İki Batı’dan Bir Doğu’dan

MURAT CANKARA

Türkiye’de akademisyenler dörde ayrılagelmiştir: her daim vazifesinin başındakiler, siyasetin görevden attıkları, (güle oynaya) siyasete atılanlar ve (kendi istekleri hilafına) siyasete atılanlar. İbrahim Kalın sanırım sonuncu gruptan; kendi mahallesinde değil ama karşı mahallede ne yazık ki akademisyen kimliğiyle tanınmıyor.

‘Köksüz ve kimliksiz’

‘Ben, Öteki ve Ötesi: İslam-Batı İlişkileri Tarihine Giriş’, bilhassa geçtiğimiz on yılda bu konuda hem Türkçe hem İngilizce epey çalışması yayımlanmış olan yazarın birikiminin hacimli bir derlemesi. Kalın’a göre, “geçmişi ne karanlık ve soğuk bir çatışma ve yıkımlar tarihi olarak görmek, ne de romantize edip köksüz ve kimliksiz bir liberal ütopyanın aracı haline getirmek zorundayız.” Buradan hareketle kitapta İslam ve Batı toplumları arasındaki ilişkiyi kronolojik olarak ve etkileşim içerisinde ele alıyor. ‘Etkileşim’, ‘alışveriş’, ‘çok katmanlılık’, ‘iç içe geçmiş ve paralel tarihler’ çalışmanın anahtar sözcüklerinden. Bununla birlikte, “bu iki dünyanın tarihlerinin kesiştiği noktaları” ele alırken özcü yaklaşımlardan uzak durmanın; onları durağan ve monolitik dünyalarmış gibi değil de dinamik ve kendi içlerinde çelişkiler barındıran tarihler olarak ele almanın gerekliliğini de vurguluyor.

Evrensel olmak nasıl mümkün?

Ağırlıklı olarak ikincil İngilizce kaynaklara dayanan kitap, İslam’ın doğuşundan başlayarak günümüze kadar geliyor: İslam’la Hıristiyanlık arasındaki teolojik polemikler, Haçlı Seferleri, Yunancadan ve Arapçadan tercümeler, çok-kültürlüğün ve birarada yaşamanın çarpıcı bir örneği olan Endülüs’te hoşgörüden tehcire giden yol, Katolik ve Protestanlık arasındaki çekişme bağlamında İslam, Bizans ve Osmanlı, Aydınlanma düşünürlerinin genelde dine ve özelde İslam’a bakışları, oryantalizm, sömürgecilik, Filistin meselesi, 11 Eylül, karikatür krizleri, Avrupa Birliği, İslamofobi ve daha bir sürü. Kitabın sonuna bir kronoloji de eklenmiş. Akıcı bir dille kaleme alınmış, edebiyata ve sinemaya sık sık göndermenin yapıldığı, her romancının ya da senaristin iştahını kabartacağını tahmin ettiğim hikâyelerle dolu bu tarihsel serüven, Kalın’ın asıl uzmanlık alanı olan Molla Sadra’nın felsefesi üzerinden bir sonuca vardırılıyor. Kitap boyunca her ‘ben’in bir ‘öteki’ tasavvuru üzerine inşa edildiğini, ‘öteki’nden söz ederken aslında ‘ben’den söz ettiğimizi, Batı’nın İslam’ı ötekileştirirken aslında kendi meseleleriyle boğuştuğunu haklı bir biçimde vurgulayan yazara göre; ‘öteki’ ile ilişkiler dışlayıcı olmak zorunda değildir. Bilakis, ‘öteki’, ‘ben’e/’biz’e kendisini başka aynalarda görme imkânı vererek onu zenginleştirir. ‘Öteki’ni yok saymadan, ama ‘ben’den de ödün vermeden; yani ‘kök’lerinden vazgeçmeden evrensel olmak mümkündür. Bir bakıma, Kipling’in meşhur ‘Doğu Doğu’dur, Batı Batı’ sözüne karşı ‘Doğu da Allah’ındır, Batı da’ ayetiyle yanıt verilmiş oluyor böylece.

