Özgür Mumcu: İnsanlığın dünyayı yok edecek bir potansiyele ulaşmış olması müthiş utanılacak bir şey. Aynı zamanda sonsuz bir ahmaklık. Hem de ne uğruna… Koskoca bir insanlık tarihinin kısacık bir diliminde bazılarının çıkarları diğerlerininkini tuş etsin diye.
Birgün ve Radikal’den sonra Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan hukukçu, akademisyen Özgür Mumcu’nun ilk romanı ‘Barış Makinesi’, okurlarıyla buluştu. Mumcu’nun köşe yazılarındaki hafif müstehzi, ironik mizah barındıran tarzını ilk sayfalardan hissettiren kitap, bir tarihi polisiye. Birinci Dünya Savaşı öncesi, 1900’lü yılların başında geçen roman Manisa, İstanbul, Paris, Belgrad dörtgeninde, dünyaya barış getirecek bir makinenin icat sürecini anlatıyor. Üstelik metaforik değil, somut, elektromanyetik ve fizik kurallarıyla tasarlanmış bir makine. Birinci Dünya Savaşı’na yol açan Belgrad’daki saray darbesi gibi yaşanmış birtakım tarihi olaylar, çözülmesi gereken faili meçhul cinayetler, hafiyelik gerektiren hikâyelerle zenginleştirilmiş romanı, yazarı Özgür Mumcu ile konuştuk.
Bir roman ya da kurgu ürünü bir şeyler yazma fikri ne zaman, nasıl gelişti?
Uzunca bir süredir bir hikâye anlatma fikrim vardı. Ancak kendi açımdan doğru zamanı bekliyordum. Belli bir fikrin olgunlaşması ve cesaret toplama süreci gerekiyor. Sonra bir gün içeriden bir ses vakit tamamdır diyor galiba. Yavaş yavaş önce hikâye sonra karakterler belirmeye başlıyor. Daha sonra o karakterler, artık bizi bir araya getir diyerek rahatsızlık vermeye başlıyor ve yazı başına oturuyorsunuz. Bunun dışında April Yayıncılık’ın genel yayın yönetmeni Egemen İpek’in cesaretlendirmesinin ve inancının da büyük payı olduğunu söylemeliyim.
Akademisyenlik, gazetecilik, roman yazarlığı aslında birbirinin içinde gibi görünen, farklı disiplinler. Hangisi daha keyifli?
Hepsinin keyfi ayrı. Gerçi bu üç yazma serüvenini biraz birbirlerinden uzak tutmaya çalışıyorum. Birbirlerini kötü etkileme ihtimalleri var. Bu sebeple, mesela akademik yazının araştırmacılık kısmından ya da köşe yazarlığının anlaşılır olma zorunluluğundan, romana uyabildikleri sürece faydalandım. Ancak, bu iki yazma tarzının romana didaktiklik, kuruluk ya da kestirmecilik olarak sirayet etmemesi için de birbirleriyle ilişkilerini elimden geldiğince kestim.
Romanın gerçek olaylarla bağlantısından söz etmişsiniz bir röportajınızda. Daha mı kolay salt kurgu yazmaktan?
Aslında bu roman da salt kurgu. Gerçek olayları, tarihi arka planın inandırıcılığı ve zamanın ruhunu daha iyi verebilmek için kullandım. O dönemki bir sirk çalışanının, fil Jumbo’dan bahsetmesi yüksek ihtimal mesela. Ya da bir başkasının zeplini ilk defa görüp bunun ilerideki muhtemel etkileri hakkında yorum yapması. Sırbistan’daki saray darbesini ise iki dünya savaşına giden süreci hızlandıran sembolik bir başlangıç noktası olarak değerlendirdiğim için romana aldım. Bir barış makinesinin, savaşları başlatan hadisenin etrafında icat edilmeye çalışılmasının anlatmak istediğim hikâyeyi daha çok netleştireceğini düşündüm.
Tarih, fizik, etimoloji, din gibi birçok alanda ciddi manada teorik bilgi isteyen bir kitap olmuş. Sizde birikenleri mi bir araya getirdiniz, kitapta yer vermek adına araştırdığınız bir alan oldu mu?
