‘Son gerçek sanatçılar cennetten arsa satan rahiplerdi’

Pilot Galeri'nin ev sahipliği yaptığı, Burak Delier’in kurguladığı ‘Hür Budalalar ve Kurnazlar Cemiyeti’ sergisi, dolandırıcıların yaşamöykülerinden esinle toplumsal yaşamın çeşitli katmanlarını bu hikâyeler aracılığıyla ele alıyor. Delier anlatıyor.

Pilot Galeri bugünlerde kaçırılmaması gereken bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Burak Delier’in kurguladığı ‘Hür Budalalar ve Kurnazlar Cemiyeti’ 7 Ocak’a kadar, kendi kurnazlıkları ve saflıklarıyla yüzleşmek, bir şekilde bu cemiyetin bir parçası olmak isteyenleri bekliyor. Sanatçının Eyüplü Halit, Sülün Osman, Ferdinand Waldo Demara, George Manolescu gibi dolandırıcıların yaşamöykülerinden esinle yaptığı işlerden oluşan sergi, toplumsal yaşamın çeşitli katmanlarını bu hikâyeler aracılığıyla ele alıyor. Dolandırıcılar ve dolandırılanların kurduğu ortak dünyayı Delier’den dinledik.

Burak Delier

Serginin arkasında nasıl bir araştırma süreci var?

Dolandırıcılık hikâyelerini uzun süredir araştırıyorum. Topladığım çok sayıda hikâye arasından, bir performans ve rol yapma eylemi barındıran, herhangi bir kuruma, şirkete ya da siyasi partiye dayanmadan, kişinin kendi yeteneklerini kullandığı, yolsuzluk ya da rüşvetle ilgisi olmayanlara odaklandım. Ayrıcalıklı konuma sahip olmayan dolandırıcıların öykülerini bir araya getirdim. Burada, toplumsal hayata aşağıdan, çıplak, savunmasız bir yerden bakıp, o hayatın kodlarını neredeyse bir alfabe gibi kullanan dolandırıcılar var.

Burada karşılaştığımız dolandırıcılar, aynı zamanda sosyolojik araştırmaların konuları gibi. Sizin için projenin böyle bir yönü var mı?

Bu hikâyeleri belirli başlıklar altında toplamak zor olsa da mümkün, ama benim bakış açım farklı. Sülün Osman, Galata Köprüsü’nü sattığında bir bilinç kaybı olduğu hissine kapılıyoruz. “Nasıl olur da biri o köprüye sahip olabileceğini, onu satın alabileceğini ya da onun satın alınabilir bir şey olduğunu düşünür?” Bence orada, ‘köşeyi dönme’, ‘sınıf atlama’, ‘birisi olma’ arzuları çıplak şekilde ortaya çıkıyor. Biz bunları dışarıdan bir bakışla, budala ve kurnazların hikâyesi olarak görüyoruz ama bu aynı zamanda bizim de hikâyemiz. Bizim arzularımızı ve korkularımızı çok saf bir şekilde gösteriyor.

“Bu bizim hikâyemiz” derken neyi kastediyorsunuz?

Hayatımız boyunca birçok boş vaade kanıyoruz, beklentilerimizin çoğu gerçekleşmiyor. Sadece politik anlamda değil, bire bir ilişkilerimizde veya ekonomik girişimlerimizde de bu böyle. Sürekli bir inanma, inandırma, bile bile kanma durumu var. Absürt bir vaade, cazibesinden dolayı ya da o girişimde bulunmasak büyük bir şey kaybedebileceğimiz hissiyatıyla kapılıyoruz. Akılla, bilinçle hareket etmenin dışında, duygulara dayanan bir dinamik içinde yaşıyoruz. Bunun nedeni de, arzularımız ve korkularımız.

Sergideki işlerde kimi zaman, esinlendiğiniz dolandırıcıların yerine geçtiğinizi görüyoruz. Buradan ne tür bir ilişki doğuyor?

Kimileri bu anlatıları gördüğünde eğleniyor, “Nasıl kandırmış ama adamları” diye düşünüyor. Tam da tökezleyen birini gördüğünde onu parmakla gösterip gülmek gibi... Halbuki biraz önce kendin de tökezlemiştin! Bu dışarıdan bakışı bir kenara koymamız gerek. Benim niyetim, durumu içeriden deneyimlemekti.

