Altı-yedi yıl önce Kınalıada’da tanıdım Tuğçe Tüfeng’i. ‘Ada çocuğu’. İlk kitabı ‘Seto Bal’, Kasım’da Nesin Yayınevi tarafından basıldı. ‘Seto Bal’ bana göre ‘yaşsız’ bir çocuk kitabı, puslu bir gökyüzünün altında gelişen, sıcak bir dostluk hikâyesi. Tüfeng’le kitabı hakkında konuştuk.
- Seto ne demek peki?
- Aslında Setrag. Ama ben Seto demeyi seviyorum. Kısa oluyor öyle.
- Tamam da nereden geliyor?
- Annemin eski komşusunun adı. Onlar benim yaşımdayken yan yana otururlarmış.
- Yani Seto’nun bir anlamı yok muymuş?
- Annem için varmış.
(Tuğçe Tüfeng, ‘Seto Bal’, s. 48-49)
Seto’nun geçmişi neye dayanıyor? Kim bu ‘Seto’?
Seto benim kedim. 25 yaşımda, terk edilmiş bir kediyi sahiplendim. Yaşı geçkin, sokağa bırakılmış, acayip tüylü bir kedi denk geldi. En başından beri adını Seto koymayı düşünüyordum.
Seto bildiğim kadarıyla Ermenice bir ismin kısaltılmış hali. Kedinize neden bu ismi verdiniz?
Beni rahatlatan ve kolay uyumamı sağlayan bir şarkı var. Arto Tunçboyacıyan ve Ara Dinkjian’ın ‘365 Hrant Dink’adlı albümünde yer alan, Ermenice bir şarkı. Şarkıda Seto isminde yaramaz bir oğlan çocuğu için “Yukarılara çıktı oynamaya, n’apıyorsun Seto? Senin için hayatımı veririm, ne kadar güzelsin ah Seto!” diyor. Arto ve Onno Tunç’un babasının adı Seto. Seto’ya şefkatle seslenildiği kısım bana huzur verir. Bu isim yer etti bende. Zaten adada büyüdüğüm için Ermenice isimlere aşinayım. ‘Aşina’ kelimesi yeterli değil, fazlası var; bana kendimi evimde hissettiriyor. Dolayısıyla, çok sevdiğim bir şeyim olunca adını Seto koydum. Kendisini Instagram sayfasından takip edebilirsiniz.
Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz? ‘Seto Bal’ nasıl bir süreç sonucunda ortaya çıktı?
Eğitime çok vakit ayırdım. Mimar Sinan Sosyoloji Bölümü mezunuyum. Sonra Hacettepe’de Sosyal Çalışma alanında yüksek lisansına başladım ve toplumsal cinsiyet konusunda uzmanlaştım. Eşzamanlı olarak yetenek sınavlarına girip Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı’nı kazandım. Edindiğim yeni bilgilerin kafamda oturması zaman aldı, kurgu gecikti. Çocuklar için yazılmış iyi tiyatro metni de az bulunur. Dolayısıyla çekici bir alandı. Sosyolojiden arkadaşım M. Emin, araya giren yedi yıldan sonra, şimdi oturduğum, Beyoğlu’ndaki evime beni ziyarete geldi. Sokakta kedinin birini sıkıştıran bir çocuk görmüş. Kedi kaçmaya çalışıyormuş, çocuğun annesi de “Al kucağına, haydi oyna kediyle” diyormuş. Ama kedi istemiyor işte, her halinden belli! Birinin çocuklara ‘rıza’yı anlatması lazım. İlk fikir buradan çıktı. Rıza, her insanınki kadar benim kişisel geçmişimde de önem arz etmiş bir konu. Hem ‘hayır’ın anlaşılması, hem de “Hayır” demeyi öğrenmek bakımından rızayı anlamak önemli. Bir yandan da uzmanlığımı kullanabileceğim bir konuydu bu. Mayıs Pikniği’ne Çatalca’ya Nesin Vakfı’na gitmiştim. Orada yayınevinin yöneticileriyle tanıştım. Onlara çocuklara dair böyle bir öykü oluşturmak istediğimden bahsettim. İlgilerini çekti. Çabuk gelişti her şey.
Kitap, ‘rıza’yı didaktizmden uzak kalarak tartışmayı başarmış. Öyküde, çocuk dünyasının fazla şekerli, zorla renklendirilmiş dünyasından uzak ve kendine özgü bir atmosfer, büyük insanların da yaşadığına benzer bir yalnızlık duygusu var. Bu duyguyu aşmanın en iyi yolu da dostluk, arkadaşlık gibi görünüyor...
