İki hafta önce posta kutumuza Van’dan bir mektup düştü. Çatak’ta yedi arkadaş bir araya gelip dernek kurduk diyordu mektupta ve “Şimdi yirmi yedi kişiyiz… Bizler köken olarak asimile olmuş Ermeni torunları, ilçede definecilerle yeri geldi yalnız, yeri geldi devletin kolluk kuvvetleriyle birlikte mücadele ettik. Müslüman bireyler olarak kilise, mezarlık, köprü gibi birçok yapıyı koruma mücadelesi verirken, bu denli sahipsiz ve yalnız bırakılmak üzüntü verici” diye de ekliyordu. İmza: Çatak Çevreyi ve Tarihi Koruma Derneği’nden Ali Sulmaz…
Ali’nin mektubunda sitem vardı, ama vazgeçmeyeceğini, ‘kutsal görev’ dediği mücadelesine arkadaşlarıyla devam edeceğini söyleyerek, projelerinden bahsediyordu. Üzerinde ‘Ermeni Kültür Restorasyon’ yazılı tişörtler bastırmışlar, tişörtleri bu sene ilçedeki küçük çocuklara dağıtıp toplumun desteğini kazanmak istiyorlar. Esas niyetleriyse yirmi üç bin nüfuslu Çatak’ta bir kiliseyi ayağa kaldırmak. Mektupta böyle yazıyordu.
Bunun üzerine Çatak’a gitmek farz olmuştu, Berge Arabian’la beraber iki gün oradaydık, Ali de bize gece gündüz eşlik etti, bir isteğimizi de ikiletmedi.
İstikamet Sortkin
Çatak, Van’dan arabayla bir buçuk saatlik mesafede… Orada çok duyduğumuz bir ifadeyle şu ‘dağın diğer tarafında’, gidene kadar iklim değişiyor, merkezdeki güneşli hava yerini karla kaplı yollara bırakıyor. Arada devletin karakolu dışında pek bir şey de yok. Derneğin korumak istediği yapıları görmek, mümkün olduğunca çok yer gezmek için hep yollarda olacağız, Ali’yle de oturup sakince konuşma şansımız olmayacak, ne varsa yollarda konuştuklarımız, Ali bir yandan kendi hikâyesini, bir yandan da Çatak’ın hikâyesini anlatacak. İlk durağımız ise meşhur Botan Deresi’nin başladığı Sortkin Köyü…
Ali, ‘Çatak tütünü’ dediği bir sarma ikram ediyor bize, ben almıyorum, Berge’ye göre yumuşak ve hoş, Adıyaman tütününü pek sevmiyorum diyor, sert geliyormuş, ama bu öyle değil… “Ben Kürt’üm” diye söze başlıyor. Otuz yedi yaşında, doğma büyüme Çataklı, dört kızı var, inşaat işiyle uğraşıyor. Bu ara elinde proje yokmuş, işler durgunmuş. Arabasını satmak zorunda kalmış, “Çatak’ta araban yoksa elin kolun bağlıdır” diyor, bindiğimiz araçsa emanet…
‘Ne kadar Kürt’sem o kadar Ermeni’yim’
Ali, “Ben Kürt’üm” diye başladı ama “Nenem Ermeni, aslında ne kadar Kürt’sem o kadar Ermeni’yim, bu işlerle de o yüzden uğraşıyorum” diye devam etti. Nenesi Piroze’nin ailesi Gevaş’ın Erç Köyü’nden, babası Sargis’le eşi, 1915’te kızlarını arkada bırakıp Van’dan kaçmak zorunda kalmış. Piroze’yse Çatak’a gitmiş yaya olarak, Gravi Aşireti’nden Osman Ağa kendisini beğenip evlatlık almış, on üç yaşında da İslamlaşmış, adı da Hanife olmuş.
Ali’nin dedesiyse Şırnak-Van arasında göçebe bir Kürt aileden, “Dedem çocukken Şırnak’ta bir kavgaya karışıp birini öldürmüş, bu yüzden Van’a kaçmış, Osman Ağa dedemi de evlatlık almış, on dört-on beş yaşında da Hanife’yle evlendirmiş” diye anlatıyor. Ali’nin söylediklerine göre bugün sadece Hanife’den gelme üç yüz elli kişi var Çatak’ta. Dernekteki diğer arkadaşların ya nenesi ya dedesi Ermeni… “Benim bilgilerime göre Ermeniler kıyım sırasında genelde erkek çocuklarını kurtarmaya çalışmış, kız çocukları arkada bırakmışlar” diyen Ali, dernekteki diğer arkadaşların Ermeni olduklarını kendisi kadar rahat ifade edemediğini söylüyor, toplum baskısından, dışlanmaktan korkuyorlarmış.
