Son 100 yıllık Türkiye tarihi 1915’i hesaba katmadan analiz edilemez

7 Şubat 2017’de 686 sayılı Olağanüstü Hal KHK’sı ile mesleğinden ihraç edilen akademisyen Barış Ünlü’nün bu yıl başlarında Dipnot Yayınları’ndan çıkan “Türklük Sözleşmesi” adlı kitabı, hem Türkiye’deki ırkçılığa hem de 1915’in öncesi ve sonrasında olup bitenlere dair yeni bir perspektif sunuyor. Kitabı vesilesiyle Barış Ünlü ile Türkiye’nin son 100 yılını ve Türklük Sözleşmesi’ni konuştuk.

1915’in üzerinden 103 yıl geçmiş oldu ve o yara Ermeniler açısından hala açık, yakın zamanda kapanacak gibi de görünmüyor. Önemli bir kitap yazdınız, üzerine konuşulacak çok şey var ama 1915 ile ilgili tespitlerinizle başlamak istiyorum. Genel olarak bu konu üzerine düşünür ve tartışırken İttihat Terakki rejiminin devlette ve toplumda harekete geçirdiği bir dinamikten bahsederiz ve toplumu çok da işin aktörü olarak görmeyiz. Daha doğrusu bu konu üzerine çalışanların asıl odaklandığı alan rejim oldu genellikle. Ancak siz “Türklük Sözleşmesi”nin tarifini yaptıktan sonra bu katliamda yerel eşraf gruplarının da –yanlış bir tabir kullanıyorsam düzeltin- İttihat Terakki rejimini bir parça ‘motive edici’ bir rol oynadığını söylüyorsunuz. Daha doğrusu otoban biraz çift taraflı işlemiş gibi. Sizi böyle düşünmeye sevk eden nedir?

1915’in bir soykırım olduğunu kabul edenlerde genel olarak şöyle bir düşünsel eğilim var: Kötülükler asıl olarak yukarıdan, yani devleti yönetenlerden veya devlete hâkim olan egemen sınıflardan gelir. Osmanlı-Türkiye tarihine baktığımızda, bu yukarıdakiler “İttihatçı zihniyet” ya da egemen sınıf olmaya çalışan Müslüman burjuvazi olarak beliriyor. Aşağıdaki sınıflar ise kötülüklere ya zorlanmıştır ya da kötülüklerin kötülük olmadığı konusunda tabiri caizse kandırılmıştır. Devlet ve millet arasında bu türden bir ikili karşıtlığın 1915’i anlamayı zorlaştırdığı gibi, 1915’den bugüne kadar olan tarihi anlamamızı da zorlaştırdığını düşünüyorum. Örneğin, geçmişi bırakıp bugüne gelirsek, sadece son yıllarda yaşananlar bile, despotik-tekçi merkeze karşı demokratik-çoğulcu periferi düşüncesinin ne kadar yanlış olduğunu, bütün baskıların Kemalizme referansla açıklanamayacağını gösterdi. Dolayısıyla devlet/millet ve merkez/taşra gibi ikiliklerin ötesine geçebileceğimiz ve bilinen olayları yeni bir gözle görmemizi mümkün kılabilecek bakış açıları geliştirmek gerektiğini düşünüyorum. 
Sorunuza dönersem, 1912-1922 arasındaki aralıksız savaş döneminde Anadolu’nun yerli ve Balkanlardan/Kafkaslardan gelmiş göçmen Müslümanlarının (diyelim Türkler, Kürtler, Çerkesler, Boşnaklar vb.), yabancı ve yerli Hıristiyanlara karşı 1820’lerden sonra tarihsel ve tedrici olarak oluşmuş nefret, haset, hınç gibi duygularla, ayrıca her şeylerini kaybedebilecekleri korkusuyla ve bunun yarattığı güvenlik arayışıyla, benim ‘Müslümanlık Sözleşmesi’ dediğim, fiili ama zaman zaman yazılı haller de alan yatay bir mutabakat etrafında anlaştıklarını düşünüyorum. Bu mutabakat devlet ile Müslüman halklar arasında, Müslüman merkez ile Müslüman taşra arasında ve Müslümanları bölen çeşitli toplumsal sınıflar arasında gerçekleşti. Bu duygu ve çıkar ortaklıkları, savaş ortamında aşırı ve kolektif bir şiddet eğilimi doğurmuştur. Dolayısıyla 1915’e de bu gözle bakıyorum. Tehcir kararını merkez ve yukarısı almış olabilir, ama bu karar taşranın ve orta/alt sınıf Müslümanların duygularıyla ve beklentileriyle de örtüştüğü için bu ölçüde büyük bir suça, yani soykırıma dönüşmüştür. Bu herkesin suça doğrudan katıldığına değil, farklı toplumsal katmanlardan önemli bir katılım olduğuna ve en azından suça verilen örtük ama büyük bir onay olduğuna işaret ediyor. Ermenilere yapılanları kötülük olarak gören ve bu kötülüğü içine sindiremeyip buna karşı çıkan insanlar olduğunu, ama bunların çok fazla olmadığını da biliyoruz. Suç çoğunlukla kötülük olarak görülmedi çünkü bunu hak ettikleri düşünüldü ve böyle hissedildi. Dolayısıyla suç, suç olarak da görülmedi. 

