Alabildiğine garip, alabildiğine dokunaklı...

BANU YILDIRAN GENÇ 

Okurları bu yazıyı okumadan önce kitabın konusundan bahsettiğime, güncel terimle ‘spoiler’ verdiğime dair uyarmak isterim. Romanın farklılığını ve güzelliğini olay örgüsünden bahsetmeden anlatmak pek mümkün değildi. ‘Kibritleri Çok Seven Küçük Kız’, Kanadalı yazar Gaétan Soucy’nin 1998 yılında yayımlanan ve çok ses getiren romanı. Gerek farklı konusu, gerek bu konuyu işlerken zaman zaman uydurulan kelimelerle oluşturduğu dili, gerekse olay örgüsünü ilmek ilmek incelikle kurma başarısıyla bitirdikten sonra bile uzun süre etkisinden kurtulamadığım bir roman oldu ‘Kibritleri Çok Seven Küçük Kız’.

Asıl çatışma

Roman ıssız bir ormanın içinde yaşayan iki kardeşin babalarının ölümüyle başlar. Oldukça korkulan despot babayı çekinerek uyandırmaya çalışan kardeşlerden korkak olanı odaya titreyerek girer ve babanın kendini asarak intihar ettiğini keşfeder. Romanda hiçbir olay net bir biçimde açıklanmamaktadır, babanın intiharını “Neticede, sarıp sarmalayacağımız babayı aşağı indirip dünya âlemdeki evimizin mutfağındaki masanın üzerine koymak üzere harekete geçtik. Bu pek kolay olmadı, özellikle onu asılı olduğu yerden indirmek gerekince” cümlesinden anlıyoruz. Kural koyucu, kural uygulayıcı baba olmadan çocukların hayatlarına nasıl devam edecekleri romanın asıl çatışmasını oluşturuyor.

Olanları yazdığını söyleyen, hatta okuyucuları düşünerek sık sık açıklamalar yapan kardeş, daha olgun ve daha becerikli olanı. Anladığımız kadarıyla baba günlük tutar gibi her gün yaşanılanları kaydetmeleri için kardeşleri görevlendirmiştir, daha iyi “yazıcı” olan kardeş de yaşadıklarını babanın yaşadığı dönemdeki gibi yazarak bizi bilgilendirir. Yaşadıkları ortamı da uzun uzun gözümüzün önünde canlandırmaya çalışır, babanın garip ritüellerinden, evde geçen zamandan bahsederken bazı detayları atlayıp “bundan daha sonra bahsedeceğim” diyerek kendince bir kurgu yaptığını da anlarız.

‘Kasmaca babamda da vardı’

En başta anladığımız kadarıyla iki oğlan kardeş ve baba kimseyle görüşmeden yaşamaktadır. Baba sık sık çocukları dövmektedir ama geçmişte -baba Uzakdoğu’da görev almış bir misyonerdir- onlarla daha çok ilgilendiği, resimli kitaplar hazırladığı, okumaları ve bilgilenmeleri için elinden geleni yaptığı da sezdirilir. Anlatıcının sık sık başına bir iş geldiği ve “taşaklarını kaybettiğini” söylemesi okurda bir şüphe uyandırsa da, cenaze için bir tabut bulmak üzere kasabaya indiğinde taşkınlık yapıp belediye başkanının huzuruna çıkarılana kadar şüphelerimizi doğrulayacak bir cümleye rastlayamayız. Orada geçirdiği sara krizinin adını dahi bilmeyen, durumuna “Kasmaca, babamda da vardı” diyen anlatıcının oldukça güzel bir genç kız olduğu onu daha önce de görmüş maden müfettişinin cümleleri sayesinde öğrenilir.

Kasabada müffetişe karşı uyanan vahşi cinselliği bir yandan, babasının çok zengin bir maden yatakları sahibi olduğunu öğrenmesi bir yandan, anlatıcı neredeyse kaçarak evine geri döner. Dilbilgisi kurallarına son derece hakim olduğunu söyleyen anlatıcı, müfettişin kişi zamirini karıştırıp ona dişil zamirle seslenmesine bozulmuş, kafası karışmıştır. Oysa sayfalar ilerledikçe garip yaşantıları iyice gözler önüne serilir. Birinci bölümün sonunda anlatıcının cinsiyet meselesi çözülür hatta “Kardeş yamacıma sokulur, gülmekten patlayacak gibi olurdu, kardeşimin tek bildiği ya gülmek ya zırlamak ya da üstümde gidip gelmek.” cümlesiyle yazar ensestten hiç bahsetmeden bir sırrı daha sezdirmiştir.

