BANU YILDIRAN GENÇ
Alfa Yayınları özellikle polisiye serileriyle 2015 yılına hızlı bir giriş yaptı. Yılı bitirmeden önce Philip Kerr’in ‘Dedektif Bernie Günther’ serisini okumaya karar verdim. Şu ana kadar sekiz kitabı yayımlanan serinin ilk üçü ‘Berlin Noir’ olarak geçiyor.
Gündemin, ölümlerin altında boğulduğumuz şu günlerde biraz kafamı dağıtayım, hafifleyeyim diye başladığım bu polisiye serisi bırakın hafiflemeyi daha da daralmama, hatta bazen soluksuz kalmama neden oldu aslında. İlk kitap ‘Mart Menekşeleri’, 1936’da Berlin’de geçiyor. Ana karakter Bernie Günther bir dönem polislik yapmış, Nazi Partisi’nin iktidarıyla birçok şeyin değişeceğini öngördüğünden istifa edip dedektif olmuş, vicdanlı, iyi bir adam. Çok gençken İspanyol gribinden öldüğünü öğrendiğimiz karısından başka ailesine dair hiçbir şey bilmiyoruz.
‘Mart Menekşeleri’
Ünlü işadamı Hermann Six’in, Günther’i, kızı ve damadının ölümünü ve kasadan çalınan mücevherleri araştırması için tutmasıyla başlayan ‘Mart Menekşeleri’, adını Nazi Partisi’nin başına Hitler geçtikten sonra partiye çıkarları için katılanlardan alıyor. Kitabın adının politikliğinden de anlayacağımız gibi, silah zoruyla götürüldüğü evde işi kabul etmekten başka pek de şansı olmayan Günther, ölümleri araştırdıkça bunun hırsızlıktan çok politik kirli işlerle ilgili olduğunu fark ediyor.
Philip Kerr’in çok iyi bir araştırmacı olduğu yazdıklarından belli, birçoğu gerçeğe dayanan olayların dizilişini, nedenselliğini araya polisiye unsurlar katarak anlatıyor. Bu nedenle romanları “whodunit” (kim yaptı) polisiyelerinden daha çok Dashiel Hammett, Raymond Chandler tarzı kara polisiye sayılabilir. Şu farkla ki, burada anlatılan Amerika’nın ahlaki çöküntüsü değil, Almanya’nın siyasi ve ahlaki çöküşü. Kerr, dedektifi Bernie Günther karakterinde de kara polisiyecilere selam gönderiyor aslında. Güzel kadınların hayır diyemediği, bol sigara-içki denizlerinde yüzen, kafasına bolca darbe alıp kendini bilmediği yerlerde bulan, “Kapıcı yaşı geçmiş ve kullanılmayan maden kuyusuna dönmüş bir fahişeydi.” gibi döneminin klişe erkek laflarını bol kullanan bir dedektif Günther.
Yazının başında belirttiğim üzere okudukça kalbimin sıkışmasına sebep olan ise Kerr’in ayrıntılı dönem betimlemeleri ve Almanya’da faşizme giden yolun taşlarının nasıl döşendiğiydi. Mart 1933 seçimlerinde Hitler’in galip gelmesinden sonra herkesin yavaş yavaş değişen politik görüşleri, 1934’te işsizlikle mücadele yöntemi olarak kadınların işten çıkarılıp boşalan yerlere erkeklerin geçirilmesi, 1936’da Almanya’da büyüyen şeylerin sadece otoban inşaatı, muhbirlik ve polislik olması, sokakta sigara içen bir kadına herhangi bir Alman’ın yaklaşıp kadınlığın kutsallığı, yerinin kocası ve çocuklarının yanı olması, ahlaklı yeni nesiller yetiştirmesi gerektiği konusunda ahkâm kesmesi... Bunların dışında rehinci dükkânlarının önünde eşyalarını, kuyumcuların önünde mücevherlerini satmaya çalışan ve tabii ki üç kuruş teklif edilen yaşlı Yahudiler, yurt dışına çıkmaya çalışıp reddedilen Yahudiler, Nuremberg Kanunlarıyla kitap satması yasaklanan Yahudiler... diye uzayıp giden kahredici bir liste daha var.
Philip Kerr okuyucusunu şaşırtmayı seven bir yazar, bu nedenle her kitabın sonunda tam “bitti” diyecekken, yaşananların sandığımızdan çok daha kötü olduğunu anımsatacak detaylar veriyor. ‘Mart Menekşeleri’nin finalindeki Dachau kampını unutmak pek kolay olmayacak.
