Bu isyan, basın ve siyasi elit tarafından yıllardır dikkatle yönlendirilip alevlendiriliyordu. Güya zalim Brüksel politikalarıyla Birleşik Krallık’a dayatılan, özellikle de AB’den gelen göçmen yükü 10 yıldır büyük bir sorun teşkil ediyordu. Göçün İngilizlerin işlerini ve kaynaklarını sömürdüğünü iddia eden bildik görüş, Birleşik Krallık’ın en yüksek tirajlı gazeteleri tarafından pompalanıyor, bazen solcular da dahil olmak üzere bütün politikacılar tarafından alevlendiriliyordu.
İngiliz halkının çoğunluğunun AB’den ayrılmaya karar verdiği oylamanın üzerinden bir hafta geçti. AB üyeliği referandumu, uzun zamandır AB demokrasisi ve göçe öfkeli olan halka verilen halkçı bir vaat olarak başlamıştı. Şimdi apaçık görülüyor ki hem ayrılmak hem de kalmak için yürütülen kampanyalar parti liderliği için verilen bir dizi mücadeleye dönüştü ve trajik bir şekilde, İngilizlerin istediği şartlarda hızlı bir çıkış yapmak için sarf edilen hatalı çabaları da beraberinde getirdi.
İster sıradan bir işçi ister de kampanyalarda yer almış üst düzey bir siyasetçi olsun, kalmak veya ayrılmak için oy veren hiçbir seçmen Brexit’in tetiklediği ayrılığı öngörmemişti. Birleşik Krallık haritasına bakınca görülüyor ki oylama İskoçya ve Kuzey İrlanda’nın bağlarını kopardı ve Londra’yı da ayrılmayı isteyenlerin oluşturduğu bir denizde birkaç adacıkla birlikte kalmayı destekleyen bir şehir devleti haline getirdi.
Solun yorumu
Sol eğilimli yorumcular, yüzde 52’lik Brexit başarısını elitlere yönelik bir tür halk isyanı olarak tanımlıyor; işçilerin ağırlığı lehine geleneksel siyasetin reddi. Geçen perşembe yapılan oylamaya katılım oranı hayli yüksekti; yüzde 72 katılım, 1992’den beri görülen en yüksek oran. Metropol kalmak için oy vermiş olsa da suiistimal edilmiş ve yetersiz mali destek almış olan bölgeler statükoyu reddetti.
Ne var ki bu isyan, basın ve siyasi elit tarafından yıllardır dikkatle yönlendirilip alevlendiriliyordu. Güya zalim Brüksel politikalarıyla Birleşik Krallık’a dayatılan, özellikle de AB’den gelen göçmen yükü 10 yıldır büyük bir sorun teşkil ediyordu. Göçün İngilizlerin işlerini ve kaynaklarını sömürdüğünü iddia eden bildik görüş, Birleşik Krallık’ın en yüksek tirajlı gazeteleri tarafından pompalanıyor, bazen solcular da dahil olmak üzere bütün politikacılar tarafından alevlendiriliyordu.
Yerel dükkanların İngilizlerden –yarısı Birleşik Krallık’ta doğmuş olan- Pakistanlı bir aileye veya birkaç Polonyalı AB vatandaşına geçmesi, birçok insan için ekonomik çöküşün habercisiydi. Birçok insan için artan göçmen işçi sayısıyla kanıtlanan ekonomik yıkım da AB’nin suçuydu.
AB’nin demokratik bir yapı olmadığına şüphe yok. Fakat demokrasi kavramı, yüzde 4 gibi az bir farkın ülkeyi yalnızca ulusal ve bölgesel değil, aynı zamanda yaş ve etnik köken temelli bir bölünmeye götürdüğü bir ortamda zaten sorgulanabilir hale geliyor. Siyahiler yüzde 73, Asyalılar da yüzde 67 oranında kalma oyu vermişken, beyazların yüzde 53’ü ayrılma yönünde oy verdi. 18-25 yaş arası gençlerin yüzde 75’i kalma oyu verirken, 65 yaş üstü olanların yüzde 61’i ayrılma oyu verdi.
