‘Salyangoz’ ve ‘Gollik’ kitapları piyasaya çıktıktan kısa süre sonra tükenen Hayko Bağdat, son kitabı ‘Kurtuluş Çok Bozuldu’yla yeniden okuyucularıyla buluştu. İlk iki kitabının aksine başkalarının hikâyelerini kaleme alan Bağdat, ‘Kurtuluş Çok Bozuldu’da 17 ayrı hikâyeyle karşımızda. Bağdat’la son kitabı ve gelecek planları üzerine konuştuk.
‘Kurtuluş Çok Bozuldu’, ‘Salyangoz’ ve Gollik’in ardından kaleme aldığınız üçüncü kitap. Dolayısıyla sizin için artık yazar diyebiliriz. Köşe yazarlığından sonra yazarlığa geçtiniz, siz, hayatınızın bu yöne evrileceğini öngörüyor muydunuz?
Hayır. Her röportajda aynı şeyi anlatıyorum ama bundan sıkılmıyorum da. Radyoculuk, televizyon programcılığı, köşe yazarlığı, siyasi analiz, yazarlık, sahne, ne varsa ucundan yapmaya çalışıyorum, hiçbirinin kimliğini de taşımıyorum. Benim siyasi, daha doğrusu insanî bir kavgam var, insan gibi yaşayacağımız bir dünya hayalim var, tüm bu saydıklarım da bu kavgamı verebileceğim mecralardır. Sokakta eyleme çıkmakla bu kitabı yazmak arasında çok büyük bir fark yok benim için. Dolayısıyla hiçbirini bir kimlik olarak kullanamıyorum, sesim güzel olsa şarkı söyleyeceğim ama Hayko Cepkin var orada da, ayıp olmasın. Dolayısıyla böyle bir öngörüm yoktu.
İlk iki kitapta derdimi bir an önce anlatmam gerektiğini hissettim çünkü artık Ermenilikten, sokakta ‘Ermeni olmak nasıl bir şey?’ sorusundan, haçını içine sokma hikâyelerinden, yolda ‘mama’ mı yoksa ‘anne’ mi denmesi lazım, tüm bunlardan sıkıldım. Tekrar bunları dönüp yazmak ilk iki kitapta bana çok ağır gelmişti. Çünkü ben bunların üstünde bir kavga içinde görüyordum kendimi, bu bana bir geri dönüştü ve zaten bunları herkes biliyordu zannediyordum. Gerek kitapların satış oranlarından, gerek sahneye taşıdığım Salyangoz’un gördüğü ilgiden, aslında bunları herkesin bir Ermeni evinin içini bilmediğini, bir Ermeni’nin de evini dışarıya bu kadar açmak istemediğini fark ettim. Üçüncü kitapla beraber, kendimden ve kendi hikâyelerimden sıkılarak, biraz hikâye avcılığı yapmaya başladım. Çevremde dolaşan hikâyeler, Türkçenin etrafında dönen hikâyeler, bu bir Köln’de oluyor, bir Beyrut’ta oluyor, Kurtuluş’ta oluyor... Bu hikâyeler, birbirine çok uzak, aralarında dağlar kadar mesafı varmış gibi gözüken fakat aynı coğrafyadan çıktıkları için doğal olarak bir tık kadar yakın olduklarını fark ettiğimiz hikâyeler. Dolayısıyla artık kendimden değil, çevremden, auramdan, rakı masamdan, edebiyat sohbetimden, televizyon filminden, bir şarkının hikâyesinden beslenerek yazdığım 17 küçük hikâyeden oluşuyor bu kitap.
İlk iki kitapta derdinizi anlattıktan sonra 'Kurtuluş Çok Bozuldu’yla artık edebiyata yöneldiğinizi söyleyebilir miyiz?
Bu sefer biraz kalemimi kullanmak istedim. Aman mal benden çıksın duygusuyla değil de, kitabı yazarken ben de biraz keyif alayım istedim. Hikâyenin geçtiği mekânı, adamın üstündeki kıyafeti, Ermeni hastanesinin bahçesini, Köln’deki kilisenin mimarisini anlatmaktı derdim. Hikâyelerin tamamı gerçek. Detayların tamamını bilemiyorum, zaten adı geçen isimler de doğru değil fakat kitapta yer alan tüm hikâyeler, yaşanmış hikâyeler. ‘Güldane’nin Çocukları’ adlı hikâyede, Ermeni hastanesinin içinde büyük bir telaş var, büyük kapı hep açık dursun diye hastane müdürü hademe Sarkis’e bir limon kasası bulmasını söylüyor. Büyük bir ihtimalle o an öyle bir olay yaşanmamış olabilir, hademenin adı Sarkis değildir belki ama yemin etsem başım ağrımaz. Ben o hikâyenin oluş biçimini anlatabilmek için orayı okuyucuma benim hayal ettiğim gibi anlatmak istedim, bütün hikâyelerin vakası gerçek ama isimler, mekânlar, detaylar hayal dünyama ait, Benim ilk yazarlık denemem olduğu için bu beni çok heyecanlandırdı, dolayısıyla bir sonraki kitap için seninle röportaj yaptığımızda “Yazar oldum” demeye başlayabilirim.
Kitapta Almanya’dan, Lübnan’a, Kurtuluş’a birçok anlatı yer almasına rağmen kitabın adı ‘Kurtuluş Çok Bozuldu’. Kitapla aynı adı taşıyan bu öyküye gelene kadar birçok farklı şehirde geçen hikâyeler okuduk, ismi neden Kurtuluş özelinde?
Kitabın ismine hikâyelerden birinin adını vermek diye bir durum zaten vardır. Hangisinin adını koysak, kitap onun temasında zannedilir, bu da işin talihsizliğidir. İlk başta “Bütün bunlar hikâye” olsun dedim, Kemal Gökhan Gürses, “Benim öyle bir kitabım var” dedi. Benden yıllar önce düşünülmüş yani. Sonra hikâyelerin birinin ismini vermemiz gerektiğini düşündük ve aklımıza ilk “Acilen birini gömmemiz lazım başkan bey” geldi, buna da yayıncı uzun olduğu gerekçesiyle itiraz etti. Her bir hikâyenin adı kitaba ismini verebilirdi aslında. Tüm bunların yanında ‘Kurtuluş Çok Bozuldu’ benim için özel bir hikâye. O yazıda ilk defa kendim bir teknik denedim. Yaklaşık iki paragrafın yazı içerisinde 10 kez tekrar ettiği bir form oldu. Eğer masada onu iyi okuyan biri olursa, o tekrarların üçüncüsünden itibaren tüm masanın gülmeye başlayacağını söyleyebilirim. Okuyucunun anafikrini hemen yakaladığı, bozuldu dediğimiz yerlerin neden bozulduğunu ifade ederken nasıl bir ırkçılığa düştüğümüzü, nasıl bir terbiyesizlik yaptığımızı, kendine solcu, kentli, kültürlü diyen insanların aslında nasıl bir yabanilik yaptığını kafamuza vura vura anlatan bir metin oldu. Kemal Gökhan Gürses, bunu masada çok güzel okudu ve biz de kitabın isminin ‘Kurtuluş Çok Bozuldu’ olmasına karar verdik. Tabii Kurtuluş semtini bilmeyip de kitabı okuyan birçok insan var, o yüzden ismi karışıyor bazen, örneğin Kurtuluş Savaşı’yla karıştıran var. Ama ben kitaba o ismi verirken bu riski göze aldım çünkü “Kurtuluş çok bozuldu” derken Adalar’ın, İstanbul’un, Diyarbakır’ın, Paris’in çok bozulduğunu anlatmak istedim. Kitaptaki en evrensel hikâye o; bozuldu dediğimiz şey, içine ettiğimiz dünyanın mültecileştirdiği insanların, yaşam alanlarımıza dahil olduğunda onlardan nefret etmemize yol açtığı büyük sorunlarla ilgili bir özeleştiri yazısı.
Kitabı henüz okumayanlar için ‘Kurtuluş Çok Bozuldu’, semti andıran bir kitap olarak algılanabilir. Ancak öyle değil, birçok hikâye yer alıyor, kitabı okurken okuyucuları neyin beklediğini açabilir misiniz?
“O kadar da olmaz” diyeceğimiz, toplumda fısıltılarla dolaşan pek çok büyük hikâyeyi sığdırdım bu kitabın içine. Bununla övünebilirim çünkü bunlar benim hikâyelerim değil, vardı zaten. Bu toplumun, bu coğrafyanın sevdalısı herkesin bu hikâyelere ihtiyacı var. benim de varmış, yazarken onu fark ettim. Çoraklaşan, nefrete boğulmuş birbirimizi öldürmek üzere davrandığımız bugünlerde, mevcut iktidarın bizi getirdiği hal içerisinde kimliklerimizle birbirimizini gırtlağını sıkmak üzere olduğumuz, tekrar 100 yıl önceki gibi katliamlara gebe olan geleceğimizin içerisinde o kavgayı veren bizler, arada bir ‘es’ verip, yapmasak mı bir daha, bugün Amed’te, Sur’da, Cizre’de olduğu gibi bir daha insanlar tehcir edilmese mi insanlar, binlerce çocuk ölmese mi, zorunlu askerler evine dönerken anneleri tekrar panik içerisinde beklemese mi... Ermenilerin şöyle bir avantajı var, yaşadığımız ve kulağımızın arkasındaki hikâye şuna yol açar bazen: Denize gideriz ve iyi yüzme bilen biri o dalgalı, tehlikeli olan denizde boy verir, bu boyu vermek lazım topluma. Ermeniler olarak topluma bir borcumuz varsa, “Bundan sonrası boğulmaktır, burası boyu geçiyor, biz boğulduk zaten bir kere” deyip memleketimizdeki diğer tüm kimliklere orayı geçmemelerini salık vermeliyiz. Ondan sonrasının felaketi 100 yıl sürecek bir lanet, bir hastalık, bir uğursuzluk. Bugün geldiğimiz yerde bu kavgayı vermeye aynen devam ederken, bunun böyle olmamasını hatırlatacak elimizde ne malzeme varsa ortaya koymamız lazım. Bu egemene yavşamak, ondan şevkat dilenmek değildir, en başta bu egemenle konuşmak değildir zaten, bu, halkla, toplumla konuşmaktır. Ben de bu kitabı egemene değil, işin buraya gelmesine mani olmak için kulağı açık olan Türkiye halklarına yazdım.
Gelecek planlarınızdan bahseder misiniz? ‘Kurtuluş Çok Bozuldu’yu sahneye taşımayı düşünüyor musunuz?
‘Salyangoz’ Mart’ta sahnelenmeye başladı ve daha bir senesini doldurmadı ama şimiden 7 bin kişiye ulaştı. Özellikle Kürdistan’da çok kalabalıktı katılım, Siirt’te 2 bin kişi izledi, yakın zamanda Londra’ya, Viyana’ya gidip orada sahneleyeceğiz. Salyangoz’un dolaşacak yerleri var, önce onu tamamlamak istiyoruz. Salyangoz’dan sonra, kitaplarda olduğu gibi kendi hikâyelerim değil, artık başkalarının hikâyelerini anlatayacağım bir sahne performansı olmasını düşünüyoruz.
Üç abla ve bir anne olmak üzere toplam dört kadınla yaşayan ve sandviç yapmayı dahi bilmeyen bir erkek olarak büyüdüm. Bunu övünerek söylemiyorum ama, acıktığımda tepsiler hep önüme geldi. Eşim çalıştığı için ilk çocuğumuza bakıcımız bakıyordu, dolayısıyla yine mutfakla pek bir ilgim olmuyordu. Fakat ikinci çocuğum doğdukta sonra, eşim küçüğüyle ilgilenirken büyük oğlumun ihtiyaçlarını ben karşılamaya başladım. Büyük oğlum geceleri çok acıkıyor, bu yüzden de yemek yapmaya karar verdim. Dediğim gibi mutfak konusunda bilgisizdim, baharatları dahi bilmiyordum. İlk yemek olarak basit bir şey yerine kuzu kapama yapmaya çalıştım. Yapamazsam kuzu kapamayı yapamadım desinler en azından. Ama bir lezzetli oldu, son dört yılbaşında yemekleri mezesiyle birlikte ben yapıyorum. Sonra menümü geliştirdim ve buradan yola çıkarak Gollik babalar için bir yemek kitabı yazmaya karar verdim. Mükemmel bir yemek kitabından bahsetmiyorum, bizim gibi babaların, yani annelerin emeğine karşılık gidip konsol oyunu alarak çocuğunu kandırdığı babaların, çocuklarıyla vakit geçirip onların sağlıklı beslenmesi, onlarla beraber yemek yapması, kaliteli vakit geçirmesi için bir yemek kitabı yazacağım. Dediğim gibi hiçbir mükemmelik vaat etmiyorum.
Bunun yanı sıra bir tane de ‘Zürafa Joe’ adlı bir masal kitabı fikrim var, bunu da yine babalara, çocuklara masal anlatma kılavuzuyla yazacağım. Bu iki kitap, daha önce yazdığım kitapların konsepti dışında bir arayış gibi.