Tüm bu örneklerde, üçüncü bir kişi olaya dahil olmadan önce, dolandırılan ile dolandırıcı, budala ile kurnaz birlikte bir dünya kuruyor. Yani Sülün Osman, Galata Köprüsü’nü sattığında, köprü bir süreliğine onu satın alanın oluyor – ta ki polis gelip “Sen bu köprünün sahibi değilsin” diyene kadar. O zaman o kurulan dünya yok oluyor. Örneğin Frederic Bourdin adlı biri, Amerikalı bir ailenin seneler önce kaybolan çocuğunun yerine geçti. Bourdin’le çocuk arasında fiziksel bir benzerlik olmasa da aile onu kabul etti. Daha sonra ailenin bir tanıdığı vasıtasıyla FBI olaya dahil oldu ve Bourdin’in kayıp çocuk olmadığı ortaya çıktı. Ancak FBI gelene kadar orada bir dünya kurulmuştu, ailenin çocuğu geri dönmüştü. Dışarıdan bakan “Bu köprü senin değil” ya da “Bu senin oğlun değil” derken, ben, içerideki dünyayı vurgulamak için dolandırıcının yerine geçtim. Performansı tekrar icra etmek, iki tarafın kurduğu o dünyayı yeniden yaratmak istedim.

Araştırmacı-yazar Rıfat Bali’nin bir Beyoğlu komiserinden dinleyip aktardığına göre, Sülün Osman aslında Eyüplü Halit’in dolandırıcılık hikâyelerini kendine mal ediyor. Aslında bu, benim sergideki yaklaşımıma benziyor; ben de bu dolandırıcılık hikâyelerini kendime mal ediyor, onlar üzerine düşünmek, onların etrafındaki söylem bulutunu çoğaltmak ve yeni bir düşünsel alan açmak için onları yeniden icra ediyorum.

‘Çağrı (Eyüplü Halit, 1930-2016)’ başlıklı işinde Burak Delier, memur, komiser, subay ya da şık ve zengin beyefendi kılığına girerek 68 kadını evlenme vaadiyle kandırıp, onların mücevherlerini ve paralarını aldığı suçlamasıyla 10 yıl hapse mahkum edilen Eyüplü Halit’in yerine geçiyor.

Sanatçı, sanatçının ortaya koyduğu eser ve izleyici ilişkisini açıklarken de ortak bir dünya kurulduğunu söyleyebilir miyiz?

Tabii. Sergide slogan gibi kullandığım “Son gerçek sanatçılar cennetten arsa satan rahiplerdi” cümlesi, sanatta izleyiciyle kurulan inanma-inandırma ilişkisini hatırlatıyor. Çünkü haber veren ile haber alan, bilgiyi üreten ile onun alıcısı, güvenen ile güveni kötüye kullanan arasındaki dinamikler sanatta da geçerli. Biz burada dolandırıcıların başarılı olduğu durumları tartışıyoruz. Hindistanlı dolandırıcı Natwarlal, Hindistan Parlamentosu'nu yüz kere satmaya çalıştı ama bir kere satabildi. Onun başarısız deneyimlerini bilmiyoruz. Sanatçılar da biraz böyle. İnandırıcılık her zaman olan değil, denenen bir şey. Müzeler, galeriler, koleksiyonlar, gazete ve dergiler, aslında, kurumsallaşmış inandırma ve onaylama mekanizmaları. Bir yapıt MoMA’da sergileniyorsa, izleyici olarak sizin onu reddetme potansiyeliniz giderek azalır. Dolayısıyla, sanat aracılığıyla, o bire bir, küçük bir dünya yaratma ilişkisi bir nevi zedelenmiş olur. Çünkü siz izleyici olarak öznelliğinizi, kendi fikrinizi, katılım şartınızı ve işi sahiplenme potansiyelinizi kaybedersiniz. Kurumsal sahnede tatlı bir dayatmayla olur her şey. Bunun bir diğer nedeni de, bugün hâkim olan sağ popülizmin mottosu haline gelen “Bunu ben de yaparım” fikri veya sanat ortamının dolandırıcılardan oluştuğunun düşünülmesi. Bir grup zengin, sanat fuarına gidip iş satın alıyor. Bu sırada herkes birbirini onaylayan tavırlar içinde. Dışarıdan bakan biri için bu dolandırıcılığa benziyor. Sanatın bu yönü sorunlu olsa da, yeni dünyalar açma ve düşünceyi genişletme potansiyeli de taşıyor.