Kilisenin kubbesi
Sortkin Köyü’ne varıyoruz. Kilisenin kubbesi uzaktan seçiliyor, yapı yerinde ama etrafına toprak çökmüş, definecilerin gazabına uğramış. Köye sık sık çığ iniyormuş, kilise de bundan payını almış. Giriş neredeyse kapalı, sürünerek içeri giriyoruz. Ali, kiliseye sonbahardan bu yana gelmediğini söylüyor. Girdiğimizde kilisenin yer döşemesinin söküldüğünü görüyoruz. Ali burası sağlamdı diyor, defineciler yeni kazmış. Kazıyı yapan grubun kalabalık olduğu anlaşılıyor, görüntü sanki kiliseye iş makinasıyla girilmiş gibi, kilisenin tüm tabanı oyulmuş. Bir de belli ki duvardaki koca bir taşı gözlerine kestirmişler. Taş, kitaplık ya da raf niyetine kullanılan pencere benzeri bir gözün hemen altında duruyor. Etrafını boşaltıp taşı yerinden sökmeye, arkasında da gömü var mı yok mu bakmaya çalışmışlar ama taş direnmiş. Taş için kiliseye tekrar gideceklerini şimdiden söyleyebilirim. Ali’ye göre definecilik biraz da halkın açmazından, fakirlikten dolayı… Kilisenin diğer odalarına da sürünerek girip içerde biraz vakit geçirdikten sonra çıkıyoruz.
Çıktığımız gibi karşı evden bize el sallıyorlar, Mehmet Bey’in evine çaya davet ediliyoruz. Köylü de camda bizi gözetliyor. Sofraya köydeki keçilerin sütünden kendi yaptıkları otlu peynir, tandır ekmeği ve kaçak çay geliyor. Ali, “Ben de karşıyım defineciliğe” diyor ama “Şimdi İstanbul’da durumu iyi olan bir bireyin zevk için bunu yapması ayrı, burada görüyorsun insanları, bir ekmeği var bir de peyniri onu da bizimle paylaştı. Gariban bir halk, ekip biçecek tarlası yok. Elli-yüz hayvanı varsa onun peşinde koşacak, sütünü yoğurdunu satacak da para kazanacak. Mağdur olan bir bireyin kalkıp da bir kurtuluş olarak bir şeyi görüp yönelmesi ayrıdır, para içerisinde olan birisinin kalkıp da bu şekilde spor olsun diye ava çıkar gibi gitmesi ayrı” diye de ekliyor.
Ali ve arkadaşlarının kurduğu derneği de, isminde ‘tarihi eser’ ifadesi geçtiği için başta defineci derneği sanmışlar. “Defineci çemberi var, hepsi birbirini tanıyor, hayalperest insanlar birbirini kışkırtıyor” diye konuşan Ali, aralarına bu yüzden sızmak isteyenin çok olduğunu ama tabii ki almadıklarını söylüyor, gururla, “O defineci algısını kırdık” diye ekliyor.
Köy için ihale
Bizi buyur eden Mehmet Bey’in Türkçesi pek iyi değil, oğlu bizimle konuşuyor. Ona burada nasıl yaşıyorsunuz, ne yiyip ne içiyorsunuz diye soruyorum. Şurada düzlük bir bahçe var, orayı ekip biçiyoruz, bize yetiyor diyor. O küçük bahçe nasıl bütün köye yeter diye soruyorum. Köye değil bize diyor. Anlattıklarına göre 1915’te Ermenileri gönderdikten sonra köy için bir ihale yapılmış, ihaleyi de Mehmet Bey’in babası kazanmış. ‘Dağın diğer tarafındaki’ köyden buraya gelmişler. Yoksa Sortkin Ermeni köyüymüş. Bu evler Ermenilerden mi kaldı diye soruyorum. Hayır, Ermeni evlerinin hepsi yıkıldı, bir tanesi kaldı, işte şurada diyor. Ama gösterdiği yerde hiçbir şey yok. Nerede diye soruyorum. İşte diyor orada, yerin altında. Kışın köye çok sık çığ indiği için Ermeniler evleri yerin altına yapıyorlarmış. Bir rivayete göre evler, pazar yeri ve kilise tünellerle birbirine bağlıymış, kilisenin de girişi aslında o kadar küçük değilmiş bir kısmı tünele denk geliyormuş. Köyde Ermenilerden kalma bir de kocaman dut ağacı var, ama çocuklardan biri oynarken ağaçtan düşünce kesmişler, sadece kökü kalmış.