Oryantalizme karşı oksidantalizm

Son derece netameli ve gittikçe de beter hale gelen bir konuda (ben bu satırları yazarken Ürdünlü yazar ve aktivist Nahed Hattar Facebook’ta paylaştığı bir karikatür yüzünden katledildi), özenli bir dille (siyaseten ve haklı olarak eleştirdiği bir ırkçının ‘homoseksüel olduğunu ilan ettiğini’ laf arasında belirtmesi hariç) yazıyor İbrahim Kalın. Meselelere iki taraflı bakmanın gerekliliğini sık sık vurguluyor. Her ne kadar birine bütün bir kitabı ayırıp diğerini yalnızca bir altbölümde ele alsa da, tıpkı oryantalizm gibi oksidantalizmin de, yani Batı’yı prototipleştirmenin de yanlışlığını ve nasıl bir çözümsüzlüğe yol açtığını vurguluyor; örneklerini, her ne kadar arada nicel bir dengesizlik olsa ve bir Batı’dan bir Doğu’dan asmayı başaramasa da, iki taraftan da vermeye çalışıyor. Öte yandan, yine de kitap, vaadini eksik yerine getiriyor. Zira iki dünyanın etkileşiminden ziyade; neredeyse doğuşundan itibaren Batı’nın İslam’a bakışındaki çarpıklığa, İslam’ın Batı üzerindeki muazzam etkisine, günümüz İslam toplumlarının Batı karşısındaki tutumlarının Batı emperyalizminin bir sonucu olmasına (burada yer yer savunmacı bir tutuma doğru kayılıyor) odaklanıyor.

Beş itiraz

Bunlara itirazım yok, ama belki şunlara var: 1) Avrupa tarihini Husserl’dan okumak; 2) Osmanlı Katolikliğe karşı Protestanlığı desteklediğinde burada ‘stratejist’ bir tutum görürken Batı benzer bir arayışa girdiğinde işin içinde ‘ajanlar’ aramak; 3) İslam toplumlarının yapıp etmelerini bir bağlam içerisinde değerlendirmenin gerekliliğini vurgularken bunu Batı için yapmamak; 4) Batılı filozofların çelişkilerini, Batı düşüncesindeki paradoksları gösterirken (epey bir filozofun adı geçiyor kitapta) Cemil Meriç’i, Batı karşında ikircikli bir tutumu yokmuşçasına okumak (Nurdan Gürbilek’in kulakları çınlasın); 5) İslam-Batı ve İslam-Hıristiyanlık ilişkileri arasında net bir ayrım yapmamak, bu nedenle –Doğu Hıristiyanlığının özel konumuna bilhassa Haçlı Seferleri bağlamında kendisi dikkat çekmiş olmasına rağmen– “sanki bu topraklarda Müslümanlarla Hıristiyanlar birarada yaşamamışçasına ve aralarında fena fena şeyler olmamışçasına” yazmak; hiç değinmemek neyse de, imparatorluğun en acı yıllarını, “Ehl-i Kitap olarak devletin koruması altında olan tek bir Hıristiyan’ın kılına dokunulmadığını Avrupa’ya haykıran” (bunu utanmadan 1914 yılında yapmış) William Pichktall’ın sözlerine itibar ederek geçiştirmek.

Akl-ı Selîm yerine aklıselim

Bunları okumak güzel, öğretici. Ancak kafamda bir tuhaflık var: Hemen hemen herkesin köklerinden sökülüp getirildiği, köksüzlük yarasından bu kadar muzdarip ama her fırsatta birinin ya da bir şeylerin kökünü kazımaktan söz eden bir toplumda ‘öteki’yle ilişkileri nasıl hale yola koyacak, Akl-ı Selîm yerine aklıselimi nasıl hâkim kılacağız? Zira bir yandan da hayat akıp gidiyor. Bir yandan filozoflar ‘millî olan’ın, dinî kimliklerinin özünün peşinde koşup ‘öteki’ne bakarak kendilerini inşa etmeye çalışırken bir yandan da mülteciler (boğulmamış olanları), kaçırılanlar (öldürülmemiş olanları), arada kalanlar (şanslı olanları), mühtediler; kültür ve medeniyet denen şeyleri durmadan yeniden üretiyorlar.

Hacı Ali versus ‘Hi Jolly’

Amerikalıların talebi üzerine, İç Savaş sırasında Arizona çöllerindeki nakliye sorununu çözmek için görevlendirilen ve Osmanlı ordusundaki görevini bırakarak başında bulunduğu deve sürüsüyle buraya giden; deve nakliye birliğinin, diğer hayvanları korkuttuğu gerekçesiyle kapatılmasına rağmen buraya yerleşen ve bir efsane haline gelip ‘Hi Jolly’ olarak anılmaya başlayan, hatta adına her yıl festival düzenlenen Hacı Ali’ye –ki aslen Suriye, Lübnan ya da Ürdünlü olup Yunan kökenli bir Hıristiyanken Müslümanlığı seçtiği rivayetleri varmış– bu vesileyle buradan selam olsun. 

Ben, Öteki ve Ötesi: İslam-Batı İlişkileri Tarihine Giriş
İbrahim Kalın
İnsan Yayınları
673 sayfa.