Okura verimli ve heyecanlı bir metin sunmak için birçok alandan gelen bilgilerin damıtılması gerekiyor bence. Yani yazılan her sayfanın ardında okunmuş yüzlerce binlerce sayfanın olması gerek. Bu kendine, okura ve metne saygının bir neticesi. Önemli bir kısmı bende birikmişti. Bir kısmını ise yazarken araştırdım. İşin teknik kısmı ile Sırbistan’ın o dönemki tarihini ise özel olarak araştırdım, daha evvel pek bildiğim alanlar değildi. Bir de tarihi tutarlılık için bazı ayrıntılara bakmam gerekti. Her ne kadar kitapta bazı fantastik öğeler olsa da, mesela İstanbul’da o dönemde nerede mezbaha vardı ya da Paris’te ilk telefon bağlanan otel hangisiydi diye biraz sağa sola bakıp araştırdım.
Kitabın böyle bir döneme denk gelmesi tesadüf mü? İhtiyaca binaen diyebilir miyiz?
Çok emin değilim. Demek ki şartlar beni barış konusunda kafa yormaya yönlendirmiş. Yani herkesin ihtiyacı var mı yok mu, bilmiyorum ama benim barış fikrinden etraflıca bahsetmeye ihtiyacım varmış.
Barıştan bahseden herkesin stigmatize edildiği bir zaman diliminde, kitabın isminden dolayı tereddüt yaşadınız mı?
Hiç tereddüt yaşamadım. Bir an bile barışın sanki kirli bir kavrammış gibi tepki göreceği aklıma gelmedi. Ancak bu soruyu ilk soran siz değilsiniz. Demek ki memleket olarak aklımızı hepten yitirmeye başladık ki, barış bile çekinilecek bir şeye dönüşmeye başlamış. Dünyanın en güzel kelimelerinden biri barış, ondan bahsedenleri stigmatize edenlerin insanlığa düşman olduklarını düşünüyorum.
Makineli ya da makinesiz, bir barış mümkün mü bundan sonrasında?
Barış her zaman mümkündür. İnsanlık dünyayı defalarca yok edecek nükleer silahlar geliştirdi. Savaşın gidebileceği son nokta bu. Dünyanın tamamen yok olması. İnsanlığın dünyayı yok edecek bir potansiyele ulaşmış olması müthiş utanılacak bir şey. Aynı zamanda sonsuz bir ahmaklık. Hem de ne uğruna... Koskoca bir insanlık tarihinin kısacık bir diliminde bazılarının çıkarları diğerlerininkini tuş etsin diye. Türkiye özelinde konuşacak olursak, bence her şeye rağmen barış mümkün. En azından barış için çabalamak mümkün. İç savaşlar bir anda her yeri kaplayabilme özelliğine sahip. Hem de çok kısa zamanda. Çıldırmamış herkesin elinden geldiğince bunu önlemek için gayret göstermesi gerek.
Radikal’in matbudan dijitale geçişi, kapanması, bağımsız birçok medya organının ayakta durmak için yaşadığı zorluklar… Nereye doğru gider sizce? Medyaya ve medya mensuplarına uygulanmaya çalışılan sansür ya da diğer birtakım baskılar; roman yazarlığı yapmak istemenize yol açmış olabilir mi?
Medya iyi bir yere gitmiyor. İnternet, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yazılı medyayı çok fena vurdu. Bir de ülkemizde otoriter rejimlere özgü Putinvari bir medya sistemi yerleştirildi. Kamuoyunu manipüle etmek ve rıza üretmek için kurulmuş bu düzende, özgür medya devasa bir bataklıkta bir iki yaşanabilir ada gibi. Sansür ve zorluklar var. Ancak roman yazmaya bu sebeple karar vermedim. ‘Barış Makinesi’, uzun süredir aklımda olan bir fikrin hayata geçmesi.
Bu gidişat genç gazetecilere neler vaat ediyor?
“Kan, ter ve gözyaşı.”