NİDA DİNÇTÜRK
Mary Doria Russell’ın çok sevilen ilk bilimkurgu romanı ‘Serçe’nin devamı niteliğindeki ‘Tanrının Çocukları’, 13 yıl sonra, yine Metis Yayınları’ndan çıktı. 2003 yılında Metis Yayınları etiketiyle piyasaya çıkan ‘Serçe’, ulaştığı okur kitlesi tarafından çok beğenilmişti. 13 yıl sonra okurla buluşan devam kitabı ‘Tanrının Çocukları’, Başak Bekişli çevirisiyle yayımlandı.
Yazarın aynı zamanda ilk romanı olan ‘Serçe’, gerçekten de sadece bilimkurgu severlerin değil, tüm edebiyat severlerin gönlünü çalmıştı. ‘Serçe’ ile Arthur C. Clarke, John W. Campbell ve ‘En İyi Roman’ kategorisinde BSFA gibi kıymetli ödüller kazanan Russell, iyi bilimkurgunun iyi edebiyat olduğunu, ‘Tanrının Çocukları’ ile bir kez daha kanıtlıyor.
Cizvit bilimadamlarının büyük bir heyecanla Rakhat’a gerçekleştirdikleri seyahatin hazin bir biçimde noktalanmasından uzun bir süre sonra karşılıyor bizi ‘Tanrının Çocukları’. ‘Serçe’de acısını paylaştığımız, beraber büyük sorgulamalara yolculuk ettiğimiz Emilio Sandoz, artık dünyada ve hem fiziki hem de ruhi acılarının zirvesinde. Aradan geçen 13 yılı telafi etmez fakat hikâyedeki küçük boşlukları doldurabilmek adına, önce ‘Serçe’de neler olduğunu hatırlayalım...
‘Serçe’de neler olmuştu?
‘Serçe’de, Rakhat’tan gelen şarkının peşine düşen Cizvit bilimadamları, Tanrı’yı sadece dünyaya ait görmüyor ve Tanrı’nın evrendeki diğer çocuklarını keşfetme şevkiyle yola çıkarlar. Fakat Rakhat’ta karşılaştıkları toplumsal yapı, dünya ile akıl almayacak düzeyde farklılıklar barındırır. Temelde kimsenin kimseye zarar verme gibi bir niyeti olmasa da söz konusu toplumsal yapının, tartışma noktasına dahi gelinemeyecek düzeyde barındırdığı farklılıklar, Cizvit ekip için ciddi bir felakete dönüşür. Yaşanılanların ardından dünyaya dönen ekip, gidiş mürettabatına göre eksikti ve işin kötü yanı, geride bıraktıkları sadece ölüleri değildir.
‘Serçe’de detaylarına fazlasıyla haiz olduğumuz bu olayların başkahramanımız Sandoz’un üzerinde bıraktığı derin etkileri, ‘Tanrının Çocukları’nda içselleştirerek okuyoruz. Ama ‘Serçe’de de hazin bir şekilde veda ettiğimiz ve müthiş kafa karışıklıklarını emanet aldığımız Sandoz, bu kez bir an için mutluluğun kapısını aralayacak oluyor. Yaşadığı tüm felaketlere rağmen güçlü karakteriyle saygı duyduğumuz Sandoz, asla bir aile babası olmayı başaramayan ekip arkadaşı Carlo’nun kızı Celestina ve müstakbel eski eşi Gina sayesinde hayata dönüyor. Bu sırada Rakhat’a ilk seyahati beraber gerçekleştirdikleri Cizvit ekip, yeni bir sefer için hazırlıklara başlıyor.
Dünyada yeni sefer hazırlıkları sürerken beklenmedik, şok edici bir gelişme yaşanıyor. Ekibin bir önceki Rakhat seferinde geride bıraktığı ve akıbeti hakkında hiç fikir sahibi olmadığı Sofia Mendes, dünyaya hâlâ hayatta olduğuna dair sinyaller gönderiyor. Sofia’nın bu çağrısı, hiçbir koşulda Rakhat’a geri dönmeyi düşünmeyen Sandoz’u bir kez daha allak bulak ediyor.