Doğru. Sosyal Çalışma tezimde ‘sosyal destek’ konusunda çalıştım. Hayatlarımızdaki en büyük eksikliğin sosyal destek olduğuna inanıyorum. Metnin oluşmasında kişisel geçmişimin de etkisi var. Kınalıada’da büyüdüm. Belli bir yaşa kadar tüm arkadaşlarım Ermeni’ydi. Sahakyan Okulu’na gidip Ermenice ders bile dinledim. Kınalıada’da yazları, arkadaş grubumun içinde ailede eksik kalabilecek sosyal desteği bulmuştum. Eğlenceye dayalı, kendi içimizde bir macera yaşadığımız ama bir yandan adanın durgunluğundan sıkıldığımız ve adasız da yapamadığımız, ilginç bir döngüyü temsil ediyor Kınalıada. Tiyatrodaki mekân ve zaman sıkışmasını orada bulmak mümkün. Ayrıca hocalarımdan iyi faydalandığımı, doğru bilgiler aldığımı düşünüyorum. Yalnızca tiyatro değil... Sosyoloji okurken, Sosyal Çalışma master’ı yaparken, Şehir Bölge Planlama’dan tutun, Kadın Çalışmaları’na kadar, çok çeşitli alanlarda dersler aldım. Hacettepe Tıp’tan dahi ders aldım. Bunların hepsi bir perspektif oluşturmamı sağladı. Yalnızca öykülerimde değil, hayata dair de... Sanatsal metin, bir fikri anlatmanın en güzel yolu. Ben de hayata bakış açımı bildiğim yoldan, bildiğim kurgu biçimlerinden o metne yansıttım.
Öyküdeki karakterlerin cinsiyetini fazla algılamıyoruz. Çok sık rastlamadığım bir anlatım diliyle, cinsiyetlerin merkeze konmadığı bir metin oluşturduğunu görüyorum.
Az önce bahsettiğim perspektifte, zaten insanlar kendilerini, kendiliklerini, kimliklerini cinsiyet üzerinden değil, yetenekleri, yaratıcılıklarıyla oluşturuyorlar. Pek çok çocuk da bilinçli ya da bilinçsiz olarak bunu yapıyor aslında. Ebeveynler bunun farkında değil. Özellikle 8-12 yaş arasında çocuk tam anlamıyla kimliklenme sürecine geçmiş oluyor. Ben çocukların cinsiyet üzerinden işaretler bulmalarını değil, ihtiyaçlar, dostluk gibi, insani değerlere uygun temeller üzerinden kendilerini tanımlamalarını tercih ediyorum.
Ailelerine kapalı, iletişim konusunda daha az imkân bulan yeni kuşağın çocuklarının hikâyesini hissettirdi bu bana...
Kitaptaki ana karakterim Deniz, annesi-babası çalışan ve gün içinde en çok anneannesini ve kedisini gören bir çocuk. O yüzden de yalnızlık hissediyor ve aradığı kaynağa, sokakta Mavi’yle tanışması sonucunda ulaşıyor. Günümüzde pek çok anne-baba çalışıyor. Kreşe gönderilen çocuklar için de aynısı geçerli. Çocuklar daha erken yaşlarda, daha çok dışarıyla muhatap olarak ilerlemeye başladı.
Hikâyede iyi gizlenmiş bir çatışma hissediliyor.
İçsel çatışması var; Deniz evden çıkmaması gerektiğini biliyor ama çıkıyor. Seto’dan cesaret buluyor. Hatta Seto’yu bahane ediyor. “İşe mi gitmen gerekiyor Seto? Ben sana yardımcı olurum” deyip Seto’yu işe götürmek adı altında meşrulaştırıyor sokağa çıkışını.
Çocuksu bir gerekçelendirme…
Evet. Zaten çocuk böyle düşünür. Seto aslında Deniz’in ihtiyaçlarının ve yalnızlığının farkında. Kayboluşuyla Deniz’in Mavi’yle arkadaşlık geliştirmesine evrilen süreci de başlatıyor. Onları buluşturuyor ve görevini tamamlamış oluyor.
Kitapta bir de ‘karşı çocuklar’ var.
Akran zorbalığı yapan çocuklar… Akran zorbalığı, bence çocuğun ilk sosyalleşme adımları itibariyle var oluyor. Çünkü kimliklenmek, ‘öteki’ni işaret etmekten geçiyor. Sürekli bir alımlama, deneyimleme ve kim olduğuna karar verme yaşadıkları için çocuklarda bu daha belirgin. Sokakta, kucağında kedi taşıyan bir çocuk görünce ‘bu bizden değil’i göstermeye ihtiyaç duyuyorlar. Gülüyorlar, dalga geçiyorlar. Deniz’i ötekileştirmek, diğer çocukların “Biz normaliz” deme biçimi aslında. Gündelik hayatta akran zorbalığı daha sert biçimlerde de vuku buluyor.
Bu kitaptan sonraki planların neler?
En son Devlet Tiyatroları için bir çocuk oyunu yazdım. Sonucunu bekliyorum. Şehir Tiyatroları’na bir çocuk oyunu yazıyorum. Hatta bir çocuk polisiyesi kurgulamayı deniyorum.
Seto’nun devam öyküsünü beklemeli miyiz?
‘Seto Bal’ metninin ilk taslağı Nesin Yayınevi’ne gittiğinde çok övgü aldı ki bu hâlâ beni mutlu eder. Karakterleri güçlü ve doğurgan bulduklarını söyleyip seri yapmayı teklif ettiler. Bunun üzerine ‘Seto Bal’ı üç öykü olarak tasarladım. Önümüzdeki süreçte yazacağım. 2019 yılında ikincisi mutlaka çıkacak. Şimdilik plan bu ama değişebilir de. Deniyorum.