MELİH LEVİ
Köln’de düzenlenen Uluslararası Felsefe Festival’inde Marie-Luisa Frick ve Bernhard Pörksen’in katıldığı bir sohbet gerçekleşti. Sohbetin konusu bugünün gergin toplumlarında politika yapmanın yöntem ve koşullarıydı. Nefret söylemlerinin, aşırı uçların giderek arttığı ve yalan haberlerin hızlıca yayıldığı dünyamızda sağlıklı politikalar nasıl üretilebilir? Politika nasıl sağlıklı bir düzlemde ilerleyebilir? Almanya’da iki ayda bir yayınlanan ‘Philosophie’ dergisinde de okuyabileceğiniz bu sohbette, Frick’in şu yorumları dikkatimi çekti:
“Felsefi bir ayrıma gitmenin doğru olacağına inanıyorum. ‘Politika’ ve ‘politik olan’: bu iki kavramı ayırt etmeliyiz. Popülizm politik bir kavramdır. Politika ise bizi bir toplum olarak etkileyen hususları bir polis, vatandaşlar topluluğu olarak düzene sokma sanatıdır. Politik olan bu düzenin ne türden bir düzen olması gerektiği konusundaki görüşlerin bir araya geldiği alandır.”
Frick, toplumsal bilincimize nüfuz etmekte olan bir kullanıma parmak basıyor. Hem akademik hem de günlük yaşantıda “politik” teriminin sıklıkla kullanıldığını görüyoruz. “Bu politik bir mevzu.” “Okuyucu ve anlatıcı arasındaki ilişkinin politik dinamiklerini incelersek…” “Şehirleşmenin politik yanlarına bakılırsa…” “Okul müfredatının politik gündemi…” Bu farkındalığın toplumda güç kazanması önemli bir olgu. Bunu reddetmek, eğitim, cinsiyet, okul, sanat, spor, hafıza, geçmiş… gibi kavramlar hakkında sanki bir sabah uyandık ve politik oluverdiler demekle eş değer olur. Toplumsal uzantısı olan her konu tabii ki politik dengelerle iç içe geçmiştir. Fakat bu kullanım yaygınlaştıkça, Politika kavramı alacakaranlığa çekilmekte.
‘Politik olan’
Toplumsal düzenleri nasıl tartışmalı? Medeni bir tartışma ortamı ne tür değerleri ön plana çıkarmalı? Hangi dinamikleri esas almalı? Bir tarz ve sanat olarak ele alınabilecek olan politika kavramı, politik olan mevzuları tartışma gayesiyle ikinci plana atılıyor. Kuşkusuz, dengenin bu yönde değişiyor olmasının toplumsal açıdan önemli ve olumlu sonuçları var. Günümüzde belki eskiden daha güçlü dayanışma ağları geliştiğini söylemek mümkün. Azınlık veya marjinal olarak nitelendirebilecek kesimlerin görünürlük kazanması için ‘politik olan’ üzerine yoğunlaşmak gerekli ve bu toplumsal farkındalık açısından son derece önemli. Fakat, dengenin bu yönde değişiyor olması, bir söylem sanatı olarak Politika üzerine düşünmeyi elverişsiz hale getirmek zorunda mı? Bıçak sırtı seçim sonuçlarının ve kutuplaşmanın arttığı, ‘biz’ ve ‘ötekiler’ kavramlarının güçlendiği toplumlarda yaşıyoruz. Bunu biraz olsun kırabilmek veya daha sağlıklı ve güçlü demokrasiler kurabilmek adına Politika bir alan veya ortam olarak nasıl olmalı bunu da hayal edebilmemiz ve tartışabilmemiz gerekiyor.