Oradan Mehmet Bey araya girip sesleniyor: “Bu bahçeyi tek başıma sürdüm.” Tarlada çalışmaya giderken bir keresinde tam on altı ekmek yemiş, ekmekler tepsi büyüklüğünde, “Ama üç kişilik çalıştım” diye de ekliyor. Köy meşhur Botan Suyu’nun başladığı yer, suyun dibine set çekip havuz yapmışlar, alabalık yetiştiriyorlar. Balıkları yazın pikniğe gelenlere satıyorlarmış ama barış süreci bitince pikniğe gelen de kalmamış.
Mehmet Bey’in oğlu bize dağın eteğinde Ermenilerin mezarları olduğundan bahsetti. Gidelim dedik. Kısa bir tırmanıştan sonra vardık, ama ortada mezar yok, daha doğrusu mezar taşı yok. Dağın en alt kısmına kazınmış haç işaretlerini ve diğer Ermenice yazıları görüyoruz. Kaçmak zorunda kalan Ermeniler, ölülerini buraya gömmüşler, mezar taşı olarak da dağı kullanmışlar. Dünyanın en büyük mezar taşı… Ali, “Şu tepede bir mağara var, orada bir süre saklanmışlar ama sonra anlatılana göre götürülmüşler” diyor. Mezarlar yola hayli uzak, ortada mezar taşı olmadığı için bugüne kadar definecilerin dikkatini de çekmemiş. Yoksa sadece kiliseler değil mezarlar da definecilerin hedefinde.
Patrikhane’ye çağrı
Ali daha geçenlerde birilerini iş üstünde yakalamış, dernek üyelerinden definecilerin Darinis Köyü’nde mezar kazdığına dair duyum gelmiş. Olay yerini basıp ellerinden iki parça değerli eşyayı almışlar, “Bunları Patrikhane’ye vermek istiyoruz” diyor. Ermeni Patrikliği’nin bizden, derneğimizden, burada ne zor işler yaptığımızdan haberi yok, belki bunu okurlarsa ilgilenirler diye ekliyor. Mezarlardan tabak-çanak çok çıkıyormuş ama bu türden değerli eşyaları ilk defa görmüşler.
Sortkin’den ayrılıyoruz. Çatak’ın merkezine gidip kalan yapıları gezeceğiz, geceyi de orada geçirdikten sonra ertesi gün dağlara çıkacağız.
Ali, “Sizden önce Baron Sarkis Seropyan geldi buralara” diyor. 2010 senesinden bahsediyor. Ahtamar Adası’ndaki Surp Haç Kilisesi ibadete açıldıktan sonra ilk ayin 2010’da yapıldı. Baron Seropyan da beraberinde bir heyetle ayin için adadaydı. Ali ve arkadaşları da adaya gidip Çatak’taki derneği tanıtmak için bastırdıkları broşürleri tek tek insanlara dağıtmışlar. Baron Seropyan, Ali’nin elinden broşürü alıp bakmış, önce şaşırmış sonra onlara sorular sormaya başlamış. Ali, “Baron’un genelde ilk başta sert bir tavrı vardır” diyor. Seropyan, önce çıkışır gibi bir ses tonuyla, “Siz bunu nasıl yaparsınız” diye sormuş. Ali, “Acaba bir kusur mu işledik diye korktuk” diyor ama sonra Seropyan gülmeye başlamış. “Beraberindeki heyeti bırakıp bizimle Çatak’a geldi, gezdi, gördü, dinledi, bizleri takdir etti, ama vakti yoktu, gece kalamadı ki her şeyi gösterelim” diye konuşan Ali, “Bir daha da gelme fırsatı olmadı, sizinle gideceğimiz birkaç yere Baron Seropyan bile gitmedi” dedi.
Çatak’ta toplam otuz altı kilise varmış. Birçoğundan geriye harabe kalmış ama sapasağlam yerinde duran da var. Her kilisenin farklı bir ‘kurtulma’ hikâyesi var. Ali’nin anlatmayı en çok sevdiği ise Meryem Ana Kilisesi… Kışın karlar altındaki bu kilise, yazın da gerillanın belirlediği tampon bölgede kalıyormuş, uzun süre defineciler buraya girememiş. Barış sürecinde de devlet buraya karakol inşa etmiş, defineciler yine girememiş. Kiliseye hem Gürpınar’dan hem de Çatak yönünden ulaşım var, ama yol yok, inip uzun bir mesafeyi yürümek lazım. Gürpınar yönünden giderken eğim yürümeye daha uygun, o taraftan giden daha çok oluyor. Burası yöredeki Müslümanlar için de önemli, çocuğu olmayan aileler buraya gider adak adarmış, çocukları olunca da adını erkek olursa İsa, kız olursa Meryem koyarlarmış. Çatak’ta da İsalar, Meryemler var ama Gürpınar’da daha çok.
Ali, Çatak’ta İsalar, Meryemler olmasından dolayı oldukça memnun… “Ben Müslüman’ım” diyor, ama dernekten dolayı şeyhler, hacılar, hocalar ondan nefret eder duruma gelmişler. Kendisi de Müslümanlığı sorguluyor, İncil okuyor, Zebur okuyor, sonra Kuran’la karşılaştırıyor. Nenesinin Ermenistan’da akrabaları var mı öğrenmek istiyor, benden yardım almak için sorular soruyor. Facebook’ta İncil’den ayet paylaşan hesapları takip ediyor. Ali, “Hanife de bizim gibi Müslüman bilinir, ama ölürken vasiyet bırakmış, cenazesinde ağzına sarı bir boncuk bırakmalarını istemiş. Ailesinden kalan tek yadigârmış. Müslümanlıkta böyle bir şey yok. Bence Hıristiyan olarak ölmek istedi” diyor.
Çatak’ın merkezinde
Çatak’ın merkezinde beş yapı gezdik, üçü kilise, diğeri han mı kilise mi emin değiller, bir diğeriyse Ermenilerden kalma Hulkan Köprüsü.
İlk olarak ilçenin hemen girişinde durup arabadan iniyoruz. Burada iki kilise var, ilçede Herisin Kilisesi diye biliniyor. İkisi de samanlık. Ancak biri adeta saklı, üzerini düzleyip ev yapmışlar, kilise evin içinde kalıyor, dışarıdan görmeniz mümkün değil. Diğeri tümüyle ortada, açık, durumu çok kötü, neyse ki samanlık olarak kullanıldığı için definecilere kapalı, ama içeriyi bize gösteren genç gözleri parlayarak soruyor: “Ağabey içeride gömü var mı?” Saklı kiliseye yöneliyoruz, girişte kümes var, tavuklara kış diyoruz, kapıyı açıyoruz, bir tünelden geçerek içeri giriyoruz. Kilise yerli yerinde, sapa sağlam, evin içinde kaldığı için bir damla yağmur suyu bile girmemiş, işlemelere de dokunulmamış, Ali tek tek bütün detayları gösteriyor, fısıldayarak, “Bendeki somut bilgiler başkasında olsa çoktan evini yıkmıştı” diyor.
İlçedeki en büyük kiliseyse Merkez Kilise… Çatısı tamamen çökmüş, içine sebze ekiliyormuş. Kilisenin sahibi Ferit Akdeniz bir kamu kuruluşunda çalışıyor. Ailenizde Ermenilik var mı diye soruyorum kendisine, “Hâşâ” diyor, “Allah beni Kürt yaratmış, ama ilçemizdeki bu kültür mozaiğinden çok memnunum, bir restorasyon çalışması da olursa destek veririm” diye de ekliyor. Ferit Bey “Hâşâ” deyince Ali’ye gülme geliyor ama kendini tutuyor, sonra oradan ayrılınca, “Bu refleks… Eskiden Ermenilik hakaret niteliğindeydi ama şimdi kimse yadırgamıyor. Artık herkes çağa göre yaşıyor, kimse bu tür şeyleri yadırgamıyor. Bu son otuz-otuz beş yıllık süreçte insanlar artık bir şeyleri sorguluyor. Doğru veya yanlış, iyi veya kötü, her şeyden önce sorgulama hakkını elde ettik. Önceden böyle değildi, ağa ne dedi, şeyh ne dedi...” diye durumu açıklıyor ve ekliyor, “Gittiğimiz köylerde yapıları görüyorduk. Bu yapılar madem var, neye dayanarak var? Bu sefer bunu kurcalamaya başladık. Amacımız, maksadımız bu, bu yapılardan birini ayağa kaldırmak.”
O gün için gezdiğimiz son iki yer Hulkan Köprüsü’yle Zeve Kilisesi. Kilise diye geçiyor ama ‘karakol manzaralı’ bu yapıda, kilisede görebileceğimiz işlemelere, haç işaretlerine rastlayamadık. Köprüye de kısaca uğruyoruz, Ali “Köprüden ötede altı kilise var” deyip köprünün karşı tarafındaki düzlüğü göstererek, “Buraya örnek bir cevizlik yapma projemiz var, hâlâ Ermenilerin diktiği cevizleri yiyoruz” diye ekliyor.
Çünüş’te
Ertesi sabah direksiyona derneğin kurucularından Özcan Örek geçiyor. Çünüş Köyü’ne gideceğimiz yol zorlu, bir bölümü kar dolayısıyla kısmen kapalı. Özcan’sa kamyoncu, bu yolları her gün tepiyor, Van-Çatak arası kum, briket, çimento taşıyor, köylere de erzak götürüyor. Özcan, “Dernektekilerin hepsi emekçi adamlar, bir tanesi lokantada çalışır, diğeri İŞKUR’da, ben kamyoncu, o inşaatçı, bir tanesi sıvacı” diyor.
Çünüş, dağın tepesinde bir köy, çıkarken çoban köpekleri dışında kimseyi göremiyorsunuz, tek şeritli, taş ve karla kaplı yol da vadiye yakın seyrediyor, virajlarda Berge’yle yüreğimiz ağzımızda, Özcan’sa biz varız diye düşük viteste gidiyor. Son düzlükte yol kardan tamamen kapalı, inip yürüyelim diyoruz ama Özcan ne yapıp edip aracı köye ulaştırıyor. Köye vardığımızda o kadar yüksekteyiz ki meşhur Artos Dağı’nın tepesine dokunacak gibiyiz.
Köydeki manastır şaşılacak derecede iyi korunmuş, kapıda dernek üyesi Şükrü Nikcar bizi karşılıyor. Manastırın sadece çatısında bir açıklık oluşmuş, orayı da Şükrü Bey onarmış, kendisi, “30 senedir buraya bakıyoruz, ben olmasam çoktan çökmüştü, bu kadar kar geliyor, yağmur geliyor bir damla su girmedi buraya” diyor. Çünüş’te yirmi beş-otuz hane var. Köylülere neden burada yaşıyorsunuz diye soruyorum. “Müslüman-Ermeni savaşı olmuş sonra Ermeniler buradan gidince biz yerleşmişiz, onlar burada güvende olmak için köy kurmuşlar, aşağıda savaş varken buraya gelmişler, bizimkiler de aynı sebeple gelmiş, devletle savaşırken güvende olmak için buraya çıkmışlar” diye cevap verdiler. Söylediklerine göre köy yedi yüz senedir ayaktaymış. İçlerinden biri sesleniyor: “Ağabey bunu yapan bize de ev yapsa ya!”
Manastır yaklaşık otuz sene önce ilkokul olarak kullanılmış, adı da Alburak İlköğretim Okulu, oradan mezun olmuş otuz kişi var diyorlar. Şimdilerde köyün gençleri çalışmak için çoğunlukla Mersin ve Adana’daymış. Geriye az sayıda insan kalmış.
Taştan yapılma taht
Yanıma Rahmi Kıpçak yanaşıyor, aralarında en meraklısı, sorular soruyor, not ettiklerime bakıyor, ona ‘Gejo’nun torunu’ diyorlar, buraya Ermeniler gelirse Rahmi’yi papaz yapacağız diye şakalaşıp gülüyorlar. Rahmi de “Ağabey öyle bir söylenti çıkardılar gâvur diye, eğleniyorlar” diyor.
Rahmi bir oyuk gösteriyor, “Burada vaftiz havuzu vardı, defineciler kazdı” diyor, başka bir taş gösterip “Ağabey bunu saklamıştım senin için çıkardım” diyor, taş çok eski olduğu anlaşılan bir haç taşı, üstünde haliyle işlemeler var, defineciler harita sanıp ona göre etrafı kazıyorlarmış. Kilise önderinin odasında bir boşluk var, Rahmi geçmişte orada taştan yapılma bir taht olduğunu söylüyor, kendi görmemiş ama babası anlatmış. Manastır gerçekten çok iyi korunmuş, Ali yine de “Eğer ki bir yerden bir güç, bir maddiyat olmuş olsa bugün gördüklerini çok daha iyi durumda görme şansın olurdu” diyor. Diğer köylere ne yazık ki hava şartlarından dolayı ulaşamıyoruz. Dernekteki tüm arkadaşlarla vedalaşıp dönüş yoluna koyuluyoruz.