35. İstanbul Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde gösterilen, Ahu Öztürk’ün yönettiği ‘Toz Bezi’ adlı filmi, iki gündelikçi kadının hikâyesine odaklanarak, kiri pası bitmeyen İstanbul’a bakıyor. Kendilerine yeni çıkış yolları arayan karakterlerinin küçük dünyalarını, yoksulluğun ve kadınlığın arada kalmış hallerini mercek altına alan filmde, Nazan Kesal ve Asiye Dinçsoy’un etkileyici oyunculuklarıyla dikkat çekiyor. ‘Toz Bezi’, festival kapsamında, cinsiyet eşitliğini geliştirmek için bir kadın yönetmene verilecek Audentia (Cesaret) ödülünün adayları arasında. 15 Nisan’da vizyona girecek olan filmin yönetmeni Ahu Öztürk’le ‘Toz Bezi’ni, evden eve koştururken görünmeyen kadınları ve geçmişin kapanmayan yaralarını konuştuk.
Üniversitede felsefe eğitimi aldıktan sonra sinemaya geçişiniz nasıl oldu?
Ben ne olacağına bir türlü karar veremeyenlerdendim. Aslında müzisyen olmak istiyordum, bunun için epey uğraştım. Bir taraftan edebiyata da ilgim vardı, öykü ve şiir yazardım. Felsefe ise lise yıllarından beri hayatımdaydı. Kısacası, kafam çok karışıktı. Derken bir gün bir film izledim ve sanki sinema bunların bir sentezi, hatta daha fazlasıymış gibi hissettim.
Hangi filmdi?
Söylemeyeceğim. Sonuçta, “En iyisi ben sinemacı olayım” dedim. Üniversitede Taylan Altuğ hocamdı. O, eskiden Yedinci Sanat dergisine yazardı. Estetiği filmler üzerinden anlatırdı. Bertolucci’ler, Godard’lar... Zaten bildiğimiz sinema örneklerinin dışındaydı bunlar. Anlattıkları beni etkilemişti. Çok sevdiğim bir kadın düşünür, “Özgürlük, tercih etmediklerinle ilişkilidir” der. Ben de sinemaya seçenekleri eleyerek ulaştım sanki.
İki temizlikçi kadının iç içe geçen hikâyeleri üzerinden hem onların gündelik ve sınıfsal konumlarını, hem de geçmişin kapanmayan yaralarını ve savaşın izlerini gösteriyorsunuz. Bu çok katmanlı yapıyı kurgularken zorlandınız mı?
Karakterleri gündelikçi yapmam, teyzemin gündelikçi olmasıyla ilişkili. Oradaki sömürüyü ve orta sınıfla karşılaşma alanlarının nasıl bir eksen üzerinde olduğunu bildiğimden, bu durumu görünür kılmak istedim. Anlatsam geçecek bir yaradır teyzemin hikâyesi. O yüzden, iki karakteri hiç düşünmeden gündelikçi yaptım. Başından beri Kürtlükten kaçma meselesi de vardı. Kadınlık halleri ve yoksulluk derken, üç-dört katman üst üste binmiş oldu ve o katmanlardan nasıl çıkacağım meselesi beni çok yordu. Zaten iki-üç sene sürdü senaryoyu yazmam. Bütün bunları anlatma biçimimin nasıl olması gerektiği üzerine çok kafa yordum. Sonunda minik formüller buldum. Başlarken daha büyük cümlelerim vardı ama giderek ben de sağaldım.
Karakterlerin geçmişte yaşadıkları travmaların ve Kürt olmalarının altını çok çizmiyor, kadınlık hallerini daha sınıfsal bir açıdan ele alıyorsunuz filmde...