“Dachau’da, oradaki mahkûm kadınların doğurduğu birkaç çocuk vardı. Bazıları kamptan başka bir hayat bilmiyordu. Mendelssohn yataklardan birinin altında bacağı kırık bir çocuk saklıyordu. Çocuk hapishanenin taş ocağında oynarken düşmüştü ve SS onu aramaya geldiğinde üç gündür bacağı tahtalara sarılmış orada yatıyordu. SS’i görünce o kadar korkmuştu ki dilini yutup boğularak öldü.
Ölen çocuğun annesi onu görmeye gelip kötü haberi aldığında Mendelssohn tam bir profesyonel gibi davrandı. Ama daha sonra kadın gittiğinde onun kendi kendine sessizce ağladığını işittim. Artık hiçbir şey beni şaşırtmıyordu. Sanki muazzam bir deprem geçirdiği için yolların artık düz, binaların da dik olmadığı, çivisi çıkmış bir dünyada yaşamaya alışmıştım.”
‘Solgun Suçlu’
Berlin Noir’in ikinci kitabı, ‘Solgun Suçlu’. Bu kez 1938 yazındayız ve başlarında bir delinin olduğunu düşünen ama kimseye söylemeyen Almanlar Münih Konferansı’nın sonucunu beklemekte ve içten içe İngilizlerin bu savaşa izin vermeyeceğini ummaktadırlar. Geçen iki yılda eski bir polis arkadaşıyla ortak olan Bernie Günther, ortağının ölümüyle kendisini yine karışık bir davada bulur. Vahşice öldürüldükleri aylardır halktan gizlenen Alman genç kızlarla ilgili davada bir türlü yol alamayan gizli polis de işin içindedir. Üst düzey bir SS olan Reinhard Heydrich bunları çözmesi için Günther’e sunar ve dedektifin kimsenin boyunduruğu altında çalışmamak adına istediği komiser rütbesini vermeyi kabul eder.
Hayatına ikinci kez resmi bir polis olarak devam eden Bernie Günther bu kez daha büyük bir komploya çekildiğini bilir. İşin içinde parası parti tarafından kullanıldığı için eşcinsel olmasına rağmen “pembe üçgen”le damgalanıp hapse atılmayan bir dergi sahibi ve Almanlara uygun psikiyatri teknikleriyle ünlenen psikiyatrist sevgilisi vardır. Bu bilimin babası sayılabilecek Freud’un Yahudi olması sebebiyle kendilerine başka bir şey bulmak durumunda olan Almanlar, psikanalizin sadece seksle kafasını bozmuş Yahudiler için olduğunu, oysa Almanların sorunlarının çözümünün psikoterapi olacağı varsayımıyla kendilerini ve hastaları kandırmaktadır.
Bernie, kısa sürede genç kızların ayine benzer biçimlerle öldürüldüğünü, bunun da Yahudi düşmanı gazeteler tarafından Yahudilere mal edileceğini keşfeder. Küçük şehirlerde yavaş yavaş başlayan sinagog yangınlarını körükleyen nefret daha başkente ulaşmamıştır ve amaç, hedef göstererek ulaşmasını sağlamaktır. Bu davayı çözmek, suçluları bulmak, hatta kraldan çok kralcıların partiye verdiği zarardan bıkmış Heydrich’in yardımlarıyla cezalandırılmalarını sağlamak bile yaklaşan kötülüğü engelleyemeyecektir. Ok yaydan çıkmış, Yahudiler kesin bir biçimde topun ağzına konmuş, “tesadüf” eseri genç bir fanatik Yahudi Paris’te Alman diplomatı öldürmüştür.
Philip Kerr yine romanını çarpıcı bir biçimde bitirirken, hiçbir zaman akıllardan çıkmayacak bir Kristal Gece betimlemesi yapıyor. Bernie Günther pisi pisine öldürülen ortağının Yahudi düşmanı bir faşiste dönüşen oğluna mı, kurukafalı yüzükler, hançerler, kılıçlarla törenler düzenleyecek kadar delirmiş SS subaylarına mı, bu oyuna kolaylıkla gelen, Yahudi malları üzerinde tepinen Almanlara mı, aşkta hep kaybeden olmasına mı üzülsün, insan bilemiyor.
