Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Şebnem Korur Fincancı, hayatı insan hakları için mücadele ve adalet arayışıyla geçmiş bir isim. Fincancı, 2014 yılında Uluslararası Hrant Dink Ödülü’ne de layık görülmüştü. Fincancı ile 15 Temmuz sonrasında yaşadığımız süreci konuştuk.
Şöyle başlayalım. Tabii ki askeri darbe olsaydı, bir askeri rejimde yaşayacaktık; ama darbe sonrası yepyeni bir döneme girdik. İnsan hakları açısından tartışmalı bir dönemde olduğumuzu herkes kabul ediyor artık. Üç aylığına OHAL ilan edildi ve daha da uzayabileceği söyleniyor. 30 gün gözaltı süresi var. Çok sayıda devlet memuru, akademisyen açığa alınıyor. Bunların bir kısmının Gülen Cemaati’ne üye olduğu söyleniyor; ama genel manasıyla baktığımız zaman, sen bu uygulamaları nasıl görüyorsun?
Doğrusu zaten eskiden beri Türkiye'nin insan hakları alanında pek iyi bir namı yok. Biz özellikle devlet şiddetiyle, sokakta kolluğun barışçıl gösteri yapan insanlara yönelik saldırılarıyla epeydir uğraşıyorduk. Örneğin, Gezi süreci bunun örneklerinden biriydi. Şiddetle saldırma, insanların sokak ortasında plastik mermiyle kör edilmesi, gaz fişekleriyle öldürmesi de dahil olmak üzere pek çok ihlalle karşılaştık. Sonrasında, Kürt illerinde karşılaştığımız tablo daha da dehşet vericiydi. Özellikle 2015 başlarından itibaren toplu gözaltılarla başlayan bir süreç... Barış süreci dönemimde, insanların kendini korumaktan vazgeçtiği her anda saldırılar, gözaltılar... Sonrası, 7 Haziran ile birlikte ‘Barış Süreci'nin de bitirildiği, çok şiddetli saldırıların olduğu dönemler geçirdik. Aylar süren gözaltı, ‘evinde gözaltı’ diye de tanımlayabileceğimiz sokağa çıkma yasakları, insanların doğal gereksinimlerini bile karşılamaktan yoksun kalması ve sonrasında da ağır silahlarla vurulması...Özellikle Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelere bakıldığında, HDP'ye yüksek oranda oy çıkan bölgelerin daha şiddetle hedef alındığını gördük. İnsanlar, sivil insanlar öldürüldü; evinin bahçesinde, salonunda, mutfağında havan toplarıyla, tank mermileriyle öldürüldü. Zaten çok hoş bir tabloyla karşı karşıya değildik. Sonra 15 Temmuz darbesi, özellikle de darbeyi yaşamış kuşaklar için daha korkunç bir dehşete dönüştü. Çünkü, darbe demek bizim için çok ağır işkencelerin, hak ihlallerinin olduğu, gözaltında kaybetmelerin yaşandığı bir dönem. Biz diyorduk ki, evet insan hakları ihlalleri oluyor; fakat eskisi gibi gözaltında kaybolmuyor insanlar, belli kurallar var. Gözaltı süreleri 24 saat süreyle sınırlanmış durumda, avukat görüşü var, ulaşabiliyorsunuz. Tabii Kürt illerinde olanlardan bağımsız olarak, orada zaten 'insanlığa karşı suç' diye tanımlanabilecek bir tabloyla karşı karşıyaydık. ‘Darbe olacak ve yeniden bütün bunları yaşayacağız’ diye düşündük. Sonra, darbe püskürtüldü. Ne iyi, ama bu sefer OHAL ile birlikte yeniden başka bir askeri tabloyla karşı karşıya kaldık. Şimdi yönetimde siviller varmış gibi görünüyor; ama çok sivil bir tablo görmüyoruz. 30 gün gözaltı süresi var, bu 30 günün ilk beş gününde avukat görüşü kesinlikle yok. Bu beş günde neler yapacaklarını bilmiyoruz. Sonunda zaten neler yaptıklarını da gördük. Kamuoyuna servis edilmiş görüntüler var, kafaları, gözleri dağılmış. Her ne kadar, hükümet reddetse de, Gülen tarafı propaganda için yayıyor dese de, sen kendi resmi kanalında nasıl servis ediyorsun? İkisi arasındaki farkı göremeyecek mi toplum? Görmüyorlar, soru soramıyorlar. Türkiye'nin böyle bir özelliği var. Fetullah Gülen de sağ olsun, belli ki, 50 yıla yakın bir süredir Türkiye toplumunu şekillendirmiş. Soru sorma konusunda son derece özürlü bir toplumuz biz. Bu adam üç saat önce yakalandığında hiçbir şeyi yoktu, bu üç saatte ne oldu? Bir yandan da meşrulaştırıyorlar. Diyorlar ki, ‘Bu kadar sivil insan öldü tabii ki işkence yapılacak, hatta biz idam istiyoruz.’ Toplumda da böyle bir şiddet algısının yükseldiği bir dönemden geçiyoruz. Tabii, çok riskli durumlarla karşı karşıyayız. Darbe olsaydı çok korkunç olacaktı, darbe olamadı gene korkunç oldu fark eden bir şey yok.