Zaven Biberyan’ın ev hayatı ve toplumsal hayat arasındaki ilişkileri irdeleyen romanı ‘Meteliksiz Âşıklar’ bu konularla yakından ilgili. 1950’lerde İstanbul’da yaşayan bir Ermeni aileyi konu alan bu romanda evin anne ve babası Meline ve Kevork’un üç çocuğu var: Sur, Silva ve Hagopig. Okuyucu, bu çocuklardan sadece Sur’u yakından tanıma fırsatı buluyor çünkü kitabın neredeyse bütünü Sur’un iç sesini ve gözlemlerini aktarıyor. Anlatıcı Sur’a o kadar yakın ki bazen iki ses arasındaki sınırları hatırlamak veya belirlemek mümkün değil. Birçok eleştirmen, romanın dönemin Ermeni hayatını takdire şayan bir dürüstlükle anlattığına dikkat çekiyor. Buna şüphe yok. Anlatıcının, özellikle de aile hayatında yaşadığı çıkmazları anlatırken seçtiği kelimeleri, kaprisi ve değişken ruh halini gözlemlediğimizde yazarın kendisi ile Sur arasındaki mesafeyi koruyamadığını hissedebiliriz. Bu da yazarın, Sur üzerinden, kimi zaman ıstıraplı da olsa, toplumsal eleştirilerini yönelttiğini düşündürüyor. Fakat Sur iddia edildiği kadar masum veya haklı bir ‘görüşü’ temsil etmiyor. Sur’un karakteri o kadar tezatla dolu ki, Biberyan’ın Sur üzerinden birtakım yanıtlar aradığını ve ararken de zorlandığını görebiliyoruz.
Sur ve Kevork
Evde yaşanan problemlerin temelinde bir nesil farkı sorunu var. Sur’un anne ve babası çocuklarının kayıtsız davranışlarından, adap bozukluklarından, Ermeni cemaatinin meselelerine ilgisizliklerinden, asimilasyon konusundaki umursamazlıklarından, sahip olduklarıyla yetinmemelerinden şikayetçiler. İçerlemelerini açığa vurdukça çocuklarıyla kendileri arasında bir duvar örüyorlar. Gün geçtikçe, ev bağrışmanın, tartışmanın hakim olduğu, herkesin kendi köşesine çekildiği baskıcı bir ortam halini alıyor. Daha da kötüsü, çocuklar, özellikle de Sur, bu kopukluğu her seferinde bir tokat gibi babalarının yüzüne vuruyor: “Sur cevap vermedi. Radyonun önünden geçti ve sesi iki kat yükseltti. Silva bir çığlık attı, yerinden fırladı, radyoyu kıstı. Bunun üzerine, arkasından ‘Hergele’ diye bağıran Kevork’un sesi duyuldu. Hagopig masadan kafasını kaldırmamıştı. Sanki olan biteni duymamıştı bile.” Ya da Sur ve Kevork arasında geçen şu tartışmayı dinleyin:
“Ulan nankör, kim seni bu yaşa getirdi, kim yedirdi, içirdi, giydirdi?”
“Bu senin görevin. Her baba evladını büyütmek zorundadır. Benim için mi yaptın? Beni sevdiğin için mi? Mecbur olduğun için yaptın! Ben nerede olsam büyürdüm!”
