
benim olanı bana vermeyen hayatın gözlerine kaçırılan bakışlar…
Şairin ‘gizli bir din’ gibi yaşadığı bu duygular, yüzeye çıkıp hitap edilir kıvama ulaştıklarında zapt edilmeyi, yani sadece ‘aşk’, ‘zaman’ veya ‘bakışlara’ indirgenmeyi reddediyorlar. Uysal, bir yandan salıverip, duyguların yüzeye çıkmasına imkan verirken, bir yandan da duyguların karmaşık geçmişine tutunmak istiyor. Bu tutunma arzusu da kavramlar arasındaki ilişkilerin izini sürünce beliriyor. İlk dizede seslenilen aşk, ikinci dizede adeta şairin kalbindeki mezara gömülüyor ve burada bir güle hayat veriyor. Şiirin hitap ettiği ikinci kavram olan zaman, beklentilerin aksine, gülün solmasına engel oluyor. Hayat ve ölümün kenetlendiği bu anda imge doğal olanın ve beklentilerin aksine işliyor. Zaman, kayıp ve ölüm getirmek yerine, gülün solmasını engelleyen, imgeye hayatta kalma direnci veren bir güç oluyor.
Nidanın marifeti
İşte nidanın marifeti yine burada ortaya çıkıyor. Nida, şimdiki zamanı genişletip bir an için sabit tutuyor. ‘Aşk’, ‘zaman’ ve ‘bakışların’ etkileşimini anlatan bu seslenişte, şiir bir anlığına soluğunu tutup, okuyucuyu arzunun hayat ve ölüm arasında seçim yapmak zorunda olmadığı bir eşikte konumlandırıyor. Nefeslerin tutulduğu bu eşik noktaları belki de okur ve şairin bir seste birleşme arzusunu en iyi yansıtan anlar. Uysal, nida sanatını herkesin sezgisel olarak erişim sağlayabileceği dağ, deniz ve İstanbul gibi nesnelere seslenmek için kullanmıyor. Tersine, kişinin öznelliğinde yoğrulmuş, hususi duygulara sesleniyor. Yahya Kemal’in şiirlerinde karşılaştığımız ‘Ey tâlih’ veya ‘Ey vuslat’ gibi müstakil, coşkun nidalara kıyasla, Uysal’ın şiirinde nidaların dolambaçlı söyleme sarıldığını söyleyebiliriz. Ticarileşen ve tek tipleşmenin giderek arttığı günümüz toplumunda, şiirin bu tür stratejiler geliştirerek bireyin özgünlüğünü korumaya çalıştığını düşünüyorum. Şair, duygularına öznellik veren imge ve çağrışımlardan kopmadan nida ile kamusal alana, topluluğun içine doğru uzanmayı başarıyor. Nitekim, 2017’de yayımlanan ‘yürüdüm yanında yağmurun kitabında’ Uysal nihayetinde okuyucuya sesleniyor. “Ey ruhuma eğilen okur! Belki kesişmiştir bir şiirde / yabancısı olmadığın kederlerimiz.”
‘Kadim Bir Keder’ şiirinin sonunda söyle diyor şair:
Uykusu kaçan sokak sokulup konuşurken geceye açılan pencereyle,
durup seyrettim ışıkları sulara dökülen şehri,
dalıp, bir ân’a sığdırdığım hayatımı.
Bu tasvir bizi hem gerçek hem de mecazi bir eşikte konumlandırıyor. Ayrımlar yavaşça yumuşuyor, ortama bir akışkanlık hakim. İç mekan ve dış mekan arasında bir kayganlık söz konusu. Işık ve deniz arasında ise sıkı bir işbirliği var. Şair denizdeki ışıklara bakakalmış, baktıkça “dalıyor.” Dalmak kelimesindeki çifte anlam – dalıp gitmek ve denize dalmak - hem eşiği aşma hem de eşikte kalmayı bir araya getiriyor. Bu ikili durum beni yazımın başındaki fotoğrafa geri döndürüyor: Bugün ve geçmişi ayıran eşikteyim. Sararmış fotoğraftaki her yüz bir yıldız gibi parlıyor, parladıkça bir an için geçmişi içine dalabileceğim bir şimdiki zamana çeviriyorlar.
Hayatı bir ana, bir nidaya sığdırmak kulağa ne kadar imkansız gelse de hüzün ve keder kimi zaman bunu mümkün kılıyor. Geçmişte kalan ve geri gelmeyecek o anlar esrarengiz bir ışıkla parlıyorlar. Onlara seslenmek ve nidanın coşkulu gelip geçiciliğinde bir nefeslik ömür vermek bu hüznü olgunlaştırmamıza ve daha dolu yaşamımıza olanak sağlıyor. Fotoğrafa bakarken içine dalıp gittiğim o anı, bir nida ile sonsuzlaştırmaya yeltenmiştim. Öyleyse, geçmişin habercisi fotoğrafa tekrar seslenerek, zamanın nefesini tuttuğu o yerde, “yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında” noktalayalım: “Söyle, ey fotoğraf! Neden gizlersin benden bir cevapmış gibi geçmişi!”