BANU YILDIRAN GENÇ
Öncelikle yazıyı romanın kilit noktasından bahsetmeden yazamadığımı söylemeliyim. Ortada bir belirsizlik var ve o belirmeden romanı anlatmak pek mümkün değil. Okumak isteyenleri uyarmak istedim.
Alberto Manguel, Türkiye’de iyi bildiğimiz, kurmaca ya da kurmaca dışı birçok kitabını okuduğumuz bir yazar. Yapı Kredi Yayınları yazara 1991’de McKitterick Ödülü kazandıran romanını geçtiğimiz mayıs ayında yayımladı. Yabancı Bir Ülkeden Haber Geldi’nin İngiltere’de kırk yaşın üzerindeki bir yazarın ilk romanına verilen bu ödülü sonuna kadar hak ettiğini söyleyebilirim. Arjantinli bir anne babadan Buenos Aires’te doğan, çocukluğunu İsrail’de geçiren, Çek bir bakıcı tarafından büyütülen, farklı ülkelerde yaşayıp 1988 yılında Kanada vatandaşı olan yazar, çok kültürlü olmanın tüm avantajlarını kullanmış.
İpucu
Manguel, Yabancı Bir Ülkeden Haber Geldi’yi Kanada’ya yerleştikten kısa süre sonra yazmış olmalı diye düşündüm okurken. Kanada’da Percé adındaki küçük bir sahil kasabasında geçen romanın Kanada burjuvazisine ve polisine dair söyledikleri yazarın gözlem gücünü okurlara sezdiriyor. Normandiyalı asker emeklisi Berence, karısı Marianne ve küçük kızları Ana’yı tanıtan ilk bölümden önce, Richard Outram’in ‘Bir Sohbetin Ardından’ adlı şiiriyle başlıyor kitap. Şiirin ilk dörtlüğü aslında neye dair bir roman okuyacağımızın ipucunu veriyor:
“Yığılmış balıkların kızıl solungaçlarından sızan kızıl kan
kuruyor kızgın rıhtımda. Doğrudur pekâlâ;
her istediğini elde etmeyi hayal edebilir insan.
Çoğu kişi çocuklara işkence etmiyor. Yapanlar da var ama.”
‘Burası’ başlıklı ilk bölümde Manguel ana karakterlerin tüm duygularını bilen Tanrı anlatıcıyı tercih etmiş. Evin küçük kızı Ana’nın bir süredir evlerinde misafir kalan Mösyö Clive’e duyduğu hoşnutsuzlukla açılıyor ilk sahne. Ve sonra pat diye, Ana’nın gözü önünde, tanıdığı bir çocuk ölüveriyor, boğularak -ki boğulma meselesi romanda sürekli tekrarlanan bir metafor-. Romanın bize attığı ilk çelmelerden biri bu, daha tam olarak karakterleri tanımadan küçük bir kızın yaşamın gerçeğiyle yüzleşmesine ve “ölüm” kavramını düşünmesine tanık oluyoruz ki aslında roman bir bakıma Ana’nın duygusal gelişimini de anlatıyor.
Marianne herkese, küçük kızına bile çok uzak bir karakter. İletişimde olduğu tek kişi Arjantin’den onlarla birlikte gelen yardımcıları Rebecca. Ana’nın en sevdiği şey Rebecca’dan annesinin eskiden nasıl bir insan olduğunu dinlemek. Marianne artık aşırı derecede kilolu, hareket ederken bile zorlanan, konuşmayan, aldığı ilaçlarla da genellikle boş boş bakan biri hâline dönüştüğünden Ana’nın ona ve sevgisine duyduğu özlem okurun bayağı içini burkuyor. “Bahçenin uzak köşesinde yeşile boyalı demir bir sıra vardı ve annesi arada bir, hava serin ve berrak olduğunda oraya oturur ve lime lime olmuş bir Fransızca romanı okur ya da sessizce örgü örerdi. Bir ya da iki kez Rebecca’nın da annesinin yanına sıraya oturduğunu ve telaşlı fısıltılar halinde konuştuğunu görmüşlüğü vardı. Sanki bir şeyi ya da birini uykudan uyandırmamaya çalışıyormuş gibi, diye hatırlıyordu bu anları.”
Annesinden bulamadığı sıcaklığı Ana’ya gösteren de Rebecca olduğundan çocuğun tanık olduğu ölüme dair konuşmak ona düşüyor. Ama bu sohbet sırasında Rebecca’nın çok sevdiği erkek kardeşinin bambaşka bir biçimde boğularak öldüğü ortaya çıkıyor: “Nasıl boğuldu? Ana bekledi. Boğdular onu. Yani biri tarafından mı boğuldu? Evet. Kim? Polise çalışan adamlardan biri. Neden yaptı bunu? Jorge’yi neden mi boğdu? Çünkü Jorge adama bilmek istediği şeyi söylemedi. Adam da onun başını su dolu bir kovaya sokup orada tuttu. (...) Asıl huzur bulamayanlar boğarak öldürenlerdir.” Bu sohbetin ardından Rebecca’ya daha yakın olmak isteyen Ana onun Arjantin’den arkadaşlarıyla buluştuğunu görüyor ve bu arkadaşlarla tanışıp onları dinlediğinde hepsinin ailesinin Buenos Aires’te polisler tarafından öldürüldüğünü, bütün bu cinayetlerin arkasındaki kişinin ‘burada’ yaşadığını, Rebecca ve arkadaşlarının da intikam peşinde olduğunu öğreniyor.