Rakhat’ta tek başına
Paralel bir anlatımla Rakhat’ta olup bitenleri de takip ettiğimiz ‘Tanrının Çocukları’, Rakhat’a düzenlenen ilk seferin tek mağdurunun Sandoz olmadığını acı bir şekilde ortaya koyuyor. Sofia’nın eşini kaybedişinin ardından tek başına doğurduğu oğlu Isaac ile Rakhat’ta verdiği yaşam mücadelesi o kadar uzun bir zamana tekabül ediyor ki Sofia’nın aklının gidip gelişine de anadilini unutuşuna da tanıdık bir hüzünle şahit oluyoruz.
Bu sırada, hiç ummadığı bir şekilde Celestina’ya harika bir baba olmayı başaran ve Gina’nın da eşi olmaya hazırlanan Sandoz, tam Sofia’ya rağmen Rakhat’a dönemeyeceğine karar verdiği sırada kendini Rakhat’a doğru giden Giordano Bruno gemisinde buluyor. (Anlayacağınız, eserlerinde bilim ve bilimkurgu dünyasının ustalarına göz kırpmayı seven Russell, Engizisyon Mahkemesi’nin diri diri yaktığı İtalyan gökbilimci Bruno’nun da hakkını yemiyor.)
‘Tanrının Çocukları’, ‘Serçe’nin üstlendiği sorgulama misyonunu başarıyla devralan bir roman. Bunu hem teolojik hem de bilimsel anlamda yapıyor ve iki olgu bazında da önemli sorular soruyor. Evvela, son yıllarda örneklerine daha sık rastlamaya başladığımız uzay konulu filmlerde, uzaylılar ve araçları her ne kadar özgün bir şekilde tasvir edilmeye çalışılsa da bu canlıların yaşam biçimlerine dair dünyevi normlardan uzaklaşamadığımız görülüyor. Bu farklı yaşam formlarının yönetim biçimleri, toplumsal yaşamları, mutlaka askeri ve ailevi bir yapı içinde olduklarına dair düşünceler, Russell’ın eserlerinde bir nebze yıkılıyor. Russell, “başka bir dünya mümkün” derken bunun başka bir galaksiden ve gökyüzünde yükselen üç güneşten fazlası olabileceğini tasvir ediyor. Dahası, farklı sistemlerdeki yaşam formlarının nasıl tahmin edilemez olabileceğini anımsatıyor.
Teolojik anlamda ise özellikle de çocukluğumuzda sormaya cüret edebildiğimiz ve en basit tabiriyle “Gerçekten Tanrı varsa, neden bu kadar kötülüğe göz yumuyor?” sorusu bu iki romanda ete kemiğe bürünüyor. ‘Serçe’de sıklıkla karşımıza çıkan bu sorgulamalar, ‘Tanrının Çocukları’nda daha fazla boyut kazanıyor ve kimi satır aralarında bize doğrudan yol gösteriyor: “İbrahim kaotik ve ilkel bir dünyaya anlam yüklemek için Tanrı’yı icat etmiştir. Biz de kocaman ve bize aldırış etmeyen bir evrenden korktuğumuz için bu hayal ürünü tanrı fikrini muhafaza edip bizi sevdiği konusunda ısrar ediyoruzdur.”
‘Tanrının Çocukları’, büyük bir yaratıcı güç fikrini temelden reddetmiyor ama bildiğimiz anlamdaki Tanrı’nın mutlaka sorgulanması gerektiğini fısıldıyor. Bu noktada da Neil Gaiman’ın ‘Amerikan Tanrıları’nda kullandığı o unutulmaz Tanrı tasviri geliyor akıllara: “Benimle ilgilenen, benim için endişelenen, yaptığım her şeye göz kulak olan kişisel bir tanrım olduğuna inanıyorum. Evreni harekete geçirdikten sonra kız arkadaşlarıyla takılmaya giden ve benim yaşayıp yaşamadığımı bile bilmeyen aldırışsız bir tanrı olduğuna inanıyorum.”
Tanrının Çocukları
Mary Doria Russell
Çeviri: Başak Beşikli
Metis Yayınları
548 sayfa.