-Devletin 100 yılı aşkın süredir sürdürdüğü inkarın toplumda bu kadar kolay karşılık bulmasını da böyle mi anlamlandırmak lazım?

Devletin merkezden ve yukarından organize edilen inkar politikalarını küçümsemek için söylemiyorum ama orta ve alt katmanların ve ayrıca taşranın inkar eğilimlerini de görmek gerektiğini söylemeye çalışıyorum. Ayrıca Müslümanlık Sözleşmesi’ni sadece 1915 bağlamında düşünmemek lazım. Ortak duygularla ortak bir irade gösterebilme anlamında Müslüman milleti ve sadece bu milletin çıkarlarını gözetecek Müslüman devleti, Müslümanlık Sözleşmesi etrafında eşzamanlı oluşmuştur. Sözleşmenin metafor olmaktan çıkıp belli bir gerçekliğe de tekabül ettiği 1918-1922 arasına bakmak bu açıdan özellikle önemli. 1918 sonrası bir devletsizlik dönemidir, yani Müslüman milleti koruyup kollayacak bir devletin olmadığı, tam tersine Müslüman milleti cezalandırabilecek başka devletlerin kurulma ihtimalinin olduğu bir dönemdi. Böyle bir zamanda, Müslümanlar kendi aralarında, yine belli duygu ve çıkar ortaklıkları etrafında, çeşitli müzakerelerle, yerel ve milli kongrelerle, millet meclisiyle, 1921 Anayasası’yla vs. birleşmişler ve kendilerini koruyabilecek bir yeni Müslüman devleti kurabilmişlerdir. 
Özetle, Müslüman milleti ve Müslüman devleti eş zamanlı bir şekilde, aynı sürecin parçaları olarak oluştu. Bunların kurgusal ve ideolojik yapılar olmadığını, gerçek çıkarlara ve güçlü duygulara dayanarak oluştuğunu anlamak, sadece 1915’i anlamak açısından değil, 1915 sonrasındaki yüz yıllık Türkiye tarihini çeşitli boyutlarıyla anlayabilmek açısından da çok önemli bence. 
Tocqueville Amerika’da Demokrasi kitabında, mealen, bir ulusun karakterini ve işleyişini anlamak için doğuş yıllarını, ortaya çıkışını incelemek gerektiğini söylüyor. Bu çağrı, uzun bir insan ömrü sayılabilecek 100 yıl gibi kısa bir tarihi olan Müslüman milletini anlamak açısından özellikle önemli görünüyor bana. Tabii bunu sadece Müslümanlığa bakarak göremeyiz. Yatay Müslümanlık Sözleşmesi sayesinde oluşmuş yeni devlet, 1923’ten sonra, bu defa dikey bir şekilde yukarıdan aşağıya, Müslümanlık Sözleşmesi’ni daraltıp Türkleştirmiş, yani Türklük Sözleşmesi yapmıştır. Bu, bu ülkede güvenli ve imtiyazlı bir şekilde yaşamak için artık sadece Müslüman olmanın yetmeyeceği, aynı zamanda Türk olmak veya Türkleşmek gerektiği anlamına geliyordu. Böylece Türkleşmeye direnen Müslüman grupların, yani Kürtlerin önemli bir bölümü de yeni sözleşmenin dışında kaldı ve çeşitli biçimlerde cezalandırıldı. Dolayısıyla, Müslüman-Türk milletinin oluşumu, yatay Müslümanlık ve dikey Türklük sözleşmelerinin tarihsel bir sentezi üzerinden daha iyi analiz edilebilir.

