Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yunanistan ziyaretinde dile getirdiği taleplerin ve Lozan Anlaşması’nı tartışmaya açmasının yankıları sürüyor. İstanbul’da Rumca yayınlanan Apoyevmatini gazetesinde 15 Aralık Pazartesi günü İstanbul doğumlu Aleko Papadopulos’un Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hitaben bir mektubu yayınlandı. Apoyevmatini gazetesinin genel yayın yönetmeni Mihail Vasiliadis büyük bir incelik göstererek bu mektubu Agos okurları için Türkçeye çevirdi. Türk Yunan ilişkilerinin yakın dönemi ve bugünü hakkında önemli tespitler içeren bu mektubu paylaşıyoruz.
Sayın Başkan,
Sana ‘sevgili Başkan’ diye hitap edecektim, ancak bu yaşımda -konvansiyon öyle olsa da- yalan konuşmam yakışık almaz. Bana öyle öğrettiler. Her daim doğruyu söylemeye alıştım, bu bana bazı hallerde pahalıya mal olmuş olsa da.
Sana ‘sen’li hitabımı mazur gör, Ancak bunu daha insancıl, daha içten, daha spontane ve daha samimi buluyorum. Esasen Allah’a da ‘senli’ olarak seslenmiyor muyuz?
İster içimde kala kalan gazetecilik insiyakıyla, ister hem Türk hem Yunan kimliğine sahip basit bir vatandaş olarak, olayı ilgiyle izledim. Türk kimliğim İstanbullu olmamdan gelir. Yunan kimliğine ise, yıllar sonra, sizin oradakilerin tutumundan nihayet sükûtu hayale uğrayan Yunan devletinin bize sahip çıkarak ‘Yabancılar Şubesi’(!) ile ilişkimizi kesmesi üzerine, sahip oldum. Anladın sanırım: ben İstanbullu bir Rum’um, yani ne Yunan ne de Türk. Kökenlerimin nereye dayandığını, ne olup ne olmadığımı, bugüne kadar kimsenin sorumlulukla, bilimsel bir biçimde, bana izah edemediği ve kimsenin de açıkça ve samimi hislerle ‘bizdensin’ diyemediği, sıradan bir vatandaş. Bu belki senin için de geçerli olabilir, ancak bulunduğun konumda, ne dün ne bugün, kimseyle oturup bunu tartışamazsın.
Ben 1934 doğumlu ve senden oldukça yaşlıyım. Hayatımın ilk 30 yılını orada yaşadım. Tahsilimi orada yaptım, orada olgunlaştım, askerliğimi de orada yaptım: Yedek subay olarak Erzurum’da 220. Piyade Alayı’nda. İlk yaşam planlarımı da, doğduğum yerin aynı zamanda benim de vatanım olduğu inancıyla, İstanbul’da hayal ettim. İş hayatıma da orada başladım, başarılı olduğunu düşündüğüm ilk adımlarını orada attım. Başarılı addediyorum, çünkü henüz 21 yaşındayken, o dönemde Rumca olarak İstanbul’da yayınlanan iki günlük siyasi gazeteden birinin yazı işleri müdürlüğü sorumluluğunu yüklendim. Orada evlendim, yuvamı orada kurdum, oğlumuz da gözlerini dünyaya orada açtı...
Tüm bunları neden şimdi sana yazıyorum? Acele etme, bana biraz zaman ver anlatayım. Allah aşkına, ne olur bana “başka zamana erteleyelim” deme, zira kalan zamanımın bu defteri tamamlayıp kapatmaya yetmeyeceğini biliyorum.
Senin son Yunanistan ziyaretinden bahsetmek üzere yazmaya devam ediyorum. Düşün, ne kadar saf ne kadar iyi niyetliyim ki, geleceğin günlerin arifesinde buraya eski bir tanışın, benim bir adamımın geleceğini düşünmekteydim.