Kürt meselesinin merkezde olduğu ‘Zifir’i yazarken ‘Toz Bezi’ne kaydım. Bunun üzerine çok düşündüm ve şunu fark ettim: Anlatmamın doğru olduğunu düşündüğüm şeyi yazmak istediğimde, oturmamış, daha sembolik bir yapı oluşuyor. Bu durumun o karakterleri derinden hissedememekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Çünkü işin içine bilinçdışı süreçler giriyor. Babam memurdu benim, hep gezdik. Diyarbakır’dan 1988’de ayrıldık. Çorum’a geldik ve oradan baktık 90’lara. Uzaktan bakıyor olmaktan, başıma bir şey gelmemiş olmasından, inanılmaz acı çektim. O dönemde lisedeydim. Aslında o suçluluk ve utanç duygusundan kurtulmaya başladığımda ‘Toz Bezi’ni yazmaya girişebilmişim. Suçluluk duygusu gidince, ‘Toz Bezi’ndeki katmanları bildiğim yerden kurabildim. Gündelikçi kadınların hikâyesini de, Kürtlükten kaçanları da, kaçma gerekçelerini de biliyorum. Bütün bu meseleleri hissederek yazabildim. Kürt sinemasının öncelikli hikâyeleri tabii ki daha travmatik olaylar, onlar eteklerdeki ilk taşlar. Benim hikâyem daha müstakil bir yerde duruyor.
Filmde gündelikçilerin güvencesiz, sigortasız çalıştırılmaları öne çıkan bir tema. O çalışma ortamlarında, patron-işçiden farklı, başka bir ilişki olduğu söylenebilir mi?
Ev işlerinde patron-işçi ilişkisi herhangi bir hukuksal çerçevede kurulmuyor. İşverenin ne patron gibi duruyor karşında, ne de sen onun çalışanı gibi duruyorsun. İşveren sana abla gibi davranıyor, sen de ablaya yardımcı olan biri gibi davranıyorsun. Dolayısıyla roller karışıyor. Bu hukuksal çerçeveden yoksun karşılaşma alanlarında, işveren çalışanın sigortasını yapmak yerine, bir poşet eski giysi ya da kullanmadığı eşyaları veriyor ve böylece durumu telafi ettiğini sanıyor. Sözde çalışanı koruyor, kolluyor ama mesai saati dolduğu halde, “Hadi şunu da temizle, şurası da kaldı” diyebiliyor. Sınır ve çerçeve meselesi her zaman güvenli bir alan kurar, gündelik hayattan toplumsal ve siyasi tüm alanlara varana dek. Fakat bütün bu kuralsızlık, güvensizlik ve belirsizlik yayıyor. Gündelikçi bir kadın mesai saatlerini, hizmetinin kapsadığı şeyleri bilmeli. Sabit bir ücreti olmalı ve en önemlisi de sigortalı çalışmalı. Ben biraz bu konulara dikkat çekmek istedim. İşveren çalışanına sigorta yapmak zorunda. Ama bunu kaç gündelikçi kadın talep ediyor? Eminim çok az. Umarım film bu konuyla ilgili farkındalık yaratır.
Filmde, hareketli kamera sürekli olarak karakterlerin peşinde. Şehri onların gözünden izliyoruz. Aslında dağınık ve sakil durabilecek bir görsel dünya yaratıyorsunuz. Bu yöndeki tercihler nasıl şekillendi?
Senaryoyu yazmaya başladığım zaman hep hareketli kamera geliyordu gözümün önüne. Bütün o hayatı sakilliğiyle verecek kamera açıları, dil, ışık, sanat tasarımı vs. hep bununla bağlantılı. Hepsinin birbiriyle tutarlı ve o hisse ihanet etmeyecek şekilde olmasını istedim. Bu proje için birlikte çalıştığımız Meryem Yavuz çok açık bir görüntü yönetmeni ve o da beni besledi. Meryem’i özel kılan, çektiği filmin verdiği his ile görüntüsünün ayrı şeyler söylemeyişi. Bu tutarlılığa bağlı kalarak çalışıyor. Tereddütte kaldığım zamanlarda o beni yüreklendirdi. Bu yüzden de ona minnet borcum var.
Filmin stilize olmasını istemiyordum. O tarafa kayan sahneleri de kurguda attım. Çünkü onların hepsi fazladan bir şeyler söylemiş oluyor. Sahnenin gördüğünün dışında eklediğin, “Bak, ben burada aslında şunu söylemek istiyorum” dediğin, izleyiciyi yabancılaştıracak şeyler olsun istemedim. Bu yüzden, elemeler yaparak sonuca vardım.
Kadın karakterlerin merkezde olduğu, ‘Köksüz’ ve ‘Şimdiki Zaman’ gibi son dönem filmlerinde de bir çaresizlik, sıkışma ve kaçış göze çarpıyor. ‘Toz Bezi’ son yıllarda çekilen kadın filmleri arasında nasıl bir konuma sahip sizce?