Ermenilerin mallarına el konması da bu bahsettiğiniz denklemin içinde yer alıyor sanırım.

Bu kanlı servet transferi, Türkiye’de milli burjuvazinin, yani Müslüman-Türk burjuvazinin oluşumunu anlamak açısından hayati bir öneme sahip. Nitekim bu yönde yapılan çalışmalar giderek artıyor. Fakat sadece ekonomiye baksak bile, bunun etkilerini sadece burjuvaziye bakarak anlayamayız. Ermenilerin ve mübadeleyle gönderilen Rumların 1910’lardaki nüfus oranı eğer korunsaydı bugün Türkiye’de 20 milyona yakın Ermeni ve Rum olacaktı. Şimdi 20 milyonun birkaç yıl içinde Türkiye’den “kaybolduğunu” ve bunun sonuçlarını tahayyül etsek, 1910’lar ve 1920’lerdeki nüfus mühendisliğinin devasalığını da daha iyi anlarız gibime geliyor. Demek istediğim, ekonominin millileştirilmesini sadece milli burjuvazinin oluşması anlamında değil, üretimi, mülkiyeti, ticareti, bölüşümü ve istihdamıyla ekonominin genel olarak millileştirilmesi olarak düşünmeliyiz bence. 
Her halükarda, örneğin ABD tarihini yerli halkların soykırımı ve Afrikalıların köleleştirilmesi olmadan nasıl analiz edemiyorsak, son yüzyıllık Türkiye tarihini de 1915’i hesaba katmadan analiz etmek mümkün değil. Bu açık gerçek de açık bir gerçek haline ancak son 20 yılda, o da zar zor gelebildi. Daha öncesinde, birkaç istisnai entelektüel dışında, kimsenin gördüğü bir şey değildi. 

Kürt meselesinde de benzer bir çerçeveden yola çıkıyorsunuz ama şunu sormak istiyorum. Hem Kürt hem de Ermeni meselesinde 2012-2015 arası yaşadığımız dönemi nereye koymalı ya da nasıl anlamalı? Dönemin Başbakanı Erdoğan her ne kadar sorunlu bir metin olsa da ve 1915’in 100. yılında sergilediği performans o metni bir anlamda silse de 2013 ve 2014’te bir taziye metni yayınladı. Aynı şekilde, sonrasına gelen eskisinden beter bir politika olsa da Kürt meselesinde bir çözüm süreci dönemi yaşadık. Bunlar ne tür istisnalardı sizce? Bu sürecin rejim açısından motivasyon kaynağı neydi?