Aslında iki tarafın da söylemleri oldukça sorunlu. Babanın ‘borçlu hissetmelisin’ kozunu oynayarak durumu düzeltemeyeceği aşikarken, Sur’un aile için yapılan fedakarlıkları göz ardı edip kendini haklı görmesi durumu fişekliyor. Sur’un iç hesaplaşması kimi zaman o kadar ileri gidiyor ki, bencilliği olumlu bir ilke gibi yüceltiyor: “Madem seni dünyaya getirmişler, doyurmak zorundalar. Mecburlar. Her şeyi karşılamak zorundalar. Vermezlerse, zorla alırsın, senin hakkın.” Böyle anlarda Sur’un dilindeki politik yankılara dikkat edin. “Senin hakkın.” Ev hayatında herkes kendini haklı bulmak, haklı çıkarmak ve kendi dünya görüşünü savunmak peşinde. Roman boyunca evdeki düzenin genel dinamiklerini incelemek gibi bir eğilimle asla karşılaşmıyoruz. Bu dinamikler, hep patlak veren olaylar üzerinden işleniyor ve sadece “ben” ve “öteki” zıtlığının hükmettiği anlarda ortaya çıkıyor. Sur’un ev hayatını içine oturttuğu politika (“benim hakkım, yaparım, kimse bir şey diyemez”) ötekileştirme ve kişinin kendi üzerindeki egemenliği etrafında dönüyor. İlginç olan şu ki, Sur’un bir strateji olarak kullandığı bu ötekileştirme ve kişisel egemenlik gibi kavramlar toplumsal hayata şekil verdikleri zaman, Sur’u çıldırtıyor. Yani bu iki alan (ev-toplum) arasında gidip gelen Sur’un beklentileri öylesine bağdaşmıyor ki Sur’un kitaptaki politik duruşu gittikçe olanaksız ve tutarsız bir hal alıyor.
Romanın ele aldığı en önemli toplumsal sorun ise kitabın ilk cümlelerinde karşımıza çıkıyor:
“Sur aniden huzursuz oldu. Açıklanamayacak bir duyguydu bu, birileri onları izliyordu sanki. Hızlı bir bakış attı etrafına. Yandaki ve karşıdaki banklar boştu. Parkı bu tarafı ağaçlarla çeviriliydi ve çalılığın arkasında karanlığa gömülüyordu. Parkın ana yolu en az yirmi metre ilerideydi.”
‘Röntgenci’
‘Röntgenciler’. Romanda sürekli gündeme gelen bu ‘röntgenciler’ konusu belki de analiz etmesi en zor olan, tuhaf mı tuhaf bir mevzu. Ermenice kaleme alınan bu romanda Türkçe karakterlerle yazılmış sayılı kelimelerden biri ‘röntgenci’. Giderek bireyselleşen kitleler toplumlarında, davranışların sürekli patolojik stigmalar kazandığı, polis varlığının daha hissedilir hale geldiği gündelik hayatta, birtakım davranışlar ‘suç’ kategorisine girmedikleri için derin huzursuzluklar yaratıyor. Bunlardan biri de işte röntgencilik. İzleniyor muyuz? Acaba şu adam bize niye öyle bakıyor? Ya da sosyal medyada: “Profilinize kimlerin baktığını öğrenin!” Öyle gerginiz ki, “ne bakıyorsun” sorusu insan hayatına mal olacak bir takım münakaşaların başlangıcı olabiliyor. Sur’un aile ilişkilerinde benimsediği ötekileştirme ve kişisel egemenlik politikası (benim hayatım!), toplumsal patolojide ortaya çıkınca, yani bir röntgencinin “bakarım bakmam, sana ne” mantığında belirince, Sur’un aşk hayatındaki samimiyeti tehdit eden, sinir bozucu bir unsura dönüşüyor.
“Ama kim demiş kendisinin gidecek yeri yok diye. Tüm şehir onundu, bir ucundan diğerine,” diye düşünen Sur için şehir, röntgenciler sebebiyle gergin bir hal alıyor, romantik anlar yaşamak istediği Norma ile bir türlü huzur bulamıyor. Biberyan’ın neden adeta bir motif olarak röntgenci kavramını seçtiğini etraflıca sorgulamalıyız. Özellikle de yazarların ve okuyucu olarak bizlerin, kısmen de olsa bir röntgenci gibi başkalarının hayatlarına ilgi duyduğumuzu göz ardı etmeden bu soruyla yüzleşmeliyiz. Birilerinin özel hayatımızı merak edecek düzeyde bize bakmasını haliyle bir tehdit unsuru olarak algılıyoruz. Biri sosyal medya profilimize göz attığında tedirgin olabiliyoruz: “Acaba neden baktı?” Konuşmak, iletişime geçmek, ortak bir söylem kültürü oluşturmak gibi bir fırsatın kısa devre yaptığı anlar bunlar. Günümüzde gittikçe güçlenen “anonimite” kültürünün yankıları. Sosyal medyada kimliğini saklayarak itibar kırıcı yorumlar yapan ve kimliğini gizli tutmaktan güç alanların giderek arttığı zamanlar. Sizce bu sosyal patoloji, ev hayatında giderek artan yabancılaşma ve ötekileşmeyi andırmıyor mu? Babasının her bakışında bir eleştiri veya memnuniyetsizlik arayan Sur gibi, biz de kamusal alanlarda her bakışta tehlikeli bir ilgi, tehdit veya üstünlük kurma arzusu sezer hale gelmedik mi?
