Talin Suciyan’ın geçtiğimiz haftalarda Aras Yayınları’ndan çıkan “Modern Türkiye’de Ermeniler/ Soykırımsonrası Toplum, Siyaset ve Tarih” başlıklı kitabına dair sohbetimiz bu hafta da sürüyor. Konuşacak o kadar çok konu vardı ki, iki haftaya ancak sığdırabildik. Bu son bölümde Ermeni basınının Türkiye’deki iktidar ile ilişkilerini, muhalif basın ve entelijensiya açısından 1940’ların nasıl geçtiğini, Zaven Biberyan’ın Ermeni basın tarihinde çok özel bir yeri olan “Al gı pave” (Yeter artık) yazısını konuştuk. Bu arada bir de hatırlatma: Talin Suciyan’ın Modern Türkiye’de Ermeniler (The Armenians in Modern Turkey) ve Lerna Ekmekçioğlu’nun Recovering Armenia adlı kitabı merkezi ABD’de bulunan Society of Armenian Studies/ Ermeni Araştırmaları Birliği’nce 2015-17 yılları arasında “sıra dışı kitap” ödülüne layık görüldü.
-Ağırlıklı olarak 1930’lar, 40’lar ve 50’leri konuşuyorduk. Ermeni basını o zaman da iktidarın hayli sıkı bir kontrolünde değil mi?
Söyleşimizin geçen haftaki bölümünde de kısaca bahsettiğim Aztarar gazetesinin kapatılması örneğinde olduğu gibi Ermeni basını o gün de muhtemelen bugün de iktidarın hep sıkı takip ettiği bir alan olmuştur. Benim çalıştığım dönemde sadece Türkiye’deki Ermeni basını değil, bütün dünyadaki Ermeni basın ve yayını iktidarın sıkı takibindeydi. Ermeni basını hakkında hazırlanan raporların altında Ermenice mütercimi Mithat Akdora’nın ismini görüyoruz. Akdora’nın Ermeni okuluna gittiği bu nedenle de Ermenicesinin çok iyi olduğuna dair 40’lı yılların Marmara gazetesinde bir yazı vardı. Akdora Zaven Bibaryan’ı, Nor Lur’un yayıncısı Vahan Toşikyan’ı, Jamanag’ı, Aram Pehlivanyan’ı ve aslında Ermeni basınında adı geçen herkesi yakından takip etmekte, bazen yazıları Türkçeye çevirmekte ve raporlar yazmaktaydı. Bu raporlar muhtemelen bir yayının yasaklanmasının, toplatılmasının dayanağı olmaktaydı. Matbuat Kanunu, geçen hafta da değindiğimiz gibi bu yasaklamaların bahanesiydi. Bu arada Matbuat Umum Müdürlüğü’nün Dışişleri Bakanlığı’na giden yolun köşe taşı olduğunu da söyleyeyim. Bu mevkide çalışmak, Ermeni Masası’nın raporlarını takip etmek, en derin ve en sistematik şekilde neyin inkar edilmesi gerektiğini öğrenmek anlamına geliyordu. Tanınmış dışişleri diplomatı Selim Rauf Sarper ya da Nedim Veysel İlkin bu yıllarda Matbuat Umum Müdürlüğü’nde görev yapıp kariyerlerine Dışişleri Bakanlığı’nda ya da büyükelçiliklerde devam edenlerdendi. Akdora’nın Ermeni Masası’nın başında olduğu dönemde, Vedat Nedim Tör Matbuat Umum Müdürlüğü’ndeydi. Tör, 1927’de komünistlere yönelik tevkifatta tutuklanmış, Kadro dergisinin kuruluşunda yer almış, sonraki yıllarda da devlet memurluğunda kariyerini sürdürmüştür. Bu görevinden sonra ise, Türkiye’nin kültür ve sanat hayatında on yıllarca çok önemli bir yeri olmuş Yapı Kredi ve Akbank’ın kültür sanat danışmanı olarak çalışmıştı. Bunları biraraya getirdiğimizde inkarın toplumsal, kültürel ve sanat hayatımızın ne kadar içinde olduğunu anlayabiliriz.
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri’nde yasaklanan, toplatılması istenen ve bütün dünyada yayınlanmış olan eserlerin listeleri, yasaklama emirleri vardır. Bu belgeleri ilk okuduğumda hem şaşırmış hem de burada bahsedilen, ülkede bulunan kopyalarının toplatılmasına ilişkin emrin nasıl uygulandığını merak etmiştim. Ancak belgelerden bu konuya ilişkin tabii ki birşey öğrenemiyorsunuz. Dolayısıyla sözlü tarih çalışmalarında bu soruyu sormaya başlayınca, önüme bambaşka bir dünya açıldı. Bu kitaplar ev aramalarıyla aranıyordu, yani evlere, kurumlara baskınlar düzenleniyor ve Ermenice kitaplar aranıyordu. Hatta, bu yasaklama emirleri evlere, kurumlara baskın yapmak için bahane oluyordu da diyebiliriz. Çünkü, bu yasaklama emirlerinde belli kitapların isimleri verilmiş olsa da benim konuştuğum insanlar, bütün Ermenice kitapların yasak olduğunun altını çiziyorlardı. Bunun anlamı, geçtiğimiz yüz yıl içinde Ermenilerin kendi kültürel varlıklarını kendi elleriyle yok etmeleri oldu. Başka da bir çareleri yoktu. Sayısız yayın evlerde, okulların kütüphanelerinde sürekli ve düzenli bir şekilde yok edildi. Ermenice kitaplarını çan kulesinin içine tıkayan, kalorifer kazanlarına atan okul yönetimler, evlerindeki Ermenice kitapları kuyulara, sobaya atmadan rahat uyku uyuyamayan nesiller oldu soykırımsonrası nesiller. Özetle şunu söyleyebiliriz, kendi kendini inkâra ve yok etmeye zorlanmamış, katılmamış bir Ermeni varlığı son yüz yılda hiç mümkün olmamıştır.
-Varlık Vergisi, 20 Kura Askerlik gibi bir atmosfer içinde ve Ermenilerin yurtdışında olup biten her olayda Türkiye basını tarafından hedef gösterilmeleri karşısında Ermeni basını aslında çok sessiz değil. Kimi gazeteler nefret yazılarını iktibas edip kendi üsluplarınca olup bitene karşı çıkarken Nor Or gibi bir gazete ve Zaven Biberyan, Aram Pehlivanyan gibi önemli entelektüeller daha net pozisyon alan yorumve haberlerle bunlara karşı çıkıyorlar. Nor Or, Nor Lur ve bu bahsettiğimiz aydın kuşağını herhalde özel bir yere oturtmak gerekir. Ki hepsi değilse de çoğu aslında sonradan Türkiye'yi terketmek zorunda kaldı.
Bu anlatmaya çalıştığım inkârın gündelik yeniden üretiminde Nor Or’un çıkmış olması hem çok anlaşılabilir hem de bir o kadar sıradışı. İnkârın bir habitus, bir yaşam şekli olduğu bir toplumda bu kadar cesur bir ekibin yetişmiş olması bir taraftan tesadüf olamaz, diğer taraftan da inkâra mahkûm olmanın bir kader olduğunu bile bile bunu yapıyor olmaları ihtimali hiç de az değildir. Yapısal olarak eşit olmamak bir yana toplumun en zayıf halkası olduklarının, en diptekiler olduklarının farkında olmadıklarını düşünmek çok zordur. Hatta şu denebilir: Varlıklarının da, yok edilmelerinin de inkâr edilmiş olduğunun farkındaydılar. Nor Or yazarlarının verdikleri tepkilerin tamamı ve dahi hayatları inkâr duvarının herşeyi emen karanlığına gömüldü. Aras Yayıncılık’tan çıkmış kitapları olmasa kimse onların isimlerini bile bilmeyecekti. Aram Pehlivanyan ya da Zaven Biberyan gibi donanımlı entelektüelleri tam da bu nedenle Türkiye tarihinde daha sonraları pek göremiyoruz. Kendilerine sahip çıkan kimsenin olmadığı yerde, Türkiyeli entelektüellerin kendi çağdaşı olan bu insanların yaşadıklarına kayıtsız kaldığı, üyesi oldukları sol hareketlerin Ermenilerin varlığını ya da yok edilmelerini hiç sorgulamadığı ve hatta sağ kalanların Ermeni değil “insan” olmaları gerektiği öne sürülerek yaşadıklarının tamamen inkâra mahkûm edildiği bir siyasal, toplumsal ve entelektüel ortamdan bahsediyoruz. Herkesin ait olduğu gruplarla tanımlandığı ve hatta bu nedenle yok edildiği, sürüldüğü, kitlesel şiddete maruz kaldığı yüzyıllardan sonra Türkiyeli entelektüellerin ya da Türkiye solunun aniden Ermenileri, Rumları, Süryanileri, Yahudileri, Nasturileri, Keldanileri, Alevileri, Kürtleri “insan” olmakla görevlendirmeleri, ya da aralarından birkaçının geniş toplum, aydınlar, devlet ve hatta kendileri tarafından ortaklaşa sorunsuz bir şekilde “azınlık” olarak tanımlamaları inkârın ve kolonyal ilişkilenme şekillerinin en açık görünümleridir. Üstelik bu kimliklerin küfür olarak kullanıldığı bir ülkede…
Nor Or’un Avedis Aleksanyan’ı, Jak ve Vartan İhmalyan’ı ve daha pek çoğu gerek edebiyat ve sanat alanında, gerekse tarih ve siyaset alanında etkin fikir insanlarıydı. Bu kuşağın önde gelenlerinden Pehlivanyan ile Biberyan’ın yazıları gazetelerden toplanıp, hatta Türkçeye de çevrilip Türkiyeli okurla buluşturulabilir, bu sayede bu insanların ve onların neslindeki diğer önemli entelektüellerin kaybının bu ülke için ne anlama geldiği belki bundan sonra bir nebze anlaşılabilir. Onların yazdıklarından öğrenecek çok şeyimiz var. Bu bakımdan Agos’un da bu kuşakların tarihsel devamı olduğunu söylemek yerindedir. 1980’lere dek hayatta olan Nor Or kuşağının emeklerinin yeryüzünden silinmediğinin, aradaki bağların tamamen kopmadığının, burada kalanların; Hagop Mntsuri’nin, Hermine Kalustyan’ın, Hrant Der Andreasyan’ın, Adrine Dadrian’ın, Haçaduryan Patrik, Şnorhk Patrik gibi liderlik vasıflarını kaybetmemiş Patriklerin ve daha nicelerinin bütün imkânsızlıklarla ayakta tuttukları bir toplumun tarihinin ürünüdür Agos. 1990’ların ikinci yarısındaki görümsü (Genelgeçer görüşlere oluşan, derinliği olmayan kanaat) özgürlükçülük bu tarihin kendini göstermesine ancak ve ancak vesile olmuştur.
-Tüm bu atmosfer içinde Zaven Biberyan'ın 5 Ocak 1946'da yayınlanan"Al gı pave" yazısı sanıyorum çok önemli bir yer tutuyor. Bugünden bakınca değerini daha iyi anlıyor insan. Neye itiraz ediyor Biberyan?
Senin her iki soruda da “atmosfer” olarak nitelendirdiğin tam da bahsettiğim inkâr habitusudur. Gerçekten neredeyse atmosferik bir durumdur inkâr, soluduğumuz havadır, o nedenle de fark etmemiz bir o kadar zordur. Ancak bu “hava” solunmaz olduğunda, ki bunun anlamı çoğunlukla 6-7 Eylül Pogromu, Maraş Katliamı, Aşkale’ye gönderilmek, Nor Or ekibinin kaçmaya zorlanması ya da gündelik daha pek çok şiddet vakası şeklinde ortaya çıkar, bu havanın ağırlığını belli sürelerde daha fazla hissetsek de aslında yüzdüğümüz deniz hep budur.
Biberyan’ın “Yeter Artık” “Al gı pave” yazısı tam da buna cevaptır. Biberyan 1946’da yeter artık diyecek hale gelerek, kendinden sonraki kuşakların “Yeter Artık”larına öncülük etmiştir. Pek çok yazar, tarihçi 1946’dan sonrasını iki partili dönemle birlikte Türkiye’de daha özgürlükçü bir dönem olarak hikayeler. Hikayeler diyorum çünkü bu görümsü kırılmalar anlatımı, yani bir dönemin bir diğerinden daha özgürlükçü olduğuna dair oluşturulmak istenen yanlış bilinç, aynen 1923’te yeni bir başlangıç olduğu tezi gibi, esasen en dipte devam eden, bütün sertliğiyle süren şiddeti görünmez kılmaya hizmet eder. Bunun ısrarla bu şekilde formüle edilmesinin bir açıklaması da herhalde burada anlattığımız şiddete maruz kalanların, bu tarihleri yazanlar açısından pek de bir önemi olmayan, başına gelenleri “hak eden, ayrıcalıklı birer azınlık” olarak görülmeleridir… Bugünden bakıldığında görülüyor ki, belli kesimlere yönelik olarak meşrulaştırılmış, tam katılımla üretilmiş şiddet, gerektiğinde daha büyük kitlelere, bizatihi çoğunluk toplumuna dönebiliyor.
Biberyan 1921 Kadıköy doğumludur, 20 Kura Askerlik’le askere alınmıştır, üç buçuk yıl sonra döndüğünde Jamanak gazetesinde yayımlanmaya başlayan “Hıristiyanlığın Ölümü” başlıklı yazı dizisi sadece Ermeni Kilisesi tarafından değil Avrupa’daki Mıhitaryan Manastırı’ndan da tepki alır. Yazı dizisi sonlandırılır. Biberyan artık son derece eleştirel, fikirlerini büyük ustalıkla dile getirebilen yetkin bir yazardır ve aynı derecede de dikkatleri üstüne çekmiştir. İyi bir çevirmendir, resim ve küçük heykeller de yapmaktadır.
(Zaven Biberyan)
“Yeter Artık” yazısı Biberyan’ın Ermenilerin yaşadığı sistematik ırkçılık, inkâr ve gündelik şiddete verdiği tepkidir, adeta bir çığlıktır. O dönemde Türkiye’deki gazetelerin pek çoğunun başında ya da kadrolarında parlamenterler vardı ve bu sayede Türkiye’de basın, devletin inkar siyasetinin en şiddetli şekilde yürütüldüğü mecra olma özelliğini sürdürüyordu. Yani, bir yandan Matbuat Kanunu ve Ermeni Masası tarafından yürütülen yoğun baskı ve kontrol, gazetelerin içinde de aynı şekilde parlamenter-gazeteciler tarafından devam ettiriliyordu. Biberyan, Tasvir’den Peyami Safa’nın Ermenilere yönelik ırkçı söylemlerinden, Keloğlan dergisinin Ermenileri hayvanlara benzetmesine, Berç Keresteciyan Türker’in, ki Afyon milletvekili idi, Ermenileri temsil yetkisinin olmadığına, Hatay’ın ilhak edilmesi sürecinde Ermenilerin yine ve yeniden nasıl düşmanlaştırıldığına, Sovyet Ermenistan’ına göç etmek isteyen Ermeniler üzerinden bir kampanya başlatılıp, göçe katılmak için İstanbul’daki SSCB temsilciliğinin önünde kayıt sırası bekleyen Ermenilerin nasıl da Türk düşmanı ve komünist olduklarına ilişkin kampanyalar yürütülmesine, Ahmet Us’un Ermenilerin Almanları destekleyen beşinci kol olduklarını iddia etmesine kadar toplumsal ve siyasal alanın nasıl yoğun bir ırkçılıkla, Ermeni düşmanlığıyla ve nasıl bir inkârcılıkla yoğrulduğunu gösteren bir yazıdır. Ve bu konulardaki tek yazısı da değildir.
Bugünden bakıldığında ve tabii o gün de son derece ilginç bir tablo çıkmaktadır ortaya. O dönemin parlamenter-gazetecilerinin dilinde Ermeniler hem Almanlara yardım etmiş beşinci koldurlar hem de Sovyet yanlısı komünisttirler. Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sırasında Almanya’yı son ana kadar desteklemesinin kabahati Ermenilere atılarak sıvanmaya çalışılmıştır. Artı, Türkiye’nin savaşın sonundaki stratejik hamlesiyle Batı’nın yanında yer alması gerekliliği de aynı şekilde Ermeniler üzerinden pekiştirilmiştir. Sovyet Ermenistanı’na gitmek isteyen Ermenilerin “kötü komünistler” oldukları iddia edilerek, Türkiye’nin “Batılılığı” vurgulanmıştır. Böylece, Türkiye’nin uluslararası siyasetinde çok önemli iki noktayı sorunsuz bir şekilde halletmesinde Ermeniler ciddi bir şekilde araçsallaştırılmıştır. Yani şunu söyleyebiliriz, II. Dünya Savaşı sonrasında hem Türkiye’nin Almanlara verdiği desteğin üstünü örtmek, hem de daha Soğuk Savaş tüm belirginliği ile ortaya çıkmamışken SSCB ve komünizm karşıtlığı Ermeniler üzerinden yürütülmüştür. Biberyan’ın ısrarla altını çizdiği temsil meselesi o gün de bugün olduğu gibi son derece önemlidir. Ermenilerin kendilerini temsil edebilecekleri mekanizmalardan mahrum bırakılmaları sonucunda, kamuoyunda görünürlüğü olan herhangi bir Ermeninin Ermenileri temsil ettiği kanısı doğmaktadır. Ermenilerin hem Almanları destekleyen beşinci kol olduklarını hem de komünist olduklarını aynı anda piyasaya süren, Ermenileri ateşin ortasına atan, bu alanda söz söyleseler bile duyulmaz ve dinlenmez olacağını çok iyi bilen bir Türkiye medyasında, Ermenilerin konuşup konuşmamalarının hava durumu kadar bile etkisi yoktur. Bu nedenle Ermenice yayımlanmış olan, ama Türkçe de yayımlanmış olsa herhangi bir fark yaratamayacak Biberyan yazıları, tarihe düşülmüş hayati notlardır. Aynı şekilde de Pehlivanyan’ın yazıları. Türk solunun (TKP’nin) Ahmet Saydam olarak hatırladığı, Ermeni kimliğinin, kendi anadilinde verdiği eşitlik mücadelesinin görmezden gelindiği, hayatını sürgünde sürdüren Aram Pehlivanyan... Biberyan da bir dönem Beyrut’ta yaşadı, daha sonra geri döndü. Hayatını yokluklar ve son dönemde de hastalıkla geçirdi. Bu kuşağın entelektüellerinin neredeyse tamamı ya yurtdışına çıkmak zorunda bırakılarak ya da yaşadıkları yerlerde yalıtılarak kendi toplumlarından koparıldılar, kendilerini oldukları kişi yapan, en çok katkılarının olabileceği toplumlardan sürüldüler, en iyi ihtimalle marjinalleştirilmiş bir şekilde yaşamaya zorlandılar. Bu bakımdan 1915’te yok edilen ilk grup Ermeni aydınlarının ardından, ikinci Ermeni entelektüel neslinin de Türkiye’nin sözde liberalliğe geçiş yıllarında tekrar hapisle, kaçırtmayla, susturmayla ortadan kaldırılmış olduğunu söyleyebiliriz. Nor Or gazetesi benim görebildiğim kadarıyla Cumhuriyet döneminin entelektüel seviyeyi, tutarlılığı ve özgürlükçülüğü biraraya getirebilmiş ve kısa yayın hayatında koruyabilmiş tek gazetesidir ve tam da bu nedenle de hem kendisi hem de etrafındaki fikir insanları derin bir inkâra mahkûm edilmişlerdir.
-O dönemin de Ermeni toplumu açısından dikkat çekici özelliklerinden biri kimi yöneticilerin ya da ruhanilerin Ankara'daki iktidar ile iyi geçinerek Ermeni toplumu içinde zoraki bir iktidar kurmaya çalışmaları. Bu tavrın temelleri o dönemde mi atılmış?
Dönemin Ermenice gazetelerini dikkatle okursanız, özellikle dönemin Marmara’sının, -Suren Şamlıyan’ın başında bulunduğu gazeteydi o zaman- kullandığı dilin sömürgeleştirilmiş bir dil olduğunu görebilirsiniz. Kolonyal efendisiyle konuşan, ona hep hayranlıkla bakan, başkent olmuş Ankara yollarının güzelliklerini sayıp döken, -ki o dönemlerde Ankara yolları güzel olmaktan çok uzaktı-, artık İstanbul’un önemsiz Ankara’nın ise merkezi öneme sahip olduğunu söyleyen, Ankara’daki kontaklarının ne kadar büyük faydalar getirdiğini anlatan, kabahatin Ermenilerde olduğunu, Ermenilerin Cumhuriyet kadroları ile iyi ilişkiler geliştirseler “azınlık kanunun hemen çıkartılabileceğini” savunan, içinde bulundukları idari sorunların sorumlusunun Ermenilerin kendisi olduğunu savunan onlarca, yüzlerce yazı. Bu dil bu dönemde mi yaratılmıştır? Hayır. Bu tür bir üstünlük yaratan dil imparatorluk dilidir ve imparatorluk kadar da tarihi vardır. Cumhuriyet döneminde bunun inkârla yoğrulmuş hallerini görüyoruz. Bugünden bakıldığında, Patriklik seçimlerini imkansızlaştıran, devletin kurumların içini boşaltma siyaseti karşısında sessiz kalmayı, biat etmeyi, iktidar dilini kullanmayı savunmayı, Ankara’da kapalı kapılar görüşmeler yapmayı daha uygun bulmayı, bu konu etrafındaki haksızlık ve hukuksuzlukları sorgulayanları hedef haline getirmeyi, karalamayı kendine görev bilen siyasal tavrı Şamlıyan’ın 1940’lardaki yazılarından nasıl ayırabiliriz? Bunlar 1940’lı yıllarda da, bugün de inkâr şiddetinin imparatorluktan devralınan kolonyal ilişkilenme şeklinin sonuçlarıdır. Kolonyal ilişkilenme diyorum çünkü karşınızda kendi varoluşunuzla, söylediğinizle değil, size sizi kendi siyasetinin bir parçası haline getirebildiği oranda varolma hakkı tanıyan, her durumda sınırlarını, salâhiyetlerini fiziksel, söylemsel her anlamda genişletmeye çalışan bir iktidar var. Ulus-devlet dediğiniz de sonuçta belirli idare teknikleri ve kurumları açısından imparatorlukların yapısal devamlılıklarını kilit noktalarda sürdüren, bu bakımdan imparatorluk tarihinden ayrıştırılması çok da kolay olmayan bir modeldir. Bu bakımdan neo-Osmanlıcılıktan bahsetmek için baya geç kalınmış olduğunu söyleyebilirim...
‘İyi Ermeni’, ‘Kötü Ermeni’
Son olarak. Kitap bilhassa o dönem için Ermenilerin bir inkarhabitus'u içinde yaşatıldığını örnekleriyle sıralıyor ve oluşan bu sert atmosferde Türkiyeli Ermenilerden de istenen soykırımı inkar etmeleri, diasporayı, Ermenistan'ı kötülemeleri. Yani 'İyi Ermeni olmaları'. Günümüze gelirsek. Aradan epey yıl geçti, soykırım daha geniş biçimde tartışılır, konuşulur oldu ama iktidarıyla, ana muhalefetiyle, kimi siyasi gruplarıyla, medyasıyla, geniş bir çevrenin Ermenilerden talep ettiği hala 'iyi Ermeni' mi olmak?
Zamanın geçmesi bir ilerleme kaydedilmesiyle ilgili olmayabiliyor. Bir başka deyişle, zaman geçtikçe bir şeyler iyiye, güzele gitmeyebiliyor, hayat bu şekilde bir doğrusal gelişim çizgisi çoğunlukla takip etmiyor. Soykırımın konuşuluyor olması da kendi kendine bir gelişme mi 103 sene sonra, bunu düşünmeliyiz. Dördüncü, beşinci kuşaklar inkârla büyüyor ve iyi Ermeninin hâlâ kendini en iyi inkâr eden Ermeni olduğu fikrinin kendini pek çok alanda gösterdiğini görüyoruz. Hâlâ hakkını arayan, adalet arayan, kendinin ve kendinden önceki nesillerin yaşadıklarının adının konmasını, tanınmasını isteyen, hatta Patrik seçmek isteğini açıkça dile getiren, mevcut durumu eleştirenler “Kötü Ermeniler.” Dahası, hâlâ Ermeniler arasından kiminle konuşacağına, kiminle diyalog kuracağına, kimi görmezden geleceğine, kimi tanıyıp kimi tanımayacağına, Ermenilerden bahsederken hangi kavramları kullanacağına dair tüm salâhiyeti kendinde gören, mevcut tarihi, kültürel, ekonomik tüm birikimin üzerine kendini inşa etmiş bir iktidar anlayışı, bunu açık bir şekilde içselleştirmiş ve bununla derin ve sistematik bir hesaplaşması olmayan bir çoğunluk aydını ve onları takip eden uluslararası çevreler var, ister akademik isterse sivil toplum nezdinde olsun. Devlet-toplum birlikteliğinin sürekli pekiştirildiği bu inkâr habitusunda hâlâ varolabildiğimiz için kendilerine müteşekkir olmamızı bekleyen, bu nedenle de “iyi Ermeni”, “kötü Ermeni” ayrımını her fırsatta, her düzlemede yapmaya devam eden bir dünyada yaşamaya, yaşatılmaya devam ediyoruz. Ermenilerin kendilerinin, “iyi Ermeni” olabilmek ve “iyi Ermeni” kalabilmek için bu inkârı yeniden üretmeye katkıda bulunmak zorunda olduklarını da her fırsatta görüyoruz.