'İltisak' diye bir kavram yerleşti bizim sözcük dağarcığımıza. İltisak, tıpçıların kullandığı, yapışıklık anlamında kullanılan bir şey. Nereye, nasıl yapışık, bu yapışıklılığı nasıl belirliyorsunuz, Japon yapıştırıcısıyla mı yapıştırdınız yoksa kolayca su bazlı bir yapıştırıcıyla sulayınca bozuluyor mu o yapışkanlık? Belli ki, su bazlı. Sonra televizyon programlarında itirafçılar görüyoruz. ‘Biz zaten Fetullah Gülen hoca efendiyi terk etmiştik’ şeklinde nedamet getiren birtakım insanlar... Peki, bunlar itiraf ediyorlar, onlara hiçbir şey yok; ama bir taraftan da bir akademisyen kitaplığında Fetullah Gülen'in kitabı var diye, hem açığa hem de gözaltına alınıyor. O akademisyen, bir sosyal bilimci. Doğal olarak okuyacak, Türkiye'nin 50 yılına damga vurmuş bir insandan söz ediyoruz. Gerçi nasıl damga vurduğunu anlayabilmiş değilim, ağlama krizi geçirme halleriyle nasıl bu toplumu etkilediğini.
Nasıl damga vurdu sence?
Çok iyi kanaat önderleri var belli ki, bu konuda kafa yoran, Türkiye'yi dönüştürmeyi hedefleyen. Zaten dönüştürmüşler, nasıl dönüştürdüklerini biz darbe sonrası gördük, idam istekleriyle gördük, ‘işkence tabii ki yapılsın’ demeleriyle gördük, linç davranışıyla gördük. Orada gariban asker, er, kendi çocuğu o, kendi mahallesinden çıkmış çocuğun boğazını keserek –Evet, baş kesme yok; ama boğaz kesme var- öldürüyorlar gencecik çocukları. Tabii ki insanların üzerine bombalar atılması çok korkunç bir şey. Çok çaresiz hissetmişlerdir kendilerini; çünkü öfkelidirler; ama bir taraftan da bu öfkeyi onlar da aynı işi yaparak gerçekleştiriyorlar. Hani, Nietzsche'nin dediği gibi, sonuçta, “Cehennem sana bakar, sen cehenneme bakarsın.” Sen bu şiddeti benzer şekilde yansıttığında tablo bu. Herkes cehenneme yüzünü çevirmiş durumda şu an Türkiye'de. Bunun olması da 50 yıllık bir yapılandırma sayesinde. Onun için çok riskli bir durumdayız.
Çok ciddi sorunlar var. Ayrıca beş günlük avukat yasağını da geçen uygulamalar var. Örneğin, bizim bir meslektaşımız, benim de Bakırköy Cezaevi'nde kaldığım dönemde hekimim olan, CHP çizgisinde görünen bir arkadaşımızdı. İyi hekim, cezaevindeki bütün mahpuslara sağlık hizmeti verme konusunda son derece özenli, mesai saati bilmeyen bir insandı. Sonra, bir baktık gözaltına alındı. Avukat arkadaşlardan rica ettik ama bir türlü görüştürmeyi başaramadılar. Görüştüklerinde artık altı gün olmuştu gözaltı süresi. Yedi gündür avukatla görüştürülmeyenler var. Bunlar kabul edilebilir durumlar değil. Bu dönemde hiçbir denetim mekanizması yok. Bu insanların başına ne geldiğini bilmiyoruz. Serbest bırakıldıktan sonra, insanlar hâlâ korkuyor, muayeneye gelmiyorlar biz de bulgularını saptayamıyoruz. Bir de bunun 30 güne uzadığı koşullar, gerçekten dehşet verici. Örneğin pek çok insan bana ulaşıyor ve yakınlarının nerede olduğunu bilmediklerini, gözaltına alındığı ile ilgili duyumlar olduğunu; ama gerçekten gözaltında mı değil mi onu bile bilemediklerini ve ne yapacaklarını soruyorlar. İnsan Hakları Derneği’yle biz bu insanlara ulaşmaya çalışıyoruz.
Bir vaka vardı: şeker hastası bir öğretmen ihbar üzerine gözaltına alınıyor. Gözaltında fenalaşıyor ve hayatını kaybediyor. Hatta ona bir cenaze merasimi bile çok görüldü, yapılmadı. Hainler mezarlığı, isim olarak kaldırılsa da fikir olarak en azından toplumun bir kesiminde taraftar bulmuş gibi gözüküyor.
Biz 70'leri, 80'leri yaşadık. 12 Eylül döneminde gözaltına alındığı bilinirdi, sonra, kimsesizler mezarlığında gömülmüş olarak bulunurdu. Buna 'kimsesizler mezarlığı' derdik biz, şimdi, 'hainler mezarlığı'. Hainler mezarlığı, belleğimizde bu ülkenin bir ayıbı ve bütün ömrümüz boyunca tarihimize yazılmış bir utanç olarak kalacak. Üstelik bu ülkede o 'hainler mezarlığına' gömüleceklerin kimlikleri ve aidiyetleri sürekli değişerek devam eder, hep öyle olmuştur.
Öğretmene gelince, hakikaten tablonun denetimsizliğini çok iyi açıklayan bir ölüm olayı maalesef. Şimdi, şeker hastası ve ilaçlarını alıp alamadığını bilemiyoruz. Basında yer alan savcılığın açıklamaları da doğru mu değil mi bilemiyoruz. Kamuoyunun bu bilgilere gereksinimi var. Yani bir hak ihlalinden, yaşam hakkı ihlalinden söz ediyoruz. Gözaltında, devletin denetiminde ve sorumluluğundayken ölmüş bir insan bu. Devlet, o kişinin sağlığını korumak zorunda. Gözaltına alınmış olması, bir suç işlediği iddiası, onun ölmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Yoksa fiili bir idam cezası uygulanıyor demektir. Savcılık diyor ki: ‘Ben, fenalaşınca hastaneye gönderdim, hastanedekiler nezarette kalmasında sakınca olmadığını söylediler.’ Bu doğruysa meslektaşlarımız açısından da utanç verici bir tablo; çünkü siz bir insanın özgürlüğünden alıkonmasında sakınca olmadığına kararı veremezsiniz. Siz hekimsiniz.
Bir de Hakan Şükür örneğinde gördüğümüz gibi ‘mallarına el koyma’ durumu var. Bilmiyorum Türkiye’nin herhangi bir döneminde devlet tarafından 'mallarına el konulması' meşru görülecek bir şey midir?
Biz aslında çeşitli dönemlerde insanların mallarına el konması, varlık vergileri, insanların taş kırma işlerinde çalıştırılması gibi durumlarla da karşılaştık. Üzerinden 70 - 80 yıl geçmiş olaylar bunlar, ‘Zamanında ayıp etmişler’ diyenler, şimdi aynı şeyi yapıyorlar.
Bir kere bu insanlar doğrudan kendi varlığına yönelik bir saldırıyla karşı karşıya, burjuva hukuk sistemi içinde kabul edilemez bir durum. Üstelik hangi gerekçeyle mal varlığına el konuluyor? Hakan Şükür bir örnek. Hakimlerin savcıların varlıklarına el konuluyor, maaş hesapları donduruluyor, kartları kapatılıyor, örneğin bir hakimin çığlığı vardı; hakim eşi de içerde, çocukları var, nasıl yaşayacak bu insanlar, nasıl beslenecekler? Bu pervasızca, yaşam hakkı tanımayan bir el koyma üstelik. Ve hiçbir mantığı yok. Bunlar mal varlıklarıyla mı tankları ateşlediler, darbe girişimini yaptılar?
Bir de bu çerçevede bir olay daha yaşandı, bu yapıyla hiçbir bağlantısı olmayan Ermeni bir doktorun tüp bebek merkezi vardı, bu doktorun yüzde 61 civarında bir hissesi var, muhtemelen ortaklardan bir tanesi bahane edilerek İstanbul Tüp Bebek Merkezi'ne el konuldu. Bütün paraları alındı, oradaki embriyolar da başka bir yere sevk edildi. Sadece bu değil, birçok hastaneye de el konuldu. Bu açıdan nasıl bakarsın ?