“Alman halkının öfkesinin kendiliğinden ifadesi.” Radyo böyle söylüyordu. Camların kırıldığını ve sokaklarda yankılanan küfürleri duyduğum, yanan binaların duman kokusunu aldığım bir gece. Utançtan evden çıkmıyordum. Bu olanları asla unutabileceğimi sanmıyorum. 1933’ten beri kırık vitrin camları bütün Yahudi işletmeler için mesleki tehlikeydi, gamalı haç veya uzun çizme gibi Nazizmle eş anlamlıydı. Ama bu kez her şey çok farklıydı, birkaç sarhoş SA haydutunun rastgele vandalizminden çok daha sistemli bir şey söz konusuydu. Her yerde cam kırıkları vardı. Sanki huysuz bir kristal prensi öfke nöbeti sırasında devasa, buzdan bir yapbozu yeryüzüne fırlatmıştı. S-Bahn demiryoluna yakın yerdeki sinagog hâlâ dumanı tüten, içi boşaltılmış, kirişleri ve duvarları kararmış bir harabe gibi duruyordu.”
‘Alman Usulü Bir Ağıt’
Serinin üçüncü kitabı ‘Alman Usulü Bir Ağıt’, okuru tam dokuz yıl sonraya, savaşın bittiği, her yerin yıkıntılarla dolduğu, açlık ve sefaletin hüküm sürdüğü, ülkenin her bölgesinin başka bir ülke tarafından ablukaya alındığı, 1947 yılının Berlin’ine götürüyor. Gıdasızlıktan zayıflamış, artık ofis olarak da kullandığı soğuk evinde titreyerek karısını bekleyen bir özel dedektif, Bernie Günther. Olmaz dediği her şeyin olduğunu görmüş bir harabe. Bu kez polislik günlerinden bir arkadaşına yardım için Viyana’ya gidecektir. Bir Amerikan askerini öldürmekle suçlanan arkadaşı, Bernie’nin onu kurtaracağına emindir. Bernie her zamanki gibi araştırdıkça dibe batacak, öğrendikleri hayatını tehlikeye atacaktır.
Ülkeyi önce deliliğe, sonra savaşa sürükleyen Nazi Partisi’nin ileri gelenlerinin gayet akıllıca yöntemlerle yok olmaları, kendilerini ölmüş gibi gösterip Latin Amerika başta olmak üzere birçok ülkeye kaçmaları değildir sadece söz konusu olan. Almanya’ya düzen ve demokrasi getireceği vaatlerine karşın Amerika, eski üst düzey SS’leri casusluk becerileri için himayelerine almakta, gizlice kullanmaktadır. Tüm bunların karşısında Rusya Almanya’dan geri kalanı yakıp yıkmaktadır. İngiltere ve Fransa ise ne koparırız mantığıyla küçük birer piyona dönüşmüştür. Bu ortamda Bernie’nin önceliği bir şeyleri çözebilmekten çok, canını kurtarmak olacaktır.
“Ve sonra, taburcu olmadan birkaç gün önce ne olduğu mide bulandırıcı bir farkındalıkla kafama dank etti. Alman olduğum için bu Amerikalılar benden korkuyordu. Ve gözlerinde hep şu soru vardı: bunun olmasına nasıl izin verebildin? Böyle bir şeyin sürmesine nasıl izin verebildin?
Belki en az bir kuşak boyunca, başka uluslar gözlerimizin içine bakarken yüreklerinde hep aynı sorulmamış soru olacaktı.”
Bu kitaplar, kötülerin cezalanmadığı, bir şekilde yine yollarını bulduğu, inançlıları ilahi adalet kavramına, inançsızları ise mutsuzluğa ve umutsuzluğa iten bu düzenin hiç ama hiç değişmeyeceğini bir kez daha anımsattı bana. Anlatılanların kısa cumhuriyet tarihinde yaşamış olduğumuz günlere benzerliğinden daha korkuncu, yaşamakta olduğumuz günlere benzerliği... İngiliz yazar Philip Kerr bu kötücül çağı detaylı bir biçimde araştırmış ve gerçekleri kurguyla ustaca kaynaştırmış. Avrupa’nın bizden farkı ne kadar da olsa yaptıklarıyla yüzleşiyor olması ya da yüzleşenlerin sayısının bu topraklara oranla fazlalığı. Bizse yüzleşilmeyi bekleyenlerin üstüne yeni dertler katmaktan başka bir şey yapmıyoruz.
Kısa aralıklarla yayımlanan bu romanların biraz hızlıca çevrilmiş olduğu bazen göze çarpıyor, seri umarım daha dikkatli bir editoryal çalışmadan geçerek yayımlanmaya devam eder. Bir de küçük öneri: Romanlarda sıkça geçen Kripo, Sipo, Alex, Gestapo, Orpo, M2 gibi terimlerin dipnotlarla açıklanması, okurun çok işine yarayacaktır.