Sadece ‘talepkâr’
Ancak bir kez daha yanıldım bu düşüncemde, zira sen buraya bir dost olarak değil, salt bir talepkâr olarak gelmiştin: Trakya’da yaşamakta olan Müslümanların haklarını talep etmek üzere. Hakkındır muhakkak, onlara olan ilgini ortaya koymak, bizimkilerin bize olan genellikle sathi ilgisine benzememek, ancak bu kez kanatlarının altına başkalarını da almak isteğini ortaya koydun. Yunanistan’ın, isteseydi eğer kolayca asimile etmiş olabileceği Pomaklarla Romanların, onlarla herhangi bir ilgin olmadığı halde, bugün hamisi olmak istiyorsun.
Her hâlükârda buna ve buna benzer şeylere değinmeyeceğim, çünkü konu dışına çıkmak, beni direkt olarak ilgilendirmeyen ve uzmanı olmadığım konulara girmek istemiyorum. Kaldı ki geçmişte defalarca olduğu gibi, bunları iki tarafın hazırlamış olduğunu tahmin ettiğim gündem başlıkları üzerinden, ikili görüşmelerde ele alabileceksiniz. O gündem başlıkları ki zaman içinde pek çok sayfası sararmış, hatta yok olmuştur. Aynen bizim, yani İstanbul Rumlarının, doğdukları yerde insanca yaşayabileceklerine olan inancımızın zaman içinde yavaş yavaş yok olduğu gibi.
‘Tek ülke’
Önce anılarımı sonra da arşivimi karıştırıyorum. Eski bir gazete çıkıyor karşıma. O dönemde İstanbul’da yayınlanmakta olan Rumca ‘Vima’ gazetesinin 19 Nisan 1952 nüshası. Kâğıt sararmış. Yazılar solmuş, zorla okuyabiliyorum. Az buz değil, altmış beş yıl geçmiş üstünden. İlk sayfasında, o dönemin Yunanistan başbakanı General Nikos Plastiras, Fransız ‘Le Monde’ gazetesinin Yunanistan muhabiri, o dönemin Basın Bürosu Müdürü, iki yabancı gazete muhabiri, bir de ben varız. Ben daha on sekizinde, bıyığı terlememiş, gazetecilik hayatına ilk adımlarını atan bir muhabir. General hasta. Belirli bir biçimde çökmüş ama bizi yine de kabul etmiş. Pijamasının üstüne ‘robe de chambre’ını giymiş, tüm sorularımızı her zamanki istekli haliyle cevaplıyor. Sorular yıllar içinde sürüp giden bir konu üzerine: Türk-Yunan ilişkileri. Yunan Başbakanının söyledikleri açık ve sarih. Görüşünü bizlere etraflıca anlattıktan sonra, sözlerini bir temenni olarak da algılanabilecek bir cümle ile bitiriyor: “Türkiye ile Yunanistan yakında tek bir ülke oluşturacaktır”. Bu cümlesini başlık olarak kullandığım röportajımla İstanbul’a dönüyorum ve tarihi bir sonucun habercisi olarak görüyorum kendimi. İnanıyorum ki bu gelişme beraberinde, İstanbul’da yaşamakta olan Rum toplumuna çok yönlü olumlu etkiler de getirecektir. Ne kadar safmışım!
Pırlanta sandığım basit bir cammış meğer!
O günden sonra gelişmeler ardarda geldi. İleri doğru atılan her bir adımdan sonra dört adım geri gidildi ve olaylar 6/7 Eylül trajedisiyle taçlandı. Daha bebektin sen o zaman, henüz 14 aylık. Muhakkak ki bunlar hakkında şahsi görüşün olamaz, ancak o kapkara gecede neler olduğu konusunda sonradan bir şeyler okumamış, duymamış olamazsın. Ayrıntılar mı istersin? Ama hayır, hayır bunlara girmeyeceğim. Daha eskilerden bahsetmeyi de gereksiz buluyorum. Ayırımcılık dosyasını da açmayacağım. Vatanın bizi, güya koruyucumuz Yunanistan’ı zayıf telakki ettiğinde, bir günah keçisi konumunda gördüğü ve her fırsatta darbelere maruz bıraktığı tartışmasız bir gerçektir zaten. Böyle böyle, bir zamanlar on binlerce olan nüfusumuz bu gün iki binin altına düşmüş bulunuyor. Çoğu da ileri yaşlarda. Ki, bunun anlamı 10 -15 yıl sonra İstanbul’da Rum bulabilmek için onları mumla aramak gerekeceğidir, bu da bazılarına büyük zevk verecektir. Geriye kalan binlerce yıllık izlerimiz, ambarlara dönüştürülen Anadolu’daki kiliselerimizde olduğu gibi, o günkü kıymetine göre değerlendirilerek AVM’lere, gökdelenlere dönüştürülecek, ancak belki mezarlıklarımız çocuk ve torunlarınıza binlerce yıllık tarihimizi hatırlatacaktır. Tabii eğer onlar da AVM’lere ve gökdelenlere dönüşmeyecekse.
