2 Ekim 2008’de, Nişantaşı’ndaki bir kitabevinin üst katında, kendisi gibi hayatı sorgulayan bir grup insanın katılımıyla düzenlediği toplantıyla Yaşam Atölyesi’ni kuran Aret Vartanyan’la, gün geçtikçe daha fazla kişiye ulaşan çalışmaları üzerine konuştuk. Vartanyan, Türkiye’nin tedirgin edici gündemi karşısında nasıl davranılması gerektiği konusunda da bazı tavsiyeler verdi.
Yaşam Atölyesi bugüne nasıl ulaştı?
Yaşam Atölyesi benim çocukluk hayalimdi. Küçükken de annemin arkadaşlarına, “Mutlu musunuz?”, “Hayatınız nasıl gidiyor?”, “Ne için yaşıyorsunuz?” gibi sorular sorardım. Doğum günlerimde yaşım büyüdükçe hayatımda nelerin değişeceğini sorgulardım. Felsefeyle uğraştım, 11 yaşında aikidoya başladım, okulu bitirdim... Neden yaşadığımıza, neler olacağına, insanların neden hâlâ silah ürettiğine dair sorularım hiç bitmedi. Sonra, hangi organizasyona girsem insanları mıknatıs gibi çektiğimi, iyi iletişim kurduğumu fark ettim, fakat hiçbir şey beni tatmin etmiyordu.
Benim için önemli dönüm noktalarından biri, 1999’da yolumun Patrik Mesrob Mutafyan’la kesişmesidir. Daha önce Ermeni cemaatiyle tek ilişkim Şişli Spor Kulübü aracılığıylaydı. Annem Rum olduğu için küçükken Ortodoks kilisesine gider, Paskalya’yı Rumlarla birlikte kutlardım. Ama Mesrob Mutafyan beni ciddi anlamda etkiledi. Oxford Üniversitesi’nde Teoloji okumam için kaynak yarattı ve bana destek oldu.
Türkiye’ye dönerken Yaşam Atölyesi’ni kurmaya karar vermiştim ama kurumsal hayatın içindeydim. Bir akşam Facebook’tan “Yaşam Atölyesi yarın toplanıyor” diye bir mesaj attım. O gece bir arkadaşımın Nişantaşı’ndaki hukuk bürosunu kiraladım. O toplantıya beş kişi geldi, ilk ayın sonunda ise 120 kişi olduk. Ardından Asmalımescit’te küçük bir yer kiraladım ve insanlarla kendi yaklaşımlarımı paylaşmaya başladım. 2013’te kurumsal programlara başladık. Sonra kitlesel projeler geldi. Bir kadın platformu kurduk. Kıbrıs, Acarkent gibi farklı yerlerde ofisler açtık. Kadir Has Üniversitesi’nin işbirliğiyle bu alanda eğitmenler yetiştirmek üzere bir sertifika programı başlattık. İki senede 100’ün üzerinde eğitmen yetiştirdik. Yaşam Atölyesi bu tür adımlarla büyüyerek bugüne ulaştı.
Ben artık daha çok kitlelere hitap eden işler yapmak istiyorum. Bu yüzden sinema projesine öncelik verdim. Bir taraftan kitaplarım İngilizce çevirileriyle yurtdışına açılıyor. Bu yıl bir yurtdışı turnesi yapmak istiyorum.
Yaşam Atölyesi etrafında nasıl bir insan ağı oluştu?
Buraya gelerek seminerlerimize, programlarımıza katılan 300 binin üzerinde insan var. Mail grubumuza üye olan, etkinliklerimizi internetten takip eden ve bilgi akışının bir parçası olanların sayısı ise iki milyon. İmza günlerimde her yaştan ve çok çeşitli kesimlerden insanlarla karşılaşıyorum.
2020 yılında Yaşam Atölyesi 10 milyon kişiye ulaşmış olacak. Hayatta inandığınız şeyler olur. Yarın sabah felç olabilirim ya da bambaşka bir yerde uyanabilirim ama eğer 2020’de hâlâ nefes alıyor olursam ve gözlerim açıksa, sayımız 10 milyonu bulmuş olacak.
Birbirinden çok farklı coğrafyalardan ve toplumlardan insanlarla bir araya geliyorsunuz. Bu farklılıklara karşısında yaklaşımınız nasıl şekilleniyor?
