Dünyanın önde gelen Sovyet dönem tarihçilerinden ABD’li Ermeni akademisyen Ronald Grigor Suny, Hrant Dink Vakfı’nda vermekte olduğu konferans serisinin üçüncü konuşmasında, ‘Sovyetler Deneyimi: SSCB’de Ermeniler’ başlığı altında Ermeni milliyetçiliğinin Sovyetler Birliği döneminde nasıl bir gelişme gösterdiğini ve hangi kaynaklardan etkilendiğini aktardı.
Milliyetçiliğin oluşumuna dair iki yaklaşım olduğunu söyleyen Ronald Grigor Suny, bunlardan ilkinin ilkel yaklaşım olarak adlandırıldığını, doğuştan sahip olunan ve değişmeyen bir milliyetçilik olduğunu söylerken; diğer yaklaşımınsa yapısalcı olarak adlandırıldığını belirtti. Yapısalcı milliyetçilik anlayışında, geçmişten gelen anlatıların önemli bir yere sahip olduğunu aktarırken, toplulukların milliyetçiliğin oluşumunda hangi dönemleri hatırlayacağını, hangilerini unutacağını belirlediklerini ve bunun da genel milliyetçilik çerçevesini çizdiğini vurguladı. Milliyetçiliğe giden bu yolda, kimliklerin nasıl şekillendiğini bu iki ayrı yaklaşım ekseninde açıklayan Suny, iki farklı örnek vererek farklı yaklaşımları somutlaştırdı. İlk olarak İsveç’te doğup büyümüş İsveçli bir kadının ABD’ye göç ettiğinde oradaki topluma ayak uydurabildiğini ve kendini ABD’li olarak tanımlayabildiğini söyledi. Bu sebeple, ABD örneği, sonradan yaratılan yapısalcı bir yaklaşımı kapsıyordu. Diğer örnekse, Sovyetler Birliği’nde yaşayan bir Gürcü kadın üzerindendi. Gürcü bir geçmişe sahip olan bu kadın Moskova’ya göç ettiğinde, bölgeye, dile veya kültüre ne kadar entegre olursa olsun kendini bir Rus olarak tanımlayamıyordu. Suny’e göre, bu ayrımın arkasında yatan en önemli sebep, Sovyetler Birliği’nde milletlerin ilkel olarak ve doğuştan verilmiş şekilde tanımlanmasıydı. İlkel milliyetçilik anlayışında, doğuştan ait olunan milliyet değişmez ve dönüştürülemezdi. Suny, benzer bir durumla Almanya’daki Türk göçmenlerin de karşılaştığını hatırlatarak, bu insanların da uzunca süre Almanya tarafından dışlandığını ve vatandaşlık gibi haklardan mahrum bırakıldığını hatırlattı.
‘Milletlerin hapishanesi’
Konuşmasının devamında, Sovyetler Birliği deneyiminin diğer milliyetçilikleri hangi düzeyde etkilediğinin üzerinde duran Ronald Grigor Suny, bu konuda da iki farklı yaklaşımın olduğunun altını çizdi. İlk yaklaşım, Sovyet Birliği’ni ‘milletlerin hapishanesi’ olarak adlandırıyor ve bu süreçte milliyetlerin ve milliyetçiliğin merkez tarafından baskılandığını söylüyordu. Diğer yaklaşımsa, Sovyetler Birliği’nin milliyetlere ilkel bir biçimde yaklaşsa da yapısalcı anlayışı da içinde barındırdığını öne sürüyordu. Suny tarafından da desteklenen bu yaklaşıma göre; Sovyetler Birliği, daha önce var olmayan veya ilkel aidiyetin ötesine geçemeyen Kazak ve Azeri gibi milliyetlerin modern milletlere dönüşmesine önemli katkılarda bulundu. Bu milliyetlerin modern bir biçimde oluşumu, Sovyetler Birliği tarafından yapısalcı bir biçimde uygulanan yerelleştirme uygulamaları sayesinde mümkün olabilmişti. Sovyetler Birliği döneminde, milliyetler arasında bazı eşitsizliklerin olduğunu vurgulayan Suny, Rus etnik kökene önemli ayrıcalıklar tanınırken, Müslüman grupların çeşitli ayrıcalıklardan yoksun olduğunu hatırlattı. Bu süreçte, Ermenilerin Sovyetler Birliği’nde en sadık milletlerden biri olduğunu belirterek, bu durumun Ermenilerin Sovyet öncesi dönemde yaşadığı güvenlik sorunlarıyla ve Kızıl Ordu’nun Ermenileri Türkiye’ye ve Azerbaycan’a karşı koruyabilmesiyle ilgili olduğunu önemle vurguladı.
