KARİN KARAKAŞLI
Edebiyatı size tanış, duruşu size ilham bir yazarın yeni kitabı demek, aşina olduğunuz bir lezzeti damağınıza yayarak bir kez daha yaşamak, demektir. Kaç yazar için böyle diyebilirsiniz? Kaç kişinin yekpâre poetikasına kefil olabilirsiniz? Dahası böyle cinnet bir ülkede, onun sizi hayatta da yanılmayacağından emin olabilirsiniz? Benim için bu soruların yanıtı Ahmet Tulgar isminde toplanır. Ahmet Tulgar’ın son öykü kitabı ‘Trajik Nüans’ı elime aldığımda, hissettiğim tam da budur; koşulsuz güven.
‘Dikkat öykü çarpabilir!’ uyarısı konmalıdır onun kitaplarına. Zira, bunlar elinize kazara çay kahve aldıysanız, sehpaya koyup bir daha da okurken elleşememe öyküleri. Tekinsiz. Tıpkı hayatın kendisi gibi.
Aile sırları, toplum sınıfları
Ahmet Tulgar, her seferinde dinamik kurgusuyla öykünün o bir âna odaklanma gücünden azami ölçüde yararlanıyor. Bunlar, insana dair hakikatin çırılçıplak billurlaştığı anlar üstelik. Çoğunlukla bir önce ve sonra yaratan, çoğunlukla bir tek yaşayanın bildiği ve gizlediği öldürücü küçük ayrıntılar. Ülkemizin mutlu aile tablolarını tarumar eden bu sırlara dair, kitaba da adını veren bir tespitte bulunuyor kendisi de eşi gibi ceza avukatı olan ve tehditler yüzünden sık sık ev değiştiren genç kadın: “Her ailenin bir yaşam tarzı oluyor. Dışarıdan baksan hep aynı tarzmış gibi. Ama aileyi aile yapan onun trajik nüanslarıymış. Öğrendim, alıştım.”
Bu nüansları en çabuk ve affedilmez biçimde çocuklar yakalar. Yazar, karakterlerin yaralı çocukluklarına sıklıkla dönerken bazen de çocuk kahramanlarına tanık oldukları yetişkin sırlarını ele verdirir. Kutsal ailenin çöktüğü, muhafazakârlık kılıfının altından cinsel sömürünün, istismarın hortlayıverdiği anlardır bunlar.
Öte yandan ama insan şaşırtıcı bir varlıktır ve hayatın kurgusu absürde doğru yol almayı sever. İki eski siyasi dava arkadaşı yıllar sonra birbirine yer yer yabancılaşır da bir cezaevinde siyasi ve adli mahkûmlar transseksüel Tuğçe eşliğinde önyargılarıyla yüzleşir, birlikte var olmayı öğrenir. Keza bir savcıyla insani düzeyde sohbet edilebilir. Şablonlar hep yıkılmak içindir.
Tulgar’ın şiddetle saldırdığı bir diğer put da şu eşitlik masalı. Ne kadar sınıfsal bir toplum olduğumuzu ve adeta bir kast gibi yazılı olmayan kurallarla nasıl birbirimizi ezdiğimizi çarpıyor bu öyküler yüzümüze. Şehrin kenar mahallelerinde yaşayanların, atölye çalışanı yorgun kadınların, plazada işe giderken siyasi dernekli geçmişine yabancılaşan gençlerin, eşcinsellerin, Kürtlerin, erkekliğini, kadınlığını sorgulayanların, kapitalizmin dişlisinde öğütülen iş adamlarının, hayallerini terk etmiş ev kadınlarının arasında gezdiriyor bizleri. Öyküyü okumuş değil de, sırtımızda görünmezlik peleriniyle onların arasında salınırken buluyoruz kendimizi.
Masumiyete övgü
Ahmet Tulgar’ın mucizesi insana dair en katlanılmaz şeyleri anlatırken bile anlayış ve şefkati elden hiç bırakmamasıdır. Dahası masumiyet bahşedilmiş bir seçenek olarak mevcuttur hayatta. Engelli çocuğuna yönelen bakışları sırtlayan anne bunu haykıracaktır riyanın suratına: “Benim çocuğum hep masum kalacak. Kötülüğe yeteneği olmadan doğdu o. Kötülüğü öğretemeyeceksiniz benim çocuğuma. Siz kötülük potansiyellerinizi büyütürken ben masumiyet büyütüyorum. Bütün iyi insanlar aslında engelli değil midir bu dünyada? Engellenmiş.”
Bizi beden ve yaş faşizmiyle, heteronormatif düzeniyle, tüketim toplumuyla öğüten kapitalist sistemde bereketi anımsatır bir yerde de yazar. Ekmeğin hakkını teslim ederken, sadelikte yakalanacak serveti ve saadeti gösterir gibidir: “Buğday tavlandı mı bir kere suyla, suyu bekler alın yazısı gibi un. İnsan da tavlanmıştır eskide bir yerde. Bekler. Bir döngüdür oysa olan. Ağır bir döngü… Un üretildikçe o değirmenlerde, dönüp yine bulacaksın o güvenli yeri, ana baba ocağını, un çuvalı taşıyan adamlar oldukça fırınlara, kaybolmayacaksın sen de kalabalıklarda, unun beyaz parlaklığı yüzüne vuracak, görecekler karanlıkta da seni. Unun masumiyeti yeter, ekmeğin zarureti.”
İstanbul bir masal imiş
Kitabın içerisinde 1960’lı yılların fonunda yılbaşına hazırlanan İstanbul’un merkeze oturduğu bir öyküler silsilesi de dikkat çekiyor. Yazar, çocukluk yıllarında muhtemelen son demine tanıklık ettiği o eski, tamahkâr hayatı her bir ayrıntısıyla yeniden kuruyor şefkatle. 1964 yılının son günü Galata Köprüsü üzerinden Eminönü’ne geçen Güzin Hanım’ın gözünden İstanbul, şu imrenilesi tanışıklığa bürünüyor: Şehir o gün hatırlı bir misafirin yatıya geleceği kocaman bir evdeki koşuşturma gibi görünür gözüne. Herkes bir şeyler beklemektedir gelecek bu misafirden. Her ferdi, diğerlerini umutları üzerinden tanıyan kalabalık bir sülale gibidir o gün şehir ahalisi.”
Yalnızlığın her katmanını bilen bir ruh bizim yerimize yükleniyor hakikat çarmıhını. Sevmelerin her türlüsünü kutsayarak şu yalan dünyada. Nice dillendirilmemiş eşcinsel aşka da ses vererek. Hak teslim ederek. Ve insana dair umuttan vazgeçmeyerek. Ayrıntılarda öldürüp dirilterek benliği.
Bu kitabı okumak değil, bu yoldan geçmek gerek. Sessizlik yemini eşliğinde, düşerek her adımda daha bir içeri, daha bir derine…
Trajik Nüans
Ahmet Tulgar
Can Yayınları
144 sayfa.