Ben inandığım ve ortaya koyduğum şeyleri karşımdaki insana göre yeniden şekillendirmiyorum. Bazen insanlar, benimle ilgili kafa karışıklığı yaşıyor. Arkamda Mossad’ın, CIA’in, bir cemaatin ya da hükümetin olduğunu söyleyenler bile var. Çünkü Gezi Parkı’nda da beni gördüler, polis teşkilatının eğitimlerinde de, Musevi cemaatinin organizasyonlarında da. Herkese eşit mesafede durduğun ve yüreğindekini ortaya koyduğun zaman kafalar karışıyor. Her taşın altından çıkıyorum. Eğer karşımdakine göre pozisyon alsaydım böyle olmazdı. Eğitimlere gelen herkes benim için birer katılımcıdır; kimliğin hiçbir önemi yoktur. Etkinliklerin içeriği değişebilir ama benim ve bu atölyenin varlık sebebi, çevrenin istediği insan olmak için uğraşmayı bırakma gerekliliğini anlatmak.
Annenin, okulunun, çevrenin ya da toplumun istediği çocuk olabilirsin ama sen neredesin? Milyonlarca insan gerçek nedenini bilmeden evlenmiş, annesini gururlandıracak bir bölüm okumayı seçmiş. İnsanlar, çevrelerindekilerden hep sevgi dileniyor. Sosyal medyanın patlamasının, her şeyi fotoğraflayıp paylaşmamızın nedeni de bu. Her insan değerli olduğunu hissetmek ve sevilmek istiyor. Ben diyorum ki, bunun için bukalemun gibi yaşamana gerek yok. Olduğun gibi ol, seni gerçekten sevenler sen gibi sevsin.
Türkiye’de yaşananların üzerimizde, gündelik hayatımızı etkileyen çok büyük baskısı var. Bir tür kaygı ve panik atmosferinde yaşıyoruz. Buna karşı neler yapabiliriz?
Ben bu durumu ‘Truman Show’ filmine benzetiyorum. Aslında biz uygar falan değiliz. İnsanoğlu henüz emekleme döneminde. Gökdelenler yapmamız, teknolojiye sahip olmamız uygar olduğumuzu göstermez. O filmde çok güzel bir sahne vardır; Jim Carrey’nin canlandırdığı başkarakter, hayatı için kurulmuş setin dışına çıkmaya çalışırken yönetmen fırtınalar kopartır, rüzgârlar estirir. Bu aslında siyasettir. Sadece yerelde değil, global ölçekte de durum böyle. Bir tiyatro sahnesi gibi... Karmaşık görünen ama göründüğünden çok daha basit bir durum var.
Bu yıl yayımlanan kitabım ‘Siyah Gözyaşı’ 15 Temmuz’dan sonra daha ilginç bir hale geldi. Kitap, şu an şu sokaktaki insanların sadece birer piyon olduğunu anlatıyordu. Bizler kendimizi çok değerli hissetmeye çalışıyoruz ama klasik ‘filler ve çimenler’ hikâyesi söz konusu. Artık katman katman bir savaş olduğunu görmemiz gerek. Ben bunu ilahi savaşa da bağlıyorum. Şeytan ile Tanrı arasındaki mücadele gibi... Gazetelerdeki, televizyonlardaki haberler bana göre manipülasyon. Ortada bir tiyatro var. Peki sen ne yapıyorsun? Ah vah ediyor, ahkâm kesiyor, lanetliyorsun. Bunun sonucunda ne üretiyorsun? Bugün birine sarıldın mı ya da tanımadığın biri için bir şey yaptın mı? Kendin için ne yaptın? “İnsanlık kalmadı”, “Dünya bozuldu” diye söyleniyorsun ama bunun karşısında ne yapıyorsun? En son ne zaman kocana, çocuğuna sımsıkı sarılıp “Seni seviyorum, benim için değerlisin” dedin? Herkes siyasetçi olmuş, ahkâm kesiyor. Bunlar sadece laf. Somut olarak üretilen ne var? Gündem hep böyle olacak. Daha iyi bir dünyanın geleceğini mi zannediyorsunuz? Gelmeyecek... Yapay zekânın geldiği noktaya bakarsak, makine ile insan arasındaki savaşı göreceğiz. Daha bunlar iyi günlerimiz. Son yüzyıla baktığımızda, ne zaman eksik olmuş savaş, kargaşa, kaos… İnsanoğlu kendi düşünce devrimini ve evrimini tamamlamadığı sürece bunlar devam eder ve etmesi de gerekiyor. Ben karamsar değilim; aydınlığın gelmesi için karanlığın iyice oturması gerektiğine inanıyorum. İnsanlığın kendine gelmesi lazım. Sürekli tüketmek, bir şey üretmemek, etiketlerin peşinden koşmak... Bırakın Afrika’yı, kendi sokağınızda bile yatağa aç giren insanlar var; bir sohbete, sevgiye, bir dokunuşa ihtiyacı olan insanlarla dolu etrafımız. Gündemi konuşmak değil, senin ne yaptığın, kendi çocuğunu nasıl yetiştirdiğin önemli. Gelin, önce bireysel olarak hayatımıza, inandıklarımıza bakalım. Önce insan olalım. Ben henüz kendi özelimi çözemezken genel konusunda ahkâm kesme hakkına sahip değilim.