Babalarının onları topraktan yoğurup canlandırdığını sanan kardeşlerin toplamda gördükleri insan sayısı dörttür, bu nedenle anlatıcı insanları “benzerler” diye niteler, kasabada gördüğü çocuğa “yarım”, tüm kadınlara da “kutsal bakire ya da orospu” diye seslenir. Gündelik hayatla, insanlarla ilgili bilgileri bu kadar kötü olmasına rağmen Spinoza’nın Etik’ini okumuşlardır, hatta anlatıcı-yazıcı cümlelerinde sık sık Hamlet’e, Pascal’a atıflarda bulunur, bayağı eski kelimeler ve kitabî cümleler kullanır. Bir süre sonra aydınlanan bir giz de yaşadıkları yer hakkındadır, okuyuca ilk başta sefil bir köy evi gibi tanıtılan mutfak, odalar, asıl binaya sonradan eklenmiş yapılardır. Asıl bina dans salonu, heykel galerisi, kütüphanesi olan koca bir malikânedir.

Pandora’nın kutusu

Kitabın ikinci bölümü ilk bölüme göre daha hızlı ilerler, artık Pandora’nın kutusu açılmıştır. Babanın geceleri ağlaya ağlaya ziyaret ettiği Adil Ceza, tozlarını özene bezene aldığı cam sandık gibi sırlar bir bir aydınlanır. Mutlu bir yaşamları varken küçük bir dikkatsizlikle dağılan bu ailenin geçmişini öğrendikçe en başta nefret edilen despot baba figürü bambaşka bir yere doğru evrilir.

Gaétan Soucy’nin bunu okura karışmadan hissettirmesi anlatım gücünü örneklemekte. Yazar kurguyu o kadar dikkatli bir biçimde yapmış ki romanda var olan birçok sırrı tek tek, hiç acele etmeden neredeyse son bölüme dek yavaş yavaş açıyor. Sonda ise tek bir gizemli cümle kalmıyor ki açıklanmamış olsun, ailenin geçmişinden bugüne yaşadıkları her şeyi tatmin edici bir biçimde öğreniliyor.

Müfettişin, babanın ölümü üzerine işlerin karışacağını anlayıp kurtaracağına söz verdiği genç kızın cinsel hamlelerinden neredeyse kaçarcasına uzaklaşmasının sırrı beni en çok etkileyenlerden biri oldu diyebilirim. Romanın son derece olgun, aklı başında kararlar verebilen yegâne kadın karakteri yazarken arada neden “ayy” ünlemini kullandığını da bu sırla beraber açıklayacaktır.

Böylelikle hiçbir şey bilmedikleri bir dünyada birbirini keşfeden iki kardeşin yaşadıklarına daha da empatiyle yaklaşır okur. Kibritleri Çok Seven Küçük Kız, aslında tam bir kadın romanı diyebilirim çünkü yazar Gaétan Soucy roman boyunca babanın ve erkek kardeşin acımasızlıklarını anlatırken doğayla barış içinde, uyumlu, akıllı biri olarak tasvir etmekte genç kızı. Romanda erkekler gerçekte de olduğu gibi yakıp yıkmakta, her şeye zarar vermektedirler, aklı başında olan, zarar vermekten korkan, doğada hayvan ve bitkilerle bir arada yaşayabilecek olan kadındır. Bu nedenle romanın belirsiz sonu, kadına, kadının barışçıllığına, uyumuna, doğurganlığa bir övgüdür. Artık adını öğrendiğimiz genç kız arkasında bir yıkıntı bıraksa da karnındaki bebeğin varlığıyla güçlenmiş, onunla yeni bir yaşama başlayacak kararlılıktadır.

Romanın dili

Olay örgüsünün dışında romanın dilinden de mutlaka bahsetmek gerekiyor. Roman anlatıcının yaşadıklarını yazmasıyla oluşuyor, eski kitaplardan okuma yazma öğrenen ve onlarla yaşayan anlatıcının dili tam da buna göre belirlenmiş. “Bir gün, yemek yemenin uygun olmadığı bir saatte, kardeşimi parmağını salatalık turşusu kavanozuna daldırırken yakalayınca, tokacı kaptığı gibi, adı böyle, öyle bir indirdi ki, kardeş üç gün yataklık olup onu gelecekteki naaşını giyinmiş olarak dünyaya getiren bahtına ilenip durdu.” Bu gibi cümlelerden, uydurulmuş sözcüklerden, başka eserlere, tarihi olaylara yapılmış atıflardan söz ederken çeviriye değinmeden olmaz. Aysel Bora bu farklı kitabı son derece usta bir biçimde çevirmiş, gerektiğinde dipnotlarla okuru aydınlatmış, uydurulan kelimelere ya da kelime oyunlarına en uygun karşılıkları bulmuş.

Okurken ayrı, okuduktan sonra üzerine düşünürken ayrı etkileyen bir roman yazmış Gaétan Soucy. Bu derece detaylı bir kurguyu ince bir dille işlemiş, okuyanı derinden etkileyecek bir konuyu son derece tarafsızca vermiş. 2013’te genç bir yaşta vefat eden yazarın diğer kitaplarını da yayımlayan Can Yayınları neyse ki bizi bu önemli romanla da kavuşturdu. 

Kibritleri Çok Seven Küçük Kız
Gaétan Soucy
Çeviri: Aysel Bora
Can Yayınları
152 sayfa.