Yazar ve yönetmen Ümit Kıvanç, son yıllarda yaptığı fotoğraf çalışmalarını ‘Ya Değilse?’ başlıklı kişisel sergisinde bir araya getirdi. Kıvanç’la, sergiye ev sahipliği yapan Sanatorium galeride buluşup fotoğrafları üzerine konuştuk.
Ümit Kıvanç, 9 Mart’ta Sanatorium galeride açılan ‘Ya Değilse?’ başlıklı fotoğraf sergisinde, gündelik, sıradan nesnelerin detaylarına odaklanıyor. Siyasi ve toplumsal içerikli yazıları ve belgeselleriyle tanıdığımız Kıvanç’ın bağlamından kopararak ele aldığı ve incelikle işlediği bu görüntüler, izleyiciyi günlük hayatta sıkça karşılaştığı nesnelere yeniden bakmaya, onlarda yeni ve farklı şeyler keşfetmeye, hatta görüntülerden hareketle kendi hikâyelerini yaratmaya davet ediyor.
“Bu fotoğrafları çekmeye başladığımda her biri bana mekân gibi görünüyordu. Onlarda kendimce birtakım sahneler görüyordum. Ancak özellikle o sahneleri yaratmak için yola çıkmadım, onları buldum. Seyirciye kendi gördüklerimi empoze etmek yerine, bakanın bu fotoğraflarda kendince bir şeyler bulmasına olanak tanımanın daha zevkli ve zenginleştirici bir tecrübe doğuracağını düşündüm.” Bunun üzerine, fotoğraflarını belirli durum ya da hikâyelerle ilişkilendirmekten, hatta onlara isim vermekten kaçınmış Kıvanç, izleyicinin algısını ve anlamlarını olabildiğince özgür bırakmış. Bir şeyleri doğrudan anlatmak yerine, herkesin işlerle kendi tecrübesini yaratması fikrini daha çekici bulmuş. Biraz da, sürekli bir şeyler anlatma durumundan sıkıldığı için seçmiş bu yolu: “Yaptığım her işte çok fazla şey anlatıyorum. O yüzden bir şeyleri doğrudan, lafla anlatmadan, başka şekilde ifade etmek bana çok iyi geldi. Gazete için yazarken sözünün çok net olması, herkese aynı şeyleri anlatması gerekir. Ancak bu fotoğraflar herkese aynı şeyi söylemiyor. Kimsenin aynı şekilde anlamayacağı bir şeyler yapmak, benim kendimle inatlaşmam gibi.”
Çektiği karelere pek müdahalede bulunmayan, çekim anında kaydedilen görüntüye büyük ölçüde sadık kalan Kıvanç’ın işleri, bu rastlantısallığı ölçülü bir şekilde yansıtıyor. Bu sürece, ziyaretçinin fotoğraflara ‘rastlama’ ânı da dahil oluyor; çalışmaların zamanla ilişkisi, üretildikleri anla sınırlı kalmıyor, onlara bakılan anlarda yeni anlamlar kazanmaya devam ediyor. İzlenimler, bu karşılaşma zamanına göre değişebiliyor. Örneğin ben, yağmurlu bir günde ziyaret ettiğim bu sergide bol bol hüzünlü, buğulu manzaralar gördüm. İç mekândan dışarı bakan bir gözlemcinin yerinde buldum kendimi. “Kim bilir güneşli bir bahar havasında neler söyler bu kareler” diye düşünmeden edemedim.
Hayata vizörden bakmak
Serinin başlangıç tarihi, Gezi Direnişi’nin yaşandığı yaza denk geliyor. Kıvanç bu sırada makro fotoğraflar çekmeye başlamış. Işık düzenlemeleriyle ve yeni objektifiyle yaptığı ilk denemelerin verdiği sonuçları etkileyici bulmuş. Çektiği karelere ilk baktığında mekânlar görmüş – gölgeler, hatta figürler... Sonrası biraz da oyun gibi gelişiyor. Geçirdiği ağır hastalık sürecinde eve kapanmak durumunda kalması, haftalardır çektiği bu fotoğrafları işleyeceği, yeni olanaklarla dolu bu mecrayı keşfedeceği bir zaman yaratmış Kıvanç için. Ardından bu çalışmalarını paylaştığı arkadaşları, bunların bir sergiye dönüşmesine vesile olmuş.