Aslında sağlık ve eğitimde bu el koymalar sonucu çok büyük darbeler var. Bir sağlık merkezi orası, insanların sağlık hakkı, insanların mahremiyeti. Bu bilgiler, kayıtlar kimin eline düştü? Biz bir hastamızı başka bir hekime danışırken bile hastamıza sorarak danışıyoruz. Siz alıyorsunuz bütün o mahrem bilgileri başka bir yere götürüyorsunuz, dolayısıyla insanların özel hayatlarını, mahremiyetlerini ihlal etmiş oluyorsunuz. Ayrıca kapattığınız her yerde bu insanlar çalışıyor, hiç bu olayla ilgisi olmayan insanları bir anda işsiz bırakıyorsunuz. Bu eğitim alanında da öyle, çok sayıda üniversite kapatıldı, okul kapatıldı. Ya orada çalışanlar, peki oranın öğrencileri? Ne yapacaksınız? Bunların her biri, sonrasında Türkiye için ağır hak ihlalleri olarak uluslararası arenada karşına çıkacak. Dolayısıyla çok ağır bedeller ödeyecek Türkiye halkları. Hükümet, cumhurbaşkanı bugün var yarın yok. Herhalde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önümüzdeki 10 yıl Türkiye ile uğraşacak.
Peki itiraz hakkı bakımından mağdurların şu an yapabileceği bir şey var mı?
Şu aşamada insanlar tabii çok kaygılılar. Olabildiğince sesiz kalmayı tercih ediyorlar, düşük bir profil çizerek ‘Dikkat çekmeyeyim, aman ben uzak durayım bundan, başıma daha fazlası gelmesin’ diye düşünüyorlar ama bundan daha fazla ne gelsin ki insanların başlarına? Tabii ki itiraz hakları var insanların. İtiraz hakkı kaldırılabilir bir şey değil. Şu an itibariyle yürütmeyi durdurma kararı çıkmayabilir idare mahkemelerinden. Ama davanın görülmesini engelleyen bir şey yok. İtiraz edildiğinde, idareyi ilgilendiren konularda idarede, cezayı ilgilendirenlerde cezada, bütün diğer özel hukuk sistemlerinde özel hukuk alanlarında bu davalar görülebilir. Kaldı ki iç hukuk bu konuda yetersiz kaldığında, uluslararası hukuk mekanizmaları devreye girer. AİHM’e başvuru yapmak için hiçbir engel yok. Ayrıca acil durumlarda tedbir kararı için başvuru yapmak da mümkün.
İdam cezası ile ilgili çelişkili mesajlar veriliyor ama bunların konuşulur hale gelmesi ne gösteriyor bize?
İdam cezası değişik dönemlerde değişik süreçlerde dillendirilmiştir. Örneğin Öcalan’la ilgili ‘İdam edilsin’ çığlığı atanların en büyük argümanlarından biri ‘bebek katili’ şeklindeydi. Hepimiz sonradan öğrendik ki o bebek katili aslında PKK üniforması giyinmiş askermiş. Kendi halkını katletmiş, bunu PKK yapmış gibi göstermiş. Şimdi biz Öcalan’ı sadece bu nedenden dolayı assaydık geriye dönüp ne diyecektik? Kimden özür dileyeceksin? Dileyebildiler mi Mendereslerden, Zorlulardan? Geriye dönüşü olmayan ve tamamen intikama dayalı bir cezayı tartışıyor olmak çok zarar veriyor bu topluma. Ve toplumda bu tartışılabilir bir konuymuş algısı yaratılıyor. Tartışılamaz. ‘Bazı ülkelerde varmış’... Onlarda var olması, o ülkelerin utanç duymasına engel değil. İran’da yaşananları hepimiz biliyoruz, sokak ortasında insanları asıyorlar. Bütün muhaliflerini katletmediler mi? Böyle bir sistem mi kuracağız? Ama ne yazık ki topluma bu bilerek ve isteyerek tartıştırılıyor. Bu, herkesi sessiz kalmaya zorlayan bir durumdur. Dolayısıyla çok tehlikelidir. Bütün baskılar muhalefet edebilme olanağını ortadan kaldırıyor.