Bu soru çok yakın bir döneme işaret ettiği için cevabı ister istemez spekülatif olacak ama ana motivasyonun çok genel olarak politik olduğu söylenebilir. Politik motivasyon ise, eski devleti ideolojik dayanaklarıyla birlikte yıkıp yerine yenisini kurmak. Bunun için Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli grupların ve odakların desteğini almak, bunlarla ittifak kurmak, yeni bir ideolojik meşruiyet yaratmak ihtiyacı vardı. Fakat bunun tam bir başarısızlıkla sonuçlandığını, eski devleti bütün kurumlarıyla birlikte yıktıklarını ama yenisini kurmayı beceremediklerini biliyoruz. Çünkü yeni bir devlet kurmak için ne becerileri, ne de ahlaki, hukuki, demokratik ve entelektüel meşruiyetleri var. Bu büyük ve artık geri dönüşü olmayan başarısızlığın üstü de, Cumhuriyet’le örtülemeyeceği için, Osmanlı’ya geri dönülerek örtülmeye çalışılıyor. Çok daha mütevazi bir devleti bile yönetmeyi beceremeyenler, Osmanlı gibi devasa ve 600 yıl ayakta kalmış bir devletten meşruiyet devşirmeye çalışıyorlar.
Bu sorunuz bağlamında ayrıca şunu da hatırlamak faydalı olabilir: Bu ülkenin tarihinde “açılım”lar yapıldıysa, bunların belki de en büyüğünü 1908’i önceleyen ve takip eden 5-6 yıl içinde İttihat ve Terakki yapmıştır. Sonrasında neler yaşandığı ise malum. 

Kitapta önemli bir bölümü Türk ve Müslüman olmanın sağladığı ‘görünmeyen imtiyazlara’ ve insanların bu imtiyazların farkında bile olmamasına ayırıyor, bu imtiyazlı grubun Türklük sözleşmesi dışında kalan grupların sorunları ile ilgilenmeme, bir tür onları görmeme şekilde içselleştirilmiş bir davranışları olduğunu söylüyorsunuz. Bunu da tarif ederken de ABD’deki “Beyaz Olma imtiyazı”nı referans veriyorsunuz. Bu tabii çok kapsamlı bir konu ama kısaca tarif edecek olursak ne tür benzerlikler var?

Dediğiniz gibi bu mukayese meselesi kapsamlı, tartışmalı ve karmaşık bir konu. Ama basitleştirerek söylersem, benzerlikler, ırksal ve etnik hiyerarşideki konumlardan, güç/imtiyaz farklılaşmasından ve bu konumların/farklılaşmaların yarattığı görme, duyma, bilme, ilgilenme ve duygulanma biçimlerinden kaynaklanıyor. Üsttekiler, belli bir ırkı veya etnisiteyi sistematik ve kurumsal olarak avantajlı kılan yapısal ırkçılık ve yapısal Türkçülük sayesinde, alttakilere kıyasla maddi ve manevi açılardan imtiyazlı hayatlar yaşarlar. Yapısal terimi, ordu, eğitim, akademi, diyanet, adalet, siyaset, medya gibi alan ve kurumların belli grupların lehine işlediğine dair vurgu yaptığı kadar, bireysel olarak ırkçı veya Türkçü olmayan kişilerin de yapısal ırkçılıktan ve Türkçülükten yararlanabildiğini görmemizi mümkün kılıyor. 
Fakat imtiyazlı gruplar imtiyazlı olduklarını bilmezler. Bilmezler, çünkü imtiyaz konforlu olduğu için normal karşılanır, görülmez, hissedilmez. Akıntı yönünde yüzmek gibi. Ayrıca bilmek de istemezler, çünkü sahip oldukları şeyleri hak ettiklerini, kendi becerileriyle elde ettiklerini düşünmek isterler. İmtiyazsız gruplar ise imtiyazsız olduklarını çok iyi bilirler, çünkü bu acı verici bir şekilde kendisini sürekli hatırlatır. Tabii imtiyaz kavramıyla düşündüğümüzde, benzer kıyaslamalar cinsiyet ve sınıf hiyerarşileriyle ilgili de yapılabilir. Ve bütün bu eşitsizlik kategorilerinin farklı coğrafyalarda birbirleriyle nasıl kesiştiği üzerine de yapılabilir.

Kitapta önemli bölümlerden biri de Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Süryanilerin bu Türklük Sözleşmesi’ni veri kabul edip buna uyan davranış kodları geliştirmek zorunda kalmaları ve bir tür dilsizleşmeleri, görünmez olmak zorunda kalmaları. Benzer bir durumu Kürtlerin de bilhassa 1980 öncesinde yaşadığını örneklerle anlatıyorsunuz. Ancak bilhassa Kürtler açısından yeni bir döneme girdiğimiz söylenebilir mi?