“Bu fotoğrafları çekmenin, işlemenin biraz da bildiğimiz dünyadan kaçış mahiyetinde olduğunu itiraf etmeliyim. Nereye kaçıyoruz? Başka yere değil, bildiğimiz dünyanın derinliklerine. Onun nesnelerine, ayrıntılarına yaklaşıyoruz, içine girdik, dibini bulduk, duvarlarına çarptık derken kendimizi başka bir âlemde buluyoruz. Azıcık böyle oldu. Masanın üzerinde duran bildik nesnenin derinliklerinde yeni âlemlere seyahat gibi. Her çocuğun fantezisidir ya, ufacık olursun, bildik şeylerin içerisindeki bilinmedik âlemde dolaşırsın. Minicik ama hünerli bir araçla, uzay gemisi benzeri, tuhaf bir şeyle. Burada da mercekler, ışık vs. Araçsız dolaşsaydık edebiyat olurdu. Zaten dünyaya vizörden bakmak diye bir şey vardır, fotoğrafçıların, bir şekilde kamera kullananların bildiği; dünyayla kurulan değişik bir ilişkidir bu, elinde kamera yokken de geçerlidir. Burada bunun da dibine uzanmış oluyoruz. Bir yere kaçabildiğin de yok aslında. O yaklaştığın yerden azıcık uzaklaşınca yine bildik dünyaya döneceksin. İstersen uzaklaşma; etrafının onun tarafından sarılmış olduğunu biliyorsun. Bir anlığına bunu unutabilir veya ihmal edebilir misin? Evet. Bu fotoğraflara bu anların resmi gibi de bakabiliriz.”
‘Ressamlardan öğrenecek şeyler hep vardır’
Kıvanç’ın renk unsurunu ön plana çıkardığı, renkleri derinlik, algı oyunları ve geçişler yaratırken ağırlıklı olarak kullandığı fotoğrafları, resim sanatıyla ilişkisini sorgulamamıza yol açıyor. Çünkü buradaki her bir iş, soyut birer resmi andırıyor. ‘Şarkılarla Geçtim Aranızdan - Kazım için bir film’, ’16 Ton’, ‘Ağlama Anne Güzel Yerdeyim’ belgesellerinin yönetmeni olan Kıvanç, bu ilişkiyi, film çalışmalarıyla birlikte değerlendirerek, şu sözlerle açıklıyor: “Filmlerimde kamerayı kendim kullanırım, çeşitli projelerde de görüntü yönetmeni olarak çalıştım. Dolayısıyla ışık ve kamerayla doğal bir ilişkim var. Resim, sadece izlediğin, zevk aldığın bir şey değil, aynı zamanda bir beslenme kaynağıdır. Ressamlardan öğrenecek şeyler hep vardır. Özellikle de bu tür işler yapanlar için... Işıkla, kamerayla, objektifle işi olan insanlar her zaman ressamların işlerine bakmak zorundadır.”
Bir durumu ya da gerçekliği ifade etmek için yazıyı ya da fotoğrafı kullanmak arasında büyük farklar olduğunu düşünmek doğaldır. Peki, bu iki yöntemin kesiştiği bazı noktalar da var mı? “Bir şeyleri lafla tasvir edebilen biriysen, bunun yapacağın resme ya da çekeceğin fotoğrafa da katkısı olur. Ancak refleksler bakımından, bu ikisinin birbirini engelleyen yönleri olduğunu düşünüyorum. Aslında fotoğraf çekmekle film çekmek arasında, yazı yazmakla fotoğraf çekmek arasındakinden daha büyük bir çelişki var. Filmdeki ve fotoğraftaki kadraj, ışık gibi öğeler birbirine benziyor olsa da... Ben 90’ların ortalarında video çekmeye ve kurgu yapmaya başladım. Bu sırada 15 yıl kadar da pek fotoğraf çekmedim. Hem ihtiyaç duymadım, hem de o şekilde bir şey anlatamaz hale geldim. Kafam başka türlü çalışmaya başladı. Çok yoğun fotoğraf çektiğin zamanlarda da, film üzerinde çalışırken birtakım sıkıntılar yaşayabiliyorsun. Filmde fotoğraf gibi görüntüler güzel görünse de, filmin akışı açısından kötüdür. Bir şeye göre düşünmeye başladığında, ona göre refleksler edinirsin ve bu refleksler bir yerde ayağına dolanabilir. ‘Yazılar yazan bir insan bir şeyleri görsel olarak anlatmaya kalkıştığında ikisi birbirini nasıl etkiler?’ sorusunun cevabını tam olarak bilmiyorum. Ama şu çok net: Ayrı mekanizmalar, ayrı refleksler yaratır. Birbirlerini besledikleri kadar birbirlerine çelme taktıkları düzeyler de vardır. Ben günlük haberleri izleyip, siyasi yazılar yazmak durumunda olmasaydım, eminim ki çok daha iyi fotoğraf çekerdim ve daha iyi film yapardım.”
Ümit Kıvanç’ın ‘Ya Değilse?’ başlıklı kişisel sergisi 15 Nisan’a kadar Sanatorium’da devam edecek.