Sancılı süreç
Ermenistan’ın Sovyetler Birliği’ne katıldığı sürecin sancılı geçtiğini söyleyen Suny, bu süreçte halk arasında popüler olan Daşnaklar ile genç komünist yönetim arasında önemli ayrılıklar ve çatışmalar yaşandığının altını çizdi. Daha sonra, Sovyetler Birliği’nin gücünü Ermenistan’da konsolide etmesiyle birlikte Ermenistan’da yeni bir dönemin başladı. Suny, bu dönemde Ermenistan ekonomisinin yeniden canlandığını ve Ermenistan’ın Orta Doğu ve Avrupa’dan göç aldığını belirterek 1920’li yılların Sovyet Ermenistanı için belki de en mutlu dönem olduğunu söyledi. Suny, Lenin döneminde yaşanan sosyal dönüşümün keskin ve hızlı bir biçimde gerçekleşmediğini, toplumun yeni rejime ayak uydurabileceği bir hızın gözetildiğini belirtti. Ancak, Sovyet Ermenistanı bir taraftan yeniden canlanırken diğer taraftan kendi egemenliğini kaybetmekteydi. Bu süreçte Ermenistan, kendi kendini yönetme hakkından mahrum bırakılmıştı. Tek bir parti vardı ve o parti de merkeze bağlı kalmak zorundaydı.
Stalin dönemi
Suny, Stalin dönemi ile birlikte egemenlik kaybına yeni sorunlar eklendiğini ve baskının, sansürün ve sürgün uygulamalarının ciddi bir şekilde arttığını hatırlattı. Stalin dönemi, bir taraftan tarımda zoraki merkezileştirilmelerin görüldüğü, hızlı bir endüstrileşme dönemine girildiği ve geniş çapta askeri hazırlıkların yapıldığı bir dönem olarak öne çıkarken; diğer taraftan Ermenice eğitim veren okulların açılması, film stüdyoları ve üniversitelerin kurulmasıyla Ermeni kimliğinin daha çok millileştiği bir dönem olmuştu. Ancak, Suny, bu millileşme sürecinin Stalin rejimi tarafından çizilen sınırların dışına çıkamadığının da önemle altını çizdi.
Stalin döneminin sona ermesiyle birlikte, sürgüne gönderilen birçok insan yeniden Ermenistan’a dönme fırsatı buldu ve insanlar toplama kamplarında veya sürgünde yaşadıklarını anlatarak Ermeni kimliği ve milliyetçiliğini yeniden canlandırmaya başladılar.
Gorbaçov döneminde, merkezin Ermenistan üzerindeki baskılarının azalmaya başladığını söyleyen Suny, bu süreçte Ermeni milliyetçiliğinin Karabağ çevresinde şekillendiğinin altını çizdi. 1920’lerde Sovyet Birliği tarafından Azerbaycan’a bırakılan bir iç bölge olan Karabağ’da yaşayanların %75’inin Ermeni olduğunu hatırlatarak, 1988’de Karabağ’ın Ermenistanla birleşme kararı almasıyla çatışma sürecinin başladığını belirten Ronald Grigor Suny, Karabağ çerçevesinde alevlenen milliyetçiliğin Sovyet Ermenistanı’ndan bağımsız Ermenistan’a bir miras olarak kaldığını söyleyerek konuşmasını sonlandırdı.