Sözleşme kavramına dönersek, sözleşmenin içinde ve dışında olma halleri, içinde ve dışında olan bireylerin karakterlerini, ruh hallerini, vücut dillerini vs. şekillendirir. İçinde olanların devleti ve milleti varken, dışında olanların devleti ve milleti yoktur. Bu temel farklılık, içindekilerin ve dışındakilerin bütün davranışlarına, benlik sunma biçimlerine, çevrelerindeki dünyayla kurdukları ilişkilere ve girdikleri etkileşimlere damgasını vurur. Bu tabii bilinçli bir şekilde olmaz. İçselleştirilmiş, öğrenilmiş ve öğretilmiş bir güçlülük ve güçsüzlük hissiyle olur. 
Bütün bu söylediklerim özü itibariyle güçle ilgili olduğu için, değişim de güçle ilgili olarak ortaya çıktı. Özellikle Kürtler, son 30 yılda kendilerine ait çok boyutlu bir güç yaratabildikleri ölçüde güç hiyerarşisini sarstılar ve dengesizleştirdiler. Bu yeni güç de doğal olarak, Kürtlere özgüven ve özsaygı olarak yansıdı. Kürtlerin güçlenmesi ise Türklerde bir güç kaybı olarak deneyimlendi ve hissedildi. En basitinden, birisini istediğiniz gibi çağıramamak, isimlendirememek, tanımlayamamak bile büyük bir güç kaybı olarak deneyimlenebilir. Artık “Doğulu vatandaşlar” veya “Kürt kökenli Türk vatandaşları” diyemiyorsanız veya deseniz bile bundan dolayı komik duruma düşüyorsanız, büyük bir mevzi kaybetmişsiniz demektir. “Gâvura gâvur diyememe”nin Türk İslamcılarında yarattığı acıyı da düşünebiliriz burada.

Kitapta tespitlerinizden biri de son 10-20 yılda bilhassa Kürt ve Ermeni meselesinde yaşanan gelişmeler sonucu bir ‘Türklük Krizi’nin patlak verdiği. Yani bir tür reaksiyon. Son iki yılda yaşadıklarımız AKP’nin bu Türklük Krizi’ni sözcüsü, temsilcisi olmaya soyunması ile mi ilgili biraz da?

Evet, Kürtler çeşitli şekillerde güçlendikçe ve Ermeniler, özellikle Agos ve Hrant Dink’le birlikte, ahlaki ve entelektüel bir güç olarak ortaya çıktıkça, bu bir Türklük krizi yarattı. Bundan, Türklerin görmeme, duymama, ilgilenmeme güçlerinin ellerinden alınışını ve kendilerini, sözleşme dışındakilerle bir şekilde ilgilenme mecburiyeti içinde bulmalarını kastediyorum. Son 20 yılda ortaya çıkan alternatif tarihyazımının kendisi bile başlı başına bir Türklük krizi yarattı, çünkü bu tarihyazımı tarihin Türklerin bildiği gibi olmadığını iddia etti. Bu kriz karşısında, kimileri daha da milliyetçi ve ulusalcı olurken, kimileri de değişip dönüşmeye başladı. 
Politik düzeyde ise Türklük kriziyle sadece AKP değil, Türk partisi olan bütün partiler baş etmek zorunda kaldı. Seçmenlerinin kriziyle nasıl başa çıkacaklardı? Ulusalcılaşarak mı? Daha kapsayıcı ve esnek olarak mı? Müslümanlık Sözleşmesi’nin söylemine dönerek mi? Osmanlı’nın emperyal haşmetine dönüldüğünü söyleyerek mi? Yoksa iyice Türk-İslamcılaşarak mı? Bütün bu sorulara farklı zamanlarda farklı cevaplar verildi. Örneğin CHP 2000’lerde ulusalcılaşmayı seçti, yani sağa kaydı. Fakat 2010’lardaki Gezi ve HDP’de cisimleşen sol dalga CHP’yi bu defa ters istikamette zorlamaya başladı. 
AKP’yle ilgili sorunuza dönersek, bu krizden yararlanmaya çalıştığı söylenebilir. Sonuçta, değişen konjonktüre göre her şeyden yararlanabilen bir hareket var karşımızda. Ama ben 7 Haziran 2015’den sonra yaşananları, Türk sağının günümüzdeki üç temel damarı olan İslamcılığın, Türkçülüğün ve ulusalcılığın, çeşitli hesaplar etrafında birleşerek, yükselen sola ve Kürt hareketine karşı aşırı-sağ bir ittifak oluşturması olarak görüyorum. Buna yer yer destek veren CHP’nin tutumu da kısmen Türklük Sözleşmesi’yle açıklanabilir. Ama bu tutumun, sol dalganın ve HDP’nin muhtemelen birkaç yıl içinde CHP’yi yerinden, örneğin ana muhalefetten edecek olmasıyla da ilgisi vardı bence. Demek istediğim, sadece Türklük krizi veya sözleşmesiyle açıklanamayacak daha karmaşık bir süreç bu bana göre. 