‘Orası’
İlk bölümün trajik sonundan sonra tanımaya fırsatımız olmayan Marianne’in ağzından, birinci tekil anlatımla yazılmış ‘Orası’ bölümüne geçiyoruz. ‘Orası’ bölümü Marianne ve Kaptan lakabıyla bilinen Berence’in tanışıp yaşadıkları şehirlerle üç alt başlığa bölünmüş: ‘Cezayir’ – ‘Paris’ ve ‘Buenos Aires’. Cezayir’de doğup büyümüş Marianne küçüklüğünden itibaren yerli halka empatisiyle farklı biri olmuş. Arap kültürüne duyduğu ilgi, annesinin istediği gibi hanım hanımcık bir Fransız kızı olmak istememesi, kendi gibiler arasında hissettiği yabancılık onu 30’larına kadar evlenmemiş, çalışan, aykırı, o yıllarda özgürce ilişki yaşamaya cesaret edebilen bir genç kadın hâline getirmiş. Hiç evlenmeyeceğini düşünürken yumuşacık, düşünceli, akıllı, olgun bir erkekle tanışınca kendini önce Paris’e sonra Buenos Aires’e, en son Kanada’ya götürecek bir evliliğe adım atıyor. Paris yıllarında fotoğrafa merak saran Marianne’in kendini bulmasını ve Berence’le daha da yakınlaşmalarını okuyoruz daha çok. Buenos Aires’e düşürdüğü çocuğunun acısıyla gidiyor Marianne ama acısı ve beklentisi çok uzun sürmüyor ve Ana’yı doğuruyor. Bundan sonrası Marianne için daha politik bir yaşama evrilmek demek. Eve yardıma gelen kadınlardan dinledikleri, durmadan kaybolanlar ve birden kendisini yavaş yavaş toplanmaya başlayan Plaza de Mayo annelerinin arasında yardım etmeye çalışırken bulması... Tüm bunları yine Berence’in desteğiyle yapması ve bir gün tam olarak ne iş yaptığını bilmediği kocasının iş yerine gidip anlattıklarını duymasıyla yıkılan, paramparça olan dünyası...
Son bölümde yine ‘Burası’na Kanada’ya dönüyor ve Berence’in Ana’ya ettiği itirafları okuyoruz. Çocukluğunu, nasıl büyüdüğünü, ne yaptığını anlatıp Ana’dan karar vermesini istiyor, onunla gelecek mi? Ve roman, Ana’nın kararıyla son buluyor..
Manguel, dünyadaki haksızlıklarla, en azından kendi tanık olduklarıyla, oldukça etkili bir biçimde hesaplaşmış. Ne edebilikten uzaklaşan bir didaktik tavır var romanında ne de yargılama. Fransa’nın Cezayir’e, orada işini bitirince Buenos Aires’e el atması, işkence taktiği dersi veren üst düzey yöneticiler, emekliliğini mutlu ve huzurlu bir sahil kasabasında geçirmeye karar veren askerler... Her şey ne kadar tanıdık.
Vicdani bir soru
Yazar çok bildik bir kalıbı yıkıyor aslında. Marianne’in Berence’le ilgili en ilginç anısı dikenli tellere takılmış ve martılar tarafından parçalanan kediyi kurtarmaya çalıştığında kocasının yanına bile gelememesi, bakamaması ve kusması... Ne kadar hassas bir kişiliği olduğu ilk bölümde dinlediği müzikle, okuduğu kitaplarla, Ana’yla ilgilenmesiyle okurun özellikle dikkatinin çekildiği bir karakter Berence. Gençken birlikte çalıştığı Clive’le bile mesafeli, ketum sohbetinde adalet ve vicdan konusunda söyledikleriyle hep ama hep okurda soru işareti bırakıyor: “Polis memurları gibi, başkalarına şiddet uygulayanlarla kendilerine şiddet uygulayanlar -yani benim gibi, kendilerini canlı canlı kitaplarına gömenler- cehennemin aynı katını paylaşırlar, biliyor muydun? Sen inim inim inleyen ve kan kusan yamru yumru bir ağaca dönüşeceksin, bense senin sızlayan köklerinin üzerinde kapkara dişi çoban köpekleri tarafından kovalanan biri olacağım.” Buradan tamamen vicdani bir soruya geliyoruz. Birinci dünya ülkelerinden üçüncü dünya ülkelerine gelip işkence tekniklerini öğreten, bunu neredeyse tıbbi bir ders gibi anlatanlar mıdır şiddet uygulayanlar, yoksa o öğrendiği tekniklerle yüzlerce canı alanlar mı? Hangisi daha suçludur? Ya da hangisi vicdanen daha rahattır?
İnsanı tanımak mümkün değil aslında. O çok sevdiğimiz aktör gerçekten kadına şiddet uygulamış mıdır? Son derece ilgili bir baba çocuklarını istismar ediyor olabilir mi? Diktatörler şarkı dinlerken duygulanıp ağlar mı? Emekliliğinde sahil kasabasına yerleşen darbeci general resim sanatından anlar mı? Bu roman Berence karakteriyle, bir kedinin acısına bakamayan bir adamın kurduğu sistemin acımasızlığının o çelişkili ama son derece gerçek yüzünü gösteriyor. Ve burada asıl acıyı çeken, kendini cezalandıran, kilo alan, çocuğuna bakmayı kesen, yaşayan bir ölü olan Marianne. Çünkü kocasının gerçek yüzünü gördüğü halde “Ben Onu hâla seviyorum; nasıl olduğunu anlamıyorum, ama Onu hâlâ seviyorum.” haykırışıyla kurtuluşunu tek sırdaşı Rebecca’dan bekliyor.
Alberto Manguel bu ilk romanıyla tarihle nasıl hesaplaşılır çok ustaca göstermiş. Yeşim Seber’in akıcı Türkçesiyle mutlaka okunması gereken bir roman.
Yabancı Bir Ülkeden Haber Geldi
Alberto Manguel
Çeviri: Yeşim Seber
YKY
211 sayfa.