AB reformu yapmanın vakti çoktan geçti. AB yalnızca neoliberal kapitalist eliti, özellikle de beklemede olan Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşması gibi ticari anlaşmaları olanları güçlendiriyor. AB vatandaşı olmayanlara aşırı ve keyfi bir sınır kontrolü uyguluyor. Birlik ve enternasyonalizmin sembolü olarak, Yunanistan gibi güney Avrupa ülkelerinin mücadelelerini görmezden gelip çok uluslu şirketleri zenginleştirmekle meşgul olan yabancı düşmanı liderlerin elinde olmaya devam ediyor.
Asıl hedef
AB’den ayrılmak için yürütülen kampanyanın sloganı “Ülkemizi geri istiyoruz” idi. Bu öfkenin büyük bir kısmı açıkça AB’ye yönelikti ama esas hedef Avrupa Ortak Pazarı’nın gerektirdiği açık sınır politikalarıydı. Ayrılma oyu veren ve bunun için kampanya yürütenler, Birleşik Krallık’ın durumunu gayet iyi teşhis etmişti: Zengin-fakir ayrımı arasında uzanan başarısızlığa uğramış bir ekonomi.
Teşhisleri doğruydu, ama sebebi ve çareyi yanlış yerde arıyorlardı. Margaret Thatcher politikalarıyla tetiklenen ve 2007’de başlayan küresel durgunlukla dibi gören ve dağılmakta olan İngiltere ekonomisi, nihayetinde AB politikaları ve sözde ölçüsüz göç yüzünden değil, neredeyse 10 yıldır süren bir kemer sıkma politikasıyla yerle bir oldu.
2010’dan beri peş peşe gelen muhafazakâr hükümetler, yoksul ve bölünmüş kesimleri alt üstü etti ve İngiliz refah devletini sekteye uğrattı. Doktorlarının yüzde 26’sı Birleşik Krallık vatandaşı olmayan Ulusal Sağlık Hizmetleri’ni toplu göç değil, yetersiz mali destek mahvetti. Acımasız kesintiler, toplu konut yokluğuna ve düşük eğitim standartlarına yol açtı.
Halk desteği alma mücadelesi, temelde göçle ilgili bir savaşa dönüştü; bu mücadele, muhafazakâr partinin lideri olmak isteyen siyasetçiler arasındaydı. Başbakan David Cameron, siyaset tarihindeki yerini sağlamlaştırma yolları ararken, eski Londra Belediye Başkanı Boris Johnson partinin kontrolünü ele geçirme mücadelesi verdi.
Elit karşıtı bir isyan olarak resmedilen bu elitler savaşı, ırkçılığın meşrulaşmasına yol açtı. Elbette ayrılma yönünde oy veren herkes ırkçı değil. Birçoğunun AB’ye yönelik haklı şikayetleri ve eleştirileri var. Fakat ırkçılıkları bir zamanlar onlara ‘göç herkesin yararına’ diyen bir toplum tarafından engellenenler şimdi Wallsall’da helal kesim yapan kasaplara Molotof kokteyli atmak, Hammersmith’teki Polonyalı topluluk merkezlerinin duvarlarını yazılamak, Lewisham’daki İspanyol ve Türk lokantalarının camlarını kırmak ve hatta Birstall’de AB yanlısı bir milletvekilini öldürmek üzere etrafa dağıldılar.
Göz ardı edilen
Ulusu ve AB’yi manipüle edebileceğini düşünen Brexit kampanyacıları, AB’den çıkış sürecinin bizim denetimizde olacağını vaat ettiler. Almanya ve Fransa yönetimindeki bir AB’nin İngiltere’nin hem Ortak Pazar’da kalıp hem de kendi göç denetimini yapmasına izin vermesi pek muhtemel değil. Brexit için kampanya yürütenler, İngiltere’nin kıtanın ucunda ekonomik ve siyasi olarak zor durumda kalması ihtimalini göz ardı ettiler.
Benzer şekilde, Brexit taraftarları ‘İngiltere’yi yeniden İngiliz’ yapma mücadelelerinde İskoçya ve Kuzey İrlanda’yı unutma gafletine düştüler. Şimdi bağımsızlık umutları iki ulusta da yeniden yükseldi ve ülkesini ‘geri almak’ isteyenleri bölünme tehdidiyle karşı karşıya bıraktı. Halk desteği kazanmaya ve siyaset tarihinde yer edinmeye çalışan siyasetçiler İngiltere’yi bilinmezliğe sürükledi. Birçok insanın ikinci bir referandum istediği İngiltere’nin iki yıl içinde ne halde olacağını şimdiden kestirmek bile güç.