Ve geçen gün sen sayın Başkan, ziyaret etmeyi görev olarak gördüğünü ifade ettiğin soydaşlarına hitap ederken, onlara saflıkla, Türkiye ile Yunanistan arasında bir ‘köprü’ kurmalarını salık verdin. Yunan muhatabın normal olarak sana o anda “İyi de sevgili dostum, bu köprünün öbür yarısına ne oldu?” diye soracağına, sözüne devamla Rum vatandaşlara, yani bize, o eşi bulunmaz nasihatini tekrarlama fırsatını verdi; o her zaman söylediğin “Türkiye’ye geri dönün” davetini. Senin güya ümit ettiğin ve olabileceğine inandığın davetini! (Bu arada, gerçekten, diğerlerine ‘Türk’ derken bize neden ‘Rum’ olarak hitap ediyorsun?)
Sen bizi ne sandın sayın Başkan? Sen Lozan Antlaşması’nın güncelleşebileceğine inanıyor olsan bile, benim orada kalan varlığım nasıl ‘güncelleşecek’? Şişli Rum Ortodoks Mezarlığı’nda yatmakta olan babamı nasıl güncelleştireyim? Bir zamanlar Sinasos mezarlığında yatan ve bugün nerede olduğunu bile bilemediğim büyük babamı nasıl güncelleştireyim? Ondan sonra da oğluma “bugüne kadar yaptıklarını koy kenara, hemen Türkçe öğren ve eşyanı topla, gidiyoruz; karın ve çocuklarınla birlikte Türkiye’ye İstanbul’a dönüyoruz” nasıl diyeyim? Hadi diyelim ki cesaretimi toplayıp da söyledim, bana demeyecek mi ki “yahu baba aptallaştın mı, orda tüm çektiklerinize rağmen hâlâ aklın orada mı” diye?
Dolayısıyla, senin de inanmadığın bu masalları ikide bir tekrarlayıp söyleme. Eğer şartları tersine çevirecek olsak, eminim ki kendi çocuklarına hiçbir benzer tavsiyede bulunmazdın. Zaten geçenlerde, Atina’daki Başkanlık Sarayı’nda “eğer başımıza gelenlerden ders almazsak, her zaman olduğu gibi, tarih tekerrür edecektir” diyen sen değil miydin? Ancak duruma göre sözlerini değiştiriyorsun. Kendine başka ölçüler benimserken, sıra bize geldiğinde bambaşka ölçülerden dem vuruyorsun. Tabii, bizi oraya tarihin tekerrür etmekte olduğunu göstermek için çağırmıyorsan.
Devam edeyim mi? Sevinerek ederim. Ancak söyleyecek, sana anlatacak çok, pek çok şeyim olmasına rağmen kısa kesmeye çalışacağım. Halkımızın dediği “sağırın kapısını istediğin kadar çal” atasözünü kullanmayacağım çünkü sen sağır değilsin, aksine kulakların çok hassas ve her şeyi duyabiliyorsun, hatta sana söylenmeyenleri de, yeter ki ilgini çekiyor olsun.