İzleyici sergiye geldiğinde, bir galeriye değil de, gerçekten ‘Hür Budalalar ve Kurnazlar Cemiyeti’nin salonuna adım atmış gibi oluyor. Mekânı dönüştürmek neden önemliydi sizin için?

Sanatla kavga ediyorum, sanıyorum o yüzden. Benim için sanat, galeriye koyduğun, kendinden menkul, güzel bir nesne değil. Beni asıl ilgilendiren, nesnenin arkasındaki hikâye. Kuramsal tartışmalardan bağımsız olarak o nesnenin hiçbir anlamı yok bana göre. Müzeyi müze, sanatı sanat yapan, bizim bu hikâyeleri konuşup tartışabiliyor, tekrar icra edebiliyor, kendimize mal edebiliyor olmamız. Mekânı kurgularken de sergilediğimiz nesneleri zeminsiz bırakmamaya çalıştım. Maalesef galeri çok zor bir zemin. Ne kadar dönüştürmüş olsam da burası hâlâ bir galeri mekânı. Niyetim, galerinin satma - satın alma jesti üzerinden kodlanmasını mümkün olduğunca geriye itmek, düşünsel, hatta eğitsel bir zemine çekmekti. Çoğu işimin de asıl meselesi bu. Hiçbir zaman bir fotoğraf gösterip, “Bu fotoğraf işin tümüdür” demedim. Her zaman işlerin denk geldiği bir hikâye, bir kuram ya da bir söz oldu. Bunlar üzerinden düşünceyi kışkırtan tartışmalar üretmeye çalıştım. Onun dışında, bir poz, protesto ya da estetik bir nesne üretimi olarak sanat da beni pek ilgilendirmiyor.

Bazı işlerde bolca söz var, diğerlerinde ise sessiz, performatif eylemler...

Ele aldığım hikâyelerde dolandırıcıların iki özelliği dikkat çekiyor: Rol yapma kabiliyeti ve dil hâkimiyeti. Kimi dört-beş dil biliyor, kimi on. Yabancı bir dili, anlaşılmaz bir şekilde, çabucak öğrenebiliyorlar. Serginin en anlaşılamayan işlerinden, büyük bir kravat ve tekerleme videosundan oluşan ‘Dolanan’, doğrudan doğruya dil meselesiyle ilgili. Kravat aşağı sarkıyor, kelimeler hem yukarı hem aşağı gidiyor. Söz aslında yukarı çıkmak isterken, yerçekimine ve ölüme yenilerek aşağı düşüyor. Tekerlemede, ses tekrarlarıyla anlam kayboluyor. Oradaki üç dolandırıcı (dolandırıcı, dolandırıcıyı dolandıran ve dolandırıcıyı dolandıranı dolandıran) kendi aralarında, dolandırıcılığın püf noktalarını tartışıyorlar. Kravat da uzayıp giden dile, anlam krizine ve sonunda bekleyen ölüme gönderme yapıyor.

Dolandırıcılar, toplumsal kodlarla oynayan özneler. Kodların kullanılması ancak dilin simgesel dünyasında mümkün. Thomas Mann’ın, George Manolescu’nun yaşamöyküsünden esinlenerek yazdığı ‘Dolandırıcı Felix Krull’un İtirafları’ romanında, başkarakter, bilmediği Fransızcayı hemen o anda konuşmaya başlıyor. Tenis oynamayı bilmese de raketi eline alıp bir şeyler yapıyor. İnsanlar başta tavırlarını garipsese de, sonradan onun kendine has bir tarzı olduğunu düşünüyorlar. Doğru yapma kaygısını ve kuralları es geçip, kendi esiniyle oynuyor Felix Krull, buradan da başka bir tarz ortaya çıkıyor. Tıpkı Ezra Pound’un Japonca bilmeden Japoncadan çeviriler yapması gibi.

Bunun yanında, dolandırıcılar farklı dünyalar arasında gidip gelme, kutupları birbiriyle örtüştürme, her iki tarafı da kullanabilme, ispat zorunluluğundan muaf olma rahatlığına sahipler. Ben bunun sanatsal bir düşünce üretme biçimi olduğunu düşünüyorum. Farklı disiplinler, bilgiler arasında ve içinde gidip gelen, sanatın düşünsel hareketinin bir modeli saklı burada. 

Kategoriler

Kültür Sanat Sergi

Etiketler

Burak Delier


Yazar Hakkında