Nigol Bezjian: Halep'teki okulum

Ünlü Lübnanlı yönetmen ve prodüktör Nigol Bezjian Suriye savaşına bakıyor. Çocukluğunun geçtiği Halep’teki okulunun bombalandığını öğrenen Bezjian savaş, yıkım ve 100 yıl sonra yeniden yaşanan göçle ilgili düşüncelerini Agos’a yazdı.

NİGOL BEZJİAN

“Evlerimizi, kiliselerimizi, hastanelerimizi ve okullarımızı yaktılar...”

Bu sözler, büyükannem ve büyükbabamdan, onların arkadaşlarından ve soykırımdan kurtulmuş insanlarla yaptığım görüşmelerde en sık duyduğum sözlerdi; onlarla ilgili tarih kitapları ve anılar okudum ve bir sürü siyah-beyaz fotoğraflarını gördüm. İnsanların nasıl öldürüldüğü, çocukların nasıl yetim bırakıldığıyla ilgili ilk ağızdan birçok hikaye dinledim; büyükannem ve büyükbabam da bu yetimlerdendi. Açlık, ölüm, çaresizlik ve mucizevi kurtuluş ve hayata dönüş hikayeleri dinlerdik çocuk kitapları okumak yerine; zaten kitabımız filan da yoktu. Fakat bunların hepsi bir yüzyıl öncesine aitti; ailelerini, evlerini, okullarını ve tarihi Ermenistan’daki her şeyini kaybedip Der Zor çölünün kumlarından kendilerine yeni bir hayat kuran büyükanne ve büyükbabalarımızın hikayesiydi.

Bir yüzyıl sonra, Suriye’de küçük çaplı isyanlar bir iç savaşa, sonra da yakın zamanda bitecek gibi görünmeyen uluslararası  bir çatışmaya dönüşüverdi. Tam beş yıldır, evlerimizin, hastanelerimizin, okullarımızın ve şehirlerimizin bu sefer de Suriye’de yok oluşuna tanık oluyoruz. Bir yüzyıl önce büyükannemle büyükbabama ev sahipliği yapan hemşerilerimiz vatansız kalıp yetime, mülteciye ve kimi zaman misafirperver kimi zaman da düşmanca davranan ülkelere gitmeye çalışırken Yunanistan ve Türkiye kıyılarına vuran cesetlere dönüştüler. Hayatları dikenli tellerle özgür Avrupa etrafında aniden yükselen engeller arasında sıkışıp kaldı.

Yakın zamanda yaptığım Toronto gezisi ne kadar ironikti. Suriye’ye sığınmış Ermeni bir mültecinin torunu olan ben, üç yıl Ürdün’deki cehennem gibi bir çadır kampında kaldıktan sonra Kanada’ya göç eden otuz kişilik bir Suriyeli grubuna yardım ediyordum. Nihayet Toronto Havalimanı’na indiğimizde en yaşlıları bana defalarca teşekkür etti ve beni evine davet etmek istediğini ama Kanada’daki evinin nerede olacağını bilmediğini söyledi üzüntüyle. Hepsiyle tek tek kucaklaştıktan sonra o yaşlı adamla son kez el sıkışırken şöyle dedi: “Sen Ermeni’sin, bizi herkesten daha iyi anlarsın. Şimdi sizin yerinize biz geçtik.” Bir şeyler söylemek istedim ama söylemek istediklerimin bildiğim hiçbir dilde karşılığı yoktu. Büyükannemle büyükbabamın birer yetim olarak Suriye çöllerinde nasıl yalnız kaldığını gözümde canlandırırken, bir havalimanında Suriye savaşından kaçan mültecilerle yan yana duruyordum; hislerim ve düşüncelerim karmakarışıktı.

Suriye’deki anlamsız çatışmalar kırsaldan şehirlere ve nihayetinde de Halep’e sıçramıştı. Eski sınıf arkadaşlarım beni arayıp evimin, mahallemin, çocukluğumun sokaklarının bombalanıp tamamen yok olduğunu bana birinci ağızdan anlatmıştı. Artık geri dönülecek bir “ev” kalmadığını, onun artık sadece anılarımda kaldığını söylediler. Telefonun ucundaki ses, “İnsanlar büsbütün delirmeden hemen önce geldiğin için şanslısın,” dedi. “Torunlarımıza, tıpkı büyükanne ve büyükbabalarımızın bize anlattığı gibi, neler olduğunu ve neleri yitirdiğimizi anlatacağız. Nasıl hayatta kaldığımızı ve dünyanın uzak ya da yakın bir yerinde nasıl yeni bir hayat kurduğumuzu.”

Aşılmaz egoları olan adamlar, megalomanlar kontrol etme, hükmetme, fethetme ve servet kazanan tanrılar olma hırslarını törpüleyip nihayet anlaşmaya vardılar; ödenen bedel milyonlarca insanın evsiz mülteciler haline gelmesi, sayısız hayatın yok olması, yüzlerce yıllık evlerin, mahallelerin ve şehirlerin yıkıntılara dönüşmesi oldu. Milyonlarca vergi mükellefinin parası edecek bir bomba bir saniye içinde yüzlerce insanı öldürüp bir mahalleyi, şehri ve okulu yerle bir edebilirken, insan hayatına değer verme şovu olarak birkaç kişiyi kurtarmak için bir itfaiye aracı, ambulans, polis timi ya da haberci göndermenin ne anlamı olabilir ki? Başka türlü davranmayacaksak okullar neden var ki?

Okulum, sevdiğim bir eğitim öğretim kurumu değil, neyi sevip neyi sevmediğimi öğrendiğin bir yerdi. Orada dilbilgisinin bana göre olmadığını, her ne kadar zevk alsam da kimya, fizik, matematik ve logaritma derslerinin benim işim olmadığını öğrendim. Sevdiğim şeylerin, yani sanatın, tiyatronun, sinemanın ve edebiyatın müfredatta ve ders kitaplarında olmadığını öğrendim. Dahası, vatanseverliğin, gururun ve elitizmin, kendini Araplığın şampiyonu olarak addeden güçlü Suriye’nin o ufacık vahasında yaşayan  sığınmacı Ermeni mirasımızı korumanın araçları olarak sürekli önümüze sürüldüğü o kurumu da sevmedim.

Son zamanlarda kızışan çatışmalarla, Halep dünya güçlerinin bombalarıyla havadan vurulmaya başlandı. Orada ölen insanlar, gökyüzünden bakınca ufak sinekler gibi görünüyor olmalı. Bu da bana büyükannemin evine giren bir sineği hatırlatıyor. Büyükannem, onu öldürmeye gönlü razı olmadığı için oradan kaçmış ve ben okuldan dönene kadar da dışarıda kalmıştı. Beni de bu okula güç bela biriktirdiği paralarla, bir gün okumuş bir insan olmam umuduyla yolluyordu.

Özgür ruhumu ve sınırsız hayal gücümü hapseden ve zihnimin o kireç boyalı duvarların ötesine kaçmasını sağlayan o hapishaneyle hiçbir bağım olmasa da bombalanmış okulumun görüntüleri içimi öfkeyle doldurdu ve her fırsat bulduğunda kaçtığım o okulla derin bir yakınlık kurmuş olduğumu keşfetmemi sağladı.

Terbiye edilmek için yürüdüğümüz o yol artık ıssız ve harap. Binlerce öğrencinin eğitim görmek, yüzlerce öğretmenin de eğitmek için yıllar boyunca geçtiği o kapı artık insanın kendi kendini yok etmesinin bir kanıtı. Okullar güya bizi eğitmek ve insanlığımızı geliştirmek için var, ama görünen o ki eğitim uzaya çıkıp birbirine yaklaşan kara deliklerin sesini duymamıza da yarayabiliyormuş, içimizdeki karanlık derinliklere düşüp bomba seslerini duyarak kendimizi yok etmemize ve bir yüzyıl önce siyah-beyaz fotoğraflarda açıkça görünen gerçeği renkli baskıyla yeniden yaratmamıza da yol açabiliyormuş...

Okulumuzu bombaladılar...

22 Şubat 2016, Beyrut