Gerek sen gerekse Trakya’daki ‘sahibinin sesi’ konumunda olanlar (İstanbul’da Yunan politikacılar için bu konumda olanlar olmuş olsaydı, ‘vay hallerine’ olurdu) son zamanlarda “dinî özgürlüklerinin zevkini çıkarmakta olan İstanbul Rum azınlığından” bahseder oldunuz. Hangi azınlıktan bahsediliyor? Şu an biz küçük bir mahalle oluşturacak sayıda bile değiliz. Talep ediyoruz dedin, Türk azınlığına uluslararası standartlara göre gerekli hak ve özgürlüklerden faydalanma hakkı tanınsın dedin; tanınsın ki bu sorun gündemden kalksın; Türkiye’nin beklentisi budur, dedin. Ve övündün, evet övündün, senin başbakanlık döneminde bizler için güya yapılan önemli açılımlar için; buna örnek olarak da İmroz’da senden öncekilerin kapatmış olduğu okulların açılmış olmasını gösterdin. Onlar ki İmroz’u ağır cezalıların gönderildiği açık hapishaneye çevirerek, Lozan Antlaşması’nın koruması kapsamındaki sakinlerini apar topar pılıyı pırtıyı toplayarak kaçmaya mecbur etti.
Ya Ruhban Okulu?
Heybeli Ruhban Okulu’nu sana sormadım bile. Acaba açıldı da benim haberim mi olmadı? Ayrıca Trakya’daki Müftünün seçimi konusunda da bir bağdaştırma yaptın ve onu Sen Sinod Meclisi’ne katılabilmeleri için bazı Metropolitlere vatandaşlık vermiş olmakla bağdaştırdın, bununla övündün. Acaba, Sen Sinod Meclisi’nde gerçekleşecek oylamanın Patrik seçiminde geçerli olacağı konusunda beni temin edebilir misin? Yoksa adayları yeniden İstanbul Valisi mi belirleyecek? Eğer böyle olacaksa, dünya üzerindeki tüm Ortodoksların liderinin seçimi çok özgün ve demokratik olur herhalde!
Duyduğuma göre Celal Bayar Lisesi’nin tabelasının tahrip olduğu ve yerine yenisinin konulmadığı konusunda şikâyetin oldu. Aksini söyleyecek değilim, şikâyetin yerinde. Ben de aynısını yapardım. Ancak ifade ettiğin gibi hakkı ve mütekabiliyeti savunuyorsan, bana söyler misin acaba, oradaki okullarımızın biri, kırık tabela ile de olsa, Kral Pavlos’un ya da Konstantin Karamanlis’in ya da Georgios Papandreu’nun adını taşıyor mu?
Daha pek çok örnek gösterebilirim ancak bu neye yarayacak ki? Türk-Yunan yakınlaşmasının ve dostluğunun fanatik bir taraftarı ve bir ömür boyu savunucusu oldum; daha bıyığı terlememiş bir delikanlı iken, Yunan Başbakanı General Plastiras “Türkiye ile Yunanistan yakında tek bir ülke oluşturacaktır” dediği ta 1952’den, senin buraya Türk-Yunan ilişkilerini pekleştirmek amacıyla geleceğine, Atatürk’ün dış politikasının temel direği olarak kabul ettiği ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ ilkesine bağlılığına inandığım geçen güne kadar –gör saflığımın derecesini– bu inancımdan şaşmadım. Ancak sen buraya koca bir paket “talebimdir” ile geldin.
Herkesin tartışmasız kabul ettiği gibi, karizmatik bir kişisin. Sıfırdan başlayarak, ülkenin en üst makamına ulaşmış olman, onu 14 yıldan beri ve bugüne kadar devamlı yönetmen, ekonomik gelişmesine olan katkının tarihsel olarak nitelenmesi, tesadüf değil muhakkak. Ancak izin ver sana şunu söyleyeyim: bir kimse komşusuna, hele onun çok problemi olduğu ve onlara çözüm bulabilmek için zor uğraşlar verdiği bir dönemde, yalnız “isterim” ve “talep ederim” ile gelmez.
Şahsen ben bunun için sevinmiştim; elinde, dostluk ve barışın sembolü olan bir çift zeytin dalıyla, var olduğunu düşündüğün sorunları görüşmek, onlara çözüm bulmaya çalışmak için geleceğine inanmıştım. Bir savaşın hemen ertesinde Atatürk ve Venizelos’un yaptıkları gibi. Kaldı ki sayın Başkanım (ve burada mektubuma son vermek istiyorum) Türk-Yunan ilişkileri ‘başarı hikâyesi’ malzemesi değildir ve yayılmacı politikalar her ne kadar kâğıt üzerinde cazip görünüyor ise de, fiilde genellikle her iki taraf için de felakete kadar gidebilecek sonuçlar yaratır.