‘Başka türlü’
Aras Yayınları, kitabı “1950’ler Türkiye’sinin röntgenini çeken keskin bir toplumsal eleştiri romanı” diye tanıtırken, yazar ve ‘röntgenci’ arasındaki ilişkiye göz kırpıyor. Saçmalık! Biz okuruz, bilgili, eğitimli okurlarız. Röntgencilikle ne alakası var diye düşünüyor olabilirsiniz. Unutmayın, okumanın kendisi de politik bir eylem. Amaç sadece bunu fark etmek değil, bir okuyucu olarak nasıl röntgenciliğin ötesine geçtiğimizi, geçebileceğimizi düşünmek. Başkalarının kişisel hayatlarına bir anahtar deliğinden bakan değil, başka türden okuyucular nasıl olabiliriz? ‘Başka türlü’ sizin için ne anlama geliyor? Onlar eğitimsiz, bizse medeni ayrımına güvenmeden önce, medeninin ne olduğunu ve ne olması gerektiğini düşünmek lazım.
Belki de Sur’a fazla yüklendik. Belki de Sur’un her koşulda politik olan fakat Politika’ya yanaşmayan bir ortamda büyümüş olması küskünlüğünü haklı çıkarmasa bile anlaşılır kılabilir. Belki de bu yüzden Biberyan Sur’da kendine ait bir şey bulmuş ve romanın sonunda ona huzurlu bir kaçamak hediye etme gereği duymuştur. “Gergin olmamak. Rahat olmak, iç huzuruyla… Suç olmayan bir hareket yüzünden, kendini suçlu hissetmemek, tedirgin olmamak…” Her şeye rağmen Sur’un romanın sonundaki bu hayıflanmasında ortak bir arzu bulabiliyorsak eğer, belki de bakmaktan öteye geçmişiz demektir. Belki de Sur’un ev, aile, aşk ve kamusal hayatındaki sorunlarının ne denli kenetlenmiş olduğunu fark etmişizdir. Belki yeni bir ‘bakma’ usulü keşfetmediğimiz takdirde, hem Biberyan, hem Sur hem de toplum olarak bizleri bekleyen dayanılmaz acıyı ve tedirginliği hissetmişizdir.
Belki de en sonunda, Biberyan, Sur ve biz, bir an için bile olsa baş başa kalmayı başarabilmişiz demektir. Bu güzel ve huzurlu yer, onu hissettiğimiz anda, elimizden kayıp giden, geçici bir yer. Aynı ütopyanın hem ‘güzel yer’ hem de ‘olmayan yer’ anlamına gelmesi gibi. Politikada da böyle güzel ve olmayan yerleri hayal etmekten kaçınmamalıyız. Öyleyse Sur’la bitirelim: “Yok canım, korkacak bir şey yoktu. ‘Röntgencilerin’ biriydi muhakkak. Korkacak bir şey yoktu, ama yine de rahat değildiler. Yalnız kalmak için boşuna buralara kadar gelmişlerdi. Biraz oturduktan sonra, yine kalkmaları, uzaklaşmaları, başka bir yer, kimselerin ulaşamayacağı bir yer aramaları gerekecekti.”
Meteliksiz Aşıklar
Zaven Biberyan
Çeviri: Natali Bağdat
Aras Yayıncılık
224 sayfa.