İstanbul Ermeni toplumun en kıymetli tarihçi ve yazarlarından Kevork Pamukciyan’ı kaybedişimizin üzerinden 20 yıl geçti. Bilgi Üniversitesi Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Fahri Aral, onunla geçirdiği yılları Agos için kaleme aldı. Biz de bu vesileyle Pamukciyan’ı bir kez daha özlemle ve saygıyla anıyoruz.
Yıllar önce, Tarih ve Toplum dergisini yönettiğim dönemde, her ayın ilk haftasında Kevork Bey’den gelen, pelür kağıda kopya edilmiş, daktiloyla yazılmış beş-altı sayfayı geçmeyen, üzerinde el yazısıyla yapılmış tashihler bulunan makalesini aldığımda, yanında mutlaka elle yazılmış bir mektup olurdu. “Aziz Dostum Fahri Bey” diye başlayan satırlarda kısaca yazdığı makale hakkında bilgi veren Kevork Bey’in mektubun sonuna yerleştirdiği iki sabit cümlesi vardı; “Aziz dostumuz Mete Bey’e de hürmetlerimle” ve en çok sevdiğim “İşbu makaleyi leffen gönderiyorum” ibaresi...
Kevork Pamukciyan’ı kaybedeli yirmi yıl olmuş; Sarraf Hovhannesyan’dan Avedis Berberyan’a, Kömürciyan’dan İnciciyan’a, Krikor Bey’den Hrand Der-Andreasyan’a uzanan Ermeni tarihçi, dil uzmanı, araştırmacı kuşağının son temsilcilerinden olan Pamukciyan, 23 Şubat 1923’te Kayseri’de dünyaya geldi. Otobiyografisinde, babası Hacı Mikayel Pamukciyan’ın, 1890’da İstanbul’a geldiğini, önce kumaş ticaretiyle uğraştığını ve daha sonra kâtiplik yaptığını yazar; dedesi Hacı Mardiros Efendi Lusararyan’ın ise Abdülhamid tarafından sâlise rütbesiyle taltif edildiğini ve Kayseri’deki hizmetlerini anlatır.
Tarihi yaşamak ve anlatmak
Hiç unutmam, Kayseri’deki Ermeni cemaati içinde bir hayli etkin olan dedesini anlattığı, Tarih ve Toplum’da çıkan bir makalesinde, annesinden dinlediğine göre 1915’te bir gece gelip dedesini götürdüklerini ve ondan bir daha haber alınamadığını, ancak aylar sonra bir gece annesinin rüyasına girip, yine aynı yıllarda ölmüş olan damadıyla birlikte olduğunu söylediğini ve böylelikle ailenin rahatladığını yazmıştı.
Bugün için çok rahat yazılan, yüzlerce örnek ve tanıklıklarla anlatılan soykırımın, sıradan bir Ermeni aile içindeki tanımı ve anlatımı o koşullar altında başka nasıl ifade edilirdi ki? Hiç şüphesiz, bu topraklarda doğup, büyümüş Kevork Bey, yaşanan acıları, soykırımın yarattığı sonuçları çok iyi biliyordu. Ancak bunları günlük hayat içinde en yakın dostlarına, arkadaşlarına anlatırken biraz ifade güçlüğü çekip, kimi zaman da suskun kalırken, yazılarında gerçekleri çok rahat anlatır, tarihsel olguları gerçeklere dayandırır, sevimli, zekâ dolu, ironik bir dil kullanır ve yine de söylemek istediklerini söylerdi.
Kevork Bey, reddedilmiş ve resmî olarak kabul görmeyen, ancak bu topraklara kök salmış Ermeni tarihi ve kültürünün yeni kuşaklara aktarılmasını ve bu kültürün Türkçeye kazandırılmasını âdeta bir misyon olarak üstlenmiş bir aydındı. Bunu yaparken bilimsel disiplininden hiç taviz vermez, titizliğini hep korurdu. Kimi zaman dergiye gönderdiği bazı makalelerle ilgili olarak yaptığımız tartışmalarda nezaketini hep korur, bazı konularda anlaşılır ürkekliğine, kimi zaman sert ve asabi mizacına rağmen soruna hep olumlu yanıyla bakardı. Kendi payıma, Kevork Bey’in şahsında hep yaşayan, canlı Ermeni tarihi ve kültürünün cisimleşmiş örneğini bulur ve bundan haz alırdım.
Üretimle dolu bir hayat
Pamukciyan’ın hayatı hep başarılarla dolu. Okuduğu okullar, sonraki yaşamı, bir yandan medar-ı maişet kavgası sürerken diğer yandan kendi kıt imkânlarıyla yaptığı bilimsel çalışmalar, tarih ve kültürün yanı sıra edebiyat çalışmaları, şiirleri, portre ressamlığıyla ilgisi vd., Türkiye’de soykırımın yarattığı ortam içinde bir Ermeni aydının neler başarabileceğini gösteriyor. Okuduğu okullarda hep birinci olan Kevork Bey, Nersesyan Yermonyan Okulu’ndan mezun olduktan sonra başladığı Saint Joseph’te, ilk yılında ‘onur ödülü’ kazanarak iki sınıf atlar ve okulu erken bitirir. Artık kendini araştırmalarına verme zamanı gelmiştir; Eski Ermenicesinin yanı sıra Fransızcayı, İngilizceyi de öğrenir. Üsküdar, Edirnekapı ve Balıklı Ermeni mezarlıklarında iki bine yakın eski mezar taşı kitabesini ve daha sonra da İstanbul’da ona yakın Ermeni kilisesinin vaftiz ve ölüm kayıtlarını derler. Bu arada hayatını da kazanmak zorundadır. 1953’ten 1967’ye kadar Karaköy’deki Dabkoviç Vapur Acentası’nda, daha sonra da Ermeni Patrikhanesi’nde çalışır. Patrikhane’de kütüphane yöneticiliği ve genel sekreterlik yaptıktan sonra emekli olacak ama oradaki kültür danışmanlığı görevine devam edecektir.
1943 yılından, öldüğü 1996’ya kadar durmadan, yorulmadan yazan Pamukciyan, arkasında dört yüzden fazla Ermenice ve Türkçe makale, başta Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi olmak üzere çeşitli ansiklopedilerde beş yüze yakın madde, iki monografi, yayıma hazırladığı kitaplar, yayımlamaya fırsat bulamadığı çalışmalar, anılar ve şiirler bırakırken kendini şöyle anlatır: “Ermenice ve Türkçeye çok iyi, Fransızca ve İngilizceye iyi, İtalyancaya kâfi derecede vâkıfım. Orta düzeyde Almanca ve Romence, bundan biraz daha az Yunanca, İspanyolca ve Portekizce bilirim. Rusçayı okuyabilmekle beraber az bilirim.”
Bir geleneğin temsilcisi
Kevork Bey, başta belirttiğim gibi, o Ermeni düşünce insanlarının son temsilcisiydi. Yazılarındaki titizliği, araştırmalarındaki hassasiyeti, üslubu ve kendine has ‘tahkiyesi’ ile böyle bir gelenekten geliyor, onların izlerini sürüyordu. Yerevan’dan Beyrut’a kadar belli başlı merkezlerde bulunan Ermenice kaynaklara hâkim olması ona müthiş bir bilgi birikimi ve bibliyografik üstünlük sağlamıştı. Bu, Türkçe kaynaklara hâkimiyet açısından da böyleydi. Ortak dostumuz Sabri Koz’un dediği gibi ,o “ iki kültür arasında âdeta bir köprü görevi” yüklenmişti.
Pamukciyan’ın yazılarının, ‘Ermeni Kaynaklarından Tarihe Katkılar’ adı altında Aras Yayıncılık tarafından dört cilt olarak basılması gerçekten büyük bir yayıncılık hizmetiydi. Ne var ki, hâlâ onlarca Türkçe makale, Ermenice yazı ve kitaplar Türkçeye çevrilip basılmayı bekliyor.
Kendisini Patrikhane’de ziyarete giderken, kapısını hafifçe tıklattığımda –eğer öğle ve yemek saatiyse– sefertasını aceleyle kaldırıp, siyah kolluklarını takışını, beni içeri nazik bir biçimde davet etmesini, önce uzattığı kolonya şişesini, ardından çekmeceden çıkardığı biraz sertleşmiş şekerleme ve lokum kutusunu kibarca uzatışını unutabilir miyim? Hele İletişim’deki odamda otururken, içeri giren Patrikhane görevlisinin getirdiği büyük zarflardan çıkan sürprizler... Bir dizi eski İstanbul kartpostalı, Abdullah Biraderlerin stüdyolarında basılmış çok değerli eski fotoğraflar, Ermenice kitaplar ve risaleler, ve bunların kenarlarına el yazısıyla yazdığı notlar...
Yirmi yıl sonra da olsa, öyle özlüyorum ki..
* leffen: sarılmış, mektuba ekli