Darbeyi püskürttük bu iyi bir şey, fakat içinde bulunduğumuz koşullar ile darbenin yaratacağı koşulları düşünürsek, darbeyle aslında hesaplaşıyor muyuz?
Darbelerle hesaplaşmanın yolu daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlüktür. Biz tam tersine bütün demokratik değerlerin ötesinde, idamı işkenceyi tartışır, her gün bir özgürlüğü ortadan kaldırır durma geldik. Her gün bir gazeteci gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Bunları cezaevlerine doldurmak ancak darbelerde görülen bir yöntemdir.
Oysa siz demokratik bir ortam yaratmayı vaat ediyorsanız, bunlarla onların ortamında başa çıkmak zorundasınız. Onların aslında gerçeği söylemediğini, onların doğru yaklaşımlarının olmadığını siz de kendi argümanlarınızla destekler durumda olmalısınız. Bizde tam tersi oldu. Evet darbe olsaydı çok korkunç şeyler olacaktı, darbeleri yaşamış bir insan olarak tahayyül bile etmek istemiyorum. Darbe olmadı ama OHAL’de de benzer şeyler yaşıyoruz. Türkiye zaten hiçbir zaman darbe ortamından çıkamadı ki. Hani bir ara bir umut oldu ‘barış süreci’ ile hep beraber daha demokratik, daha paylaşmacı bir ortam yaratabilir duygusu yaşadık. Ama sonrasında bütün eski teamüllere geri dönüldü.
Darbenin püskürtülmesinden sonra çok kısa bir süre ‘Kürt meselesinde bir adım olur mu?’ diye bir soru işareti oluştu ama son zamanlarda gördüklerimiz çerçevesinde yeni bir Kürt açılımı ihtimali gözükmüyor gibi.
Tabii ülkelerde politikalar her an değişebilir ve farklılıklar ortaya çıkabilir. Bizim nerede durduğumuz ve nasıl bir mücadele hattı çizdiğimizle de ilişkili. O yüzden ‘Böyle oldu hiç umudumuz yok’ anlamına gelmesin söylediklerim. Özelikle HDP’nin başından beri dışlanıyor olması çok riskli bir tablo. Tabii bir barış ve müzakere süreci işletilecekmiş gibi görünmüyor, yakın bir zamanda en azından. Bir anda değişir konjonktüre göre, uluslararası ilişkilere göre belirleniyor bunlar. Özellikle de Suriye’de yaşananlar belirleyici. Suriye ve Kürt meselemiz çok yakından ilişkili diye düşünüyorum ben kişisel olarak, bu konuda çok deneyimli olmasam da. Dolayısıyla yakın zamanda çözülmeyecek gibi gözüken ve darbe sonrası müzakere şansını ortadan kaldıran tablo, aslında çok uzun bir süredir devam eden bir tablonun gene değişmeden sürdürülmesi anlamına geliyor. Bütün gazeteler kapatılıyor, web siteleri engelleniyor, gazeteciler gözaltına alınıyor sürekli, tutuklanıyorlar. İşte ‘FETÖ’cüler yaptı’ dedikleri bir dönemki yaygın tutuklamalar gene aynı şekilde devam ediyor. Kayyum atama; halkın seçtiği belediye yönetimlerini ortadan kaldırıp dışarıdan oralara yönetici getirilmesi, zaten nasıl bir tablo olduğunu gösteriyor aslında. Yani Kürt iradesini hiçbir şekilde kabul etmeyecek gibi görünüyorlar. Oysa birlikte yaşadığımız Kürt iradesi çok önemli. Bize çok şey öğretti. Bütün bu yaşadıkları, kimliklerini kanıtlama süreci. Biz biliyoruz bugün İbrahim Tatlıses’in zamanında aparıp söylediği türkülerin aslında Kürt türküleri olduğunu. Dolayısıyla bunların hepsi adım atılmasını ilerleten unsurlar, mutlaka devam edecek. Çünkü toplum ileri doğru ivme gösterir.
Milliyetçi söylemin de arttığı bir dönem bir yandan.
Şu son Ermeni okulunun duvarına yazılan ırkçı nefret söylemini de hatırlarsak, bu dönemde şöyle bir şey de var: sadece Kürtlere yönelik değil, bütün bu topraklarda yaşayan insanlara yönelik saldırganlık hakim. O elli yıl içinde daha da sağlamlaştırdılar aslında nefret davranışını, ötekileştirme davranışını. Kendilerinden olmayanı yok sayma, aşağılama ve sindirme davranışını... Bu dönemde de devam ediyor. Bizim memleketimizde en büyük küfürlerden birisi, ‘Ermeni piçi, Ermeni dölü..’ Yani anlaşılır gibi değil, birlikte yaşadığın insanlar bunlar… Aynı sokakta yaşadığın insanlar. Sonra Bosna ve Sırbistan arasında gerçekleşen katliamı tartıştığımızda ve benzerlikler kurduğumuzda ‘yok artık’ falan diyorlar. Hiç farkı yok; çünkü orada da kapı komşusu, hatta gelini oğlu, birbirini katletti, birbirlerine ağza alınmaz sözcükler sarf etti, katletmese bile. Burada da aynı şeyi yapıyoruz: bizim kapı komşumuz, ailemizin bir parçası insanları, yok sayıyoruz, aşağılıyoruz, korkutup sindiriyoruz ve bu davranışı da değiştirmiyoruz. Hâlâ aynı küfürler devam ediyor. Demek ki, Kürt illerinde duvarlara yazılanlarla burada İstanbul'un göbeğinde bir kilisenin duvarına yazılanlar arasında bir fark yok aslında. Yazanlar aynı insanlar, aynı mantıkta insanlar. Bu 50 yıl nefret suçlarını pekiştirmiş demek ki.
Bir yandan da Gülen yapısını anlamak üzere televizyonlarda programlar yapılıyor. Bir tanesinde, itirafçı değil de analist olduğunu söyleyenler Gülen yapısının Yahudilikle, Kabalacılıkla ilgisi olduğuna, neredeyse Vatikan projesi olduğuna varan laflar ettiler. Bir taraftan kilise duvarlarına yazılan yazılar var, bir taraftan 7 Ağustos'taki büyük mitingde haçlılar, kafirler gibi sözler dolanmaktaydı.
O mitingde o kadar insan var. İnsan birazcık utanır, mahcubiyet duyar. Haham, papaz var. Üstelik gelmişsin, topraklarına el koymuşsun.
Bir yandan da Gülen yapısına mensup NBA'da basketbol oynamış biri ailesini reddetmiş. ‘Benim ailem zaten Pakradun’ diyor. Kripto Pakraduni, zaten Gülen'in de sık sık kullandığı bir suçlamaydı. Pakraduniler ise eski bir Ermeni Hanedanı, bin yıllar öncesinden bahsediyoruz. Bu eski Ermeni Hanedanlığı'nın hâlâ Türkiye'yi karıştırmaya çalıştığı gibi bir suçlama. Gülen cephesinde de durum farklı değil.
Çünkü, bizim asıl referansımız, aslında bizden farklı olduğunu düşündüğümüz insanları yok saymaya ve onları aşağılamaya dönük. Çünkü, faşizm var, çok açık bu. Bu bir faşist dönem. Uzun zamandır ağır bir faşizmden geçiyor Türkiye. Almanya faşizmden, İspanya Franko faşizminden bir farkı yok aslında. Oradakilere baktığımızda, insanların yakasına taktıklarıyla damgalanmış olması ile bütün bu yakma, sabunlaştırma, gaz odalarında katletme davranışları birbirinden farklı şeyler değil, hiçbir zaman olmadı maalesef. Dolayısıyla bir sürü komplo teorisi oluşturulacak bu arada. Onları ilişkilendirmeye çalışacaklar ki bu insanların lanetli oldukları toplum tarafından kabul edilsin.
‘Bunlar Türk olamaz, Müslüman olamaz’ düşüncesi var. Yani, bir türlü yüzleşmemeyle ilgili bir problem, ben öyle görüyorum. Bu kötülüğün, bizim topraklarımızdan çıktığını kabul edememe ve bununla yüzleşmeme gibi bir mesele var.
Bu topraklardan neler çıktı. Maymunları asan bir tane adam vardı.
Osmanlı Dönemi'nden bahsediyorsun.
Vezir maymunları asıyor. O vezir aynı zamanda giysileri belli olsunlar ve aşağılansınlar diye Ermeni ve Yahudilerin kırmızı, siyah giymelerinin mimarlarından. Korkunç bir şey. Bu topraklar hep böyle durumlarla karşı karşıya kaldı zaten. Biraz sesini çıkartanlar meydanlarda asıldı tarih boyunca. Dolayısıyla, Ermenilerle, Rumlarla, Yahudilerle ilişkilendirildiler. O topraklara el koymuş bir halktan bahsediyoruz, kendini meşrulaştırmanın başka yolu yok.