-Son olarak şunu sormak istiyorum. Türklük Sözleşmesi yaşadığımız bu hercümerç içinde bundan sonra kurulduğu, tasarlandığı gibi devam eder mi? Yoksa belli bir dönemin sonuna mı geldik?

Kitapta da söylediğim gibi, geçmiş hakkında düşünmek için kullanışlı olabilecek bir kavramsal araç, diyelim sözleşme, güncel zaman ve gelecek hakkında düşünmek için kullanışlı olmayabilir, hatta yanıltıcı olabilir. Ama şu kadarını söyleyeyim. Türklük Sözleşmesi’nin cazibesi, uymayanları cezalandırmasından değil uyanları ödüllendirmesinden gelir: Sözleşme, içindeki insanları çeşitli kurumlarla gözetir, bu insanların kendi onurlarını koruyarak, diyelim belli bir mesleği düzgün bir şekilde yaparak yaşamaları ve toplumsal hayatta yükselmeleri için imkan sunar, kariyer hatları sağlar. Bu sayede, toplumun en alt katmanlarından gelen sayısız insan çeşitli alanlarda mesleklerini, sözleşmenin temel kurallarına uymak kaydıyla, düzgün ve saygın bir şekilde yaparak yükselebildiler. Profesör, hâkim, gazeteci, doktor, bürokrat, başbakan vs olabildiler. Bütün bunları da, belli bir gayrişahsi ve kurumsal rasyonelliği olan, Dünya’da da saygın bir yeri olan bir devletin vatandaşı olarak yaptılar. 
AKP iktidarı işte bu devlet yapısını neredeyse bütünüyle çökertti ve şahsileştirdi. Artık bir Türkün, kendisine ve mesleğine saygı duyarak, kendi kararlarına sahip çıkarak ve çevreden de gerçek bir saygı görerek toplumsal hayatta yükselmesi imkansız. 15 yılın sonunda ne üniversite kaldı, ne yargı kaldı, ne diplomasi kaldı, ne medya kaldı, ne de meclis kaldı. Dolayısıyla sözleşmenin, reel ve potansiyel ödüllerle ve imtiyazlarla donatan kurumsal yapısı çöktüğü için ve buna paralel olarak, sözleşme dışındakilerin daha önceki sorularda bahsettiğim direnişi de devam edeceği için, sözleşmenin kısa vadedeki geleceği de büyük ölçüde şiddet ve baskı aygıtlarına bağlı görünüyor. Ama orta ve uzun vadede Türklük Sözleşmesi yeniden ve yeni kurumlar aracılığıyla tekrar güçlendirilebilir. Tabii, mücadeleye ve olası ittifaklara bağlı olarak, yıkılıp yerini daha özgürlükçü ve eşitlikçi bir şeye de bırakabilir. 









Kategoriler

Genel Güncel


Yazar Hakkında

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE