BANU YILDIRAN GENÇ
Bir Tatavlalı olarak geçtiğimiz günlerde yayımlanan ‘Epope Tatavla’yı hemen okudum. Edebiyattan, tarihten, İstanbul’dan hoşlananların kaçırmaması gereken bir roman olmuş. Ekin Can Göksoy çok genç bir yazar. ‘Münhal’ adlı öykü kitabından sonra ‘Epope Tatavla’, Göksoy’un ilk romanı. 1933’te geçen bir roman yazarak, bu romana birçok tarihi gerçekliği katarak oldukça zor bir işe kalkışmış ve hakkından başarıyla gelmiş Göksoy. Kitabı okurken burada yaşamayan birinin bu romanı yazamayacağını düşünüyordum ki genç yazarın şu sözlerini bir röportajında okudum:
“İstanbul’da oturduğum dört buçuk yılın dördünü Tatavla ve civarında geçirdim. Tatavla benim için İstanbul’un her daim anlatılan çeşitliliğinin sahih bir yansımasıdır. Diyarbakırlı bir teyzeden içli köfte alabilir, Paskalya’da çörek yiyebilirsiniz. Tatavla, çokkültürlülüğün İstanbul’daki merkezidir bana kalırsa ve yıllar içinde kaybettiklerimizin ne kadar değerli olduğunu bize anımsatır.”
Yasal eroin fabrikası
Mahir adındaki kimyagerin yaşam öyküsüyle açılıyor roman; Mahir genç cumhuriyetin yurtdışına öğrenim görmeye yolladığı başarılı öğrencilerden biridir, Fransa’da okumuş, Almanya’da çalışmış ve zorunlu hizmeti için İstanbul’da Türkiye Cumhuriyet Uyuşturucu Maddeler İnhisarı’nın Taksim’deki fabrikasında çalışmaya başlamıştır. -Uyuşturucu maddeler derken alenen eroin üretilen bir fabrika burası ve 1933’te Atatürk’ün ısrarlarıyla kapatılmış.- Fabrikadaki herkes gibi Mahir de ürettiği maldan kullanmakta, ruhen ve bedenen gelgitler yaşamaktadır.
Mahir’in ev arkadaşı Kavalieros, romanın en önemli karakterlerinden biri. Mahir’le beraber büyüyen Kavalieros, Tatavla’nın yerlilerinden, soyu yüzyıllar önce Sakız Adası’ndan tersanede çalışmak üzere getirilen kölelere dayanıyor. Nâzım Hikmet okuyan, Cumhuriyet’in dayattığı ulus devletle derdi olan bir komünist. Babası Mikhail, Mahir’le Kavalieros’u Tatavla hikâyeleriyle, efsaneleriyle büyüttüğünden, Mahir yazılı bir tane şiiri olmamasına rağmen bir gün bu hikâyelerden esinlenip yazacağı ‘Tatavla Destanı’nın hayalini kurmakta, etrafındaki herkes onu şair olarak tanımaktadır.
Ekin Can Göksoy, Mahir’i ve destanını anlatmak için Cumhuriyet’in 10. yılını seçmiş. Bu yıllarda devrimler son hız ilerliyor, Osmanlı’dan kalan yer adları değiştiriliyor, Darülbedayi Şehir Tiyatroları, Darülfünun üniversite oluyor... Mahir’in üniversitede asistan olan arkadaşı vasıtasıyla bu değişimin oldukça sancılı olduğunu öğreniyoruz; kurulan kürsü sisteminde o dönem Almanya’dan kaçan Yahudi ve Hitler karşıtı bilim insanlarına yer açmak için birtakım oyunlar dönmekte, Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’ne katılmayanlar kadro dışı bırakılmaktadır. Tüm bunların yanında İstanbul’un orta yerinde bir Ermeni mezarlığına türlü dalaverelerle el konmuş, yıllar sonra uğruna toplumsal bir direnişin başlayacağı Gezi Parkı yapılmaktadır. Gayrımüslim azınlıklar gelecek günlerde nelerle karşılacağını bilemediğinden, tedirgindir.
Ahmet Refik Altınay’ın dramı
Göksoy, bu atmosferi ustalıkla verebilmiş, bunların dışında gerçeğe dayanan birtakım hikâyelerle kurgusunu destekliyor. Bunlardan en güzeli Ahmet Refik Altınay’ın ibret verici yaşamı diyebilirim. 1931’de İstanbul Belediyesi ile Surp Agop Mezarlığı arasındaki davada bilirkişi olarak atanan ve Elmadağ-Harbiye arasındaki arazinin Ermeniler’in değil, Sultan Beyazit Veli Vakfı’nın mülkü olduğunu tarihi belgelerle kanıtlaması nedeniyle belediye tarafından kendisine Büyükada’da bir ev hediye edilen Altınay, Türk Tarih Tezi’ni eleştirmesi nedeniyle üniversiteden atılır, ömrünün geri kalanını kütüphanesindeki değerli kitapları satarak sefalet içinde geçirir. Romanda Büyükada’daki evinde Ahmet Refik’i ziyaret eden Mahir dayanamaz ve tarihçinin aldığı rüşveti ağır bir dille eleştirir. Mahir’in azınlıkların haklarına yapılan gasplar konusunda bu denli hassas olmasının nedenini öğrenmek için ise romanın sonlarına gelmek gerekecek. Türk halkının kendisinden olmayana nefreti Mahir’in anne ve babasının yaşamına mâl olmuştur.
Özelikle eroinin dozunu fazla kaçırdığında Tatavla’yla ilgili gördüğü sürrealist düşler, karabasanlar Mahir’i ve bilinçaltını tanımamızı sağlıyor çünkü gerçek yaşamda Beyoğlu’nda tanışıp seviştiği fahişeye karşı ne hissediyor, hayatta ne istiyor, bilemiyoruz, kendisi bile kim olduğunu tam bilemiyor. “Mahir sevildiğini de sevilmediğini de anlayamayan biriydi demek ki. Tüm bunlara bir de sevip sevmediğini kestirememe özelliği de eklenmişti.”
Bir yazarlar resmigeçiti gibi okuyabileceğimiz romanda Mahir hiç şiir yazmamış bir şair olsa da şans eseri kimlerle tanışmıyor ki... Sanatçı topluma karşı sorumludur diyen Peyami Safa, ‘Beyza Hanım’la’ münasebeti nedeniyle zor zamanlar geçiren Necip Fazıl, Mahir’e ağabeylik yapan Fikret Adil ve Asmalımescit’teki evinde geçen bohem geceler... Dikkatli bir okur Büyükada’da bir anlığına Troçki’ye bile rastlayabilir.
Bir dönem romanı
Ekin Can Göksoy bir dönem romanı yazmanın gerektirdiği bütün araştırmalarını detaylı bir biçimde yapmış, bunu kendi kurduğu dünyayla ustalıkla harmanlayabilmiş. Seçtiği kişiler, seçtiği sözcükler olması gerektiği gibi. Bazen olay örgüsünün fazla hızlı, aceleci bir biçimde ilerlemesi -fabrikada işçilerin Mahir’in eroin kullanmasına tanıklık etmeleri ve müdürün şikayete gelmesinin neredeyse aynı anda olması-, Mahir’in duygu geçişlerinin tam anlaşılmaması -birkaç sayfa önce İstanbul’u beraber gezdiği kadını bir anda orospu diye anması- dışında oldukça yetkin bir roman.
O dönemleri bilmesem de, 1980’lerden itibaren mahvolan İstanbul’a tanıklık ettiğimden, burnum sızlaya sızlaya okudum ‘Epope Tatavla’yı. İstanbul’da yaşayan şairlerin peşinden Aşiyan, Tarlabaşı, Karaköy gezileri, Baklahorani ve ‘Temiz Pazartesi’yi bilen komşular, herkesin bir parça Rumca, Ermenice bilmesi, pogromların, Varlık Vergisi’nin, 6-7 Eylül’lerin daha yaşanmadığı bir Tatavla, daha güzel ve masum bir şehir... Ekin Can Göksoy’a bu kalabalık, acılı ve gürültülü dünyayı kurduğu, bu denli içten anlattığı için teşekkür etmek gerekir.
Epope Tatavla
Ekin Can Göksoy
İletişim Yayınları
244 sayfa.