Aslında işe başlarken “Kadın, işçi ya da Kürt filmi yapayım” gibi bir düşüncem yoktu. Neyle ilgili derdin varsa, hikâye seni oraya götürüyor. Büyük bir cümle kurmak niyetiyle de yola çıkmadım. Yazmak, beni nereye götüreceğini bilmediğim bir süreçti. Beni etkileyen, Kürtlüğünden kaçan bir kadının hikâyesiydi. O kadına teyzemin gündelikçilik işini ekledim. Yazmanın ve çekmenin bir yönüyle bilinçdışı süreçler olduğunu düşünüyorum. İçinde taşıdığın hikâye gerçekten senin yaralarınla, travmalarınla ilişkili oluyor. Başlarken kurduğum tüm katmanlar benim vicdani, ahlaki ve politik meselelerimi yansıtıyor. ‘Şimdiki Zaman’ı, ‘Köksüz’ü ve ‘Ana Yurdu’nu çok sevdim. Bu filmler de bence yönetmenlerinin kendi yükleri. O yüzden sahiciler ve acıtıyorlar izlediğimizde. Ben de bu konulardaki yüklerimi filmle attığımı düşünüyorum. Aslında filmin konumlandırılacağı yer, bundan sonra benimle değil, filmin kendi yolculuğuyla ilgili.
Oyuncular anlatıyor
‘Toz Bezi’ filminin dünyasına çok şey katan güçlü oyunculuklarıyla dikkat çeken Nazan Kesal ve Asiye Dinçsoy, filme nasıl hazırlandıklarını ve ilk uzun metraj filmini çeken bir yönetmenle çalışma deneyimlerini anlattılar.
Nazan Kesal: ‘Rolümün zorluklarını sevdim’
“Hatun’un farklı yönler taşıyan bir karakter olması bana çok cazip geldi. Bu rolün tüm zorluklarını çok sevdim. ‘Toz Bezi’ için Ahu’nun annesiyle tanıştım ve bir yılı aşkın bir süre Kars’ın yerel ağzını çalıştım. Bu, üstesinden gelmemi gerektiren en önemli zorluklardandı. Su gibi akması gerekiyordu konuşmalarının.
Ahu, çekimler boyunca, ilk filmini çeken bir yönetmenin acemiliğinden uzaktı. Ne istediğini çok iyi bilen ve anlatabilen, ekibiyle güçlü bağlar kurup anlaşabilen bir yönetmendi. Dersini çok iyi çalışmıştı. Onda her sorumun cevabı vardı.”
Asiye Dinçsoy: ‘Ahu’nun yönetmenliğine güveniyorum’
“Nesrin karakterini oynayabilmek için kilo vermem gerekiyordu. Ahu beni zayıf halimle hatırlıyordu ve o halimi istiyordu. Bunun için yogaya başladım ve uzun yürüyüşlere çıktım. O yürüyüşlerde de sürekli ezber yaptım. Bir de dil meselesi vardı. Nesrin’in Zazaca konuşması gerekiyordu ama ben Zazaca bilmiyordum. Onun için öncelikle Zazaca repliklerimi ezberleyip, Zazaca konuşan herkese tekrarladım. Yanlış vurgu ve tonlamalarım olup olmadığını anlamaya çalıştım. Bu konuda profesyonel destek de aldım. Bunun için Deniz Gündüz’e teşekkür ederim.
Duruma, bugüne kadar genellikle ilk filmini çeken yönetmenlerle çalışmış bir oyuncu olarak baktığımda, Ahu’nun, ne yapmak istediğini çok iyi bilen ve düşüncelerini çok iyi aktarabilen bir yönetmen olduğunu söyleyebilirim. Tanıştığımızda bunu anlamıştım ve içim çok rahatlamıştı. Herkesin sınırlarını çok iyi belirlemişti. Kamera arkasına da önüne de hâkim olduğundan, sette stres, gerginlik ve boş bir hiyerarşi kurulmadı. Bu kadar güzel çalışan bir ekiple iyi oynamak zorundaydık, başka seçeneğimiz olamazdı. Ahu’nun yönetmenliğine çok güveniyorum, onun her filminde gözüm kapalı oynarım.”