Can Gürses’in ilk romanı ‘En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın’ 2014, ikinci romanı ‘Kırık Beyaz’ 2015 yılında okurlarıyla buluştu.
İlki aile, ikincisi ise aşka dair bir anlatı gibi görünse de, Gürses iki romanında da ötekileşen bireylere odaklanıyor. Okuyucuyu, toplumsal düzeyde, millî kimlikler üzerinden başlayan ötekileştirmenin bireysel ilişkilerde aldığı hallerle yüzleştiren genç yazarla, ilk romanının Hrant Dink’e uzanan yollarını konuştuk.
En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın’da hikâyenin 19 Ocak’tan bir gün önce başladığının bir anda ayrımına varan dikkatli okurun içi cız ediyor. Süt çorbasıyla başlayan, bir Ermeni yemeğiyle son bulan, üzerine Türk kahvesi içilen sofrayla, bizi Hrant Dink’in öldürülüşüne hazırlıyormuşsunuz meğer. Neden o büyük fotoğrafı küçük bir aile sofrasından göstermeyi seçtiniz?
Ailemiz dışındaki insanlarla ilişkilerimizi, ailemizle olan ilişkilerimiz belirler. Ailemizden gördüklerimiz ya da görmediklerimize verdiğimiz bir tepkidir başka insanlarla kurduğumuz ilişkiler. ‘En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın’daki anne Edibe’nin eşi İhsan’la yaşadığı inişli çıkışlı aşk, her çocuğuna ayrı bir çocukluk yaşatır, bu da her birinin farklı kimliklerde bireyler olmasına sebep olur. En yakınındakini öteki bellemeyi aile sofrasında öğrenir çocuklar. Birbirlerini oldukları gibi kabul edememeleri, savaşın ilk kıvılcımıdır. Çocuklar büyüdükçe, kimlikler belirginleştikçe savaş da büyür, eve sığmaz, sokağa sıçrar. Yıllar sonra zar zor bir araya gelebildiklerinde, belki de her şey için geç kalınmıştır, çünkü kendi aralarındaki savaş ülkeyi sarmıştır. Ve bir dünya insanının, barış öncüsünün sırf Ermeni olduğu için öldürüldüğü bir ülkeye dönüşmüştür o aile sofrası. Okurun, Hrant Dink katliamının sebebinin, içimizdeki kardeş düşmanlığı olduğunu görmesini istediğim için o sofrayı 18 Ocak 2007 akşamına kurdum.
“Faşizm, iki insan arasındaki ilişkide başlar” der Bachmann. Aile, faşizmin doğduğu yerdir. Çocukluktaki duygular kendine bir ideoloji arar. Büyüyüp insan olmak yerine çocuk kalıp, gücünü ötekileştirmekten alan ideolojilere tutunur çoğunluk. Bu ülke, farklı ideolojileri benimsemiş kardeşlerle dolu. Türkiye, ağzımızın tadının kalmadığı bir sofraya dönüştü. O sofrada beraber oturmadıkça yaşamın insanca devam edemeyeceğini kabul etmek için geç bile kaldık.
Hrant’tan sonra o sofra bir daha kurulabiliyor mu?
Kurmaktan çok bozduğumuz, birleşmekten çok dağıldığımız bir dönemi başlattı Hrant Dink’in öldürülüşü. Nisan 2007’de tarih dersi için ‘Ermeni meselesi’ adı altında bir araştırma yapmam gerekmişti. Agos’a gidip Hrant Dink’le tanıştım. Gazeteye girdiğimde, içerisi dolma kokuyordu. Hrant Dink, kocaman gülüşüyle, dolmaların henüz bittiğini söyleyip özür diledi, “Bir dahaki sefere” dedim. Beni biraz fazlaca ince bulduğu için, bir şey yemeden bırakmak istemedi. Masasında bir simit vardı. İkiye böldü. Paylaşıp yedik. O gün Hrant Dink bana birçok şey anlattı. Ama en unutamadığım sözü şu oldu: “Bir çiçeği koparsan da kökü orda kalır.” Onunla bir dahaki buluşmamız, maalesef, 19 Ocak 2007 gecesi Agos’un önünde oldu. Koparılmış çiçeklerle dolu bir toprağa dönene ülkeme bakıp, “Burada artık yaşanmaz” diyenlere inat, ben o köklerden her zamankinden büyük bir inat ve kuvvetle hayat doğacağına inanıyorum ya da inanmak istiyorum. Belki o zaman ölümün değil hayatın kutsallığını hatırlayacağımız ve bu hepimizin olan toprağı ölümüne değil, yaşamına seveceğimiz zaman el birliğiyle büyük sofralar kuracağız ve o güne dek önyargıyla baktığımız her şeyi yıkıp, yemeklerin, hayatın, insan olmanın, birlikte olmanın tadına sil baştan varacağız.
Yeni bir roman geliyor mu?
‘Ölüyordum, Geçerken Uğradım’ adını verdiğim üçüncü romanımı üç buçuk yılın sonunda tamamladım. Roman, değişmez bir aşkın gölgede bıraktığı İstanbul’un yüz yıllık değişimini anlatıyor. 1930’larda başlayıp 2020’lere uzanan bu roman, aşk, zaman ve uyku arasındaki ilişkiyi kurcalıyor.