‘Hastalığından sonra Mesrob Badriark’ı göremedim’
Son zamanlarda Ermeni toplumuna yönelik etkinliklere de katıldınız. Toplumla ilişkiniz nasıl?
Aslında cemaatte bir sürü vakıf var ama çok azı benimle ve yaptıklarımla ilgileniyor. Bunun nedenini biliyorum. Ben Mesrob Badriark’a çok yakındım. Bilgisayarının hard disk’i (sabit disk sürücüsü) bile hâlâ bendedir. Hastalığından sonra onu görmeye gittiğimde hastaneye giremedim. Bana yüklenenler oldu; onu görmek istediğimde göremedim ve sonra da ben küstüm. Ama ben onunla zaten vedalaştım. Şu anda çok yakın değilim cemaate. Yurtdışındaki derneklerle aram daha iyidir.
Etnik kimliğimi hiçbir zaman saklamadım. Kendimi Ermeni olduğum kadar Rum da hissederim. Hatta buzuki ve sirtakiyi hesaba katarsak, Rumluğa daha yakınımdır. Bana Hocalı Katliamı’nı sorduklarında derim ki, “Bunu bana değil, Ermenistan’a soracaksınız.” Ben Türkiyeli Ermeni’yim. Askerlik yaptım, vergimi ödüyorum, vatanım burası. Etnik olarak da Ermeni’yim. Kamuoyunun bu konuda bilinçlendirilmesi lazım. Hâlâ bazı insanlar bana “Ne kadar güzel Türkçe konuşuyorsun” diyebiliyorlar.
Patrik Hazretleri’nin savunduğu bir şey vardı; “Ana Kilise bana müdahale edemez, ben özerkim.” Bu konuda çok net bir duruşu vardı. Hatta bunun için ona yüklendiler, devlet ağzıyla konuştuğunu söylediler. Biz Türkiye Patrikliği’yiz ve Türkiye Ermeni’siyiz. Ermenistan’dakinin, Kudüs’tekinin söyledikleri bizi bağlamaz.
‘Yaşadığım sürece bende proje bitmeyecek’
‘Gitme Zamanı’ ve ‘Siyah Gözyaşı’ adlı kitaplarımı aslında film olarak yazmaya başlamıştım. İkisi de bir yönetmen gibi yaşayarak ve görerek yazdığım kitaplardır. Dörtleme bittiğinde kendi ütopyamı yazmış olacağım. Senaryolaştırma aşamasında bana Ceyda Aşar destek oluyor. Kasım’da yeni bir kitap çıkacak, sonra bu seriye biraz ara vereceğim, çünkü birikmem, dolmam lazım. Bir televizyon projesi var. Sinema projesi yürüyor. Alem FM’deki ‘Sen ve Ben’ adlı radyo programı devam ediyor. ‘Bin Yüz Bir İnsan’ kitabımla ilgili bir emeklilik projem var. Çok uzun bir zaman sonra değil ama. Dünyanın dört bir yanından 1101 kişiyle söyleşi yapıp aslında ortada bir insan olduğunu göstermek ve bunu belgeselleştirmek istiyorum. Yaşadığım sürece bende proje bitmeyecek. Ancak sadece sevdiğim şeyleri yapacağım. Bugün sana anlattığım projeler yarın değişebilir. Hayat böyledir; her gün yenilenen, yaratıcı bir süreç...