Hayatı ölümle ölçersin. Nasıl
öldüğün, öldürüldüğün, senden sonra kalanların hayatı
nasıl geçireceklerinin de ölçütüdür. Hele ki, ölüye eziyet
edilecek denli alçalmışsa düzen, vay gelir sağ kalanların
başına.
Genel yas ilan edilmesi gereken bir dönemi, devlet politikasının en iyi bildiği usüle uygun olarak, ayrı kompartımanlar halinde yaşıyoruz. Oyunu gören ve resmî yalanların sağanağında hakikatin sağlamasını kalbiyle yapanlar, acıya, zulme uğrayanların yanında olur. Yardım, destek için değil. Zira, bazı yaraların dermanı yoktur. Sadece başka türlüsü elinden gelmediğinden yapar bunu, iliğinde hissettiğinden...
Silopi'de Nuh Mahallesi’nde, komşusundan evine dönerken devlet güçlerince katledilen 11 çocuk annesi 57 yaşındaki Taybet İnan'ın cenazesi, ancak 7 gün sonra yaşamını yitirdiği sokaktan alınabildi. Tam bir hafta sonra, sabah saatlerinde mahalleye ambulansın girmesinin ardından, yurttaşlar da beyaz bayraklarla sokağa çıkarak Taybet İnan'ın cenazesini ambulansa taşıdı.
Sonra o mektup geldi. İnan'ın oğlu, cenazesi günlerce sokakta bekleyen annesinin ardından hissettiklerini yazarken, aslında dinlemeye yüreği olan herkese tek tek konuştu: “Annem ilk vurulduğunda, haber verdiler koştuk. Biz daha varmadan amcam gitmek istemiş, onu da vurmuşlar. Gittiğimde amcamı taşıyordu komşular. Annem dedim, sokakta kaldı dediler. Ben gitmek istedim, tuttular. Ağladım, ağladım, ağladım… Annem sokağın ortasında kaldı öylece, önce belli belirsiz kıpırdıyordu, sonra saatler geçtikçe hareketleri azaldı…”
O çaresizliği hissetmek için bahsi geçen annenin yerine kendi annenizi, canınız gibi sevdiğiniz bir insanı koymanız gerekir. Öfkeden deli eden, saç kaş yolduran o çırpınışı hissedebilmeniz için siz yaşıyormuş gibi dinlemeniz gerekir o sesi. Bahsi geçen satırlar değildir artık, bağırmaktan sönmüş bir çığlıktır. İçinizde yankılanır: “Kimi aramadık ki, vekilleri, kaymakamı, valiyi, dedik çeksinler şu kargaları, öldü ölmesine de cenazemizi alalım… Annem ne hissetti acaba? Canı çok yandı, yanmıştır… Annem tamı tamına 7 gün sokakta kaldı… Hiçbirimiz uyuyamadık, köpekler gelir, kuşlar konar diye. O orada yattı, biz 150 metre ilerisinde öldük…”
Bu ülkenin mezarsız ölülerini düşündüm. Ne çoktular. Her zamanda ne çoktular. Cumartesi Anneleri, her hafta tanığı kılıyor bizi bu zulmün. Ne ölüsünü, ne dirisini bulabildikleri canlarının hep o aynı zamanda donmuş resimleri ile oturuyorlar. Sonra 1915 Soykırımı’nın mezarsız ölülerini de katıyorlar yanlarına. Evlatlarından, kardeşlerinden, sevgililerinden ayırmadan. Çünkü acının dilini bilen sözsüz ulaşır birbirine. Acıdan geçen, birbirini gözünden tanır. Yalnız komaz.
O oğul devam ediyor isyanına: “Yedi gün, tam yedi gün, annenizin cenazesi sokak ortasında kalsın… İnsan çok iyi olamıyor, insan kalamıyor… Annemin elleri kaskatı olmuş ve öyle sıkmış ki eşarbını, belli ki canı hayli acımış. Öptüm ellerinden, helal et hakkını diye ama… Kanı kurumuş annemin, elleri, yüzü, ki yüzü düşerken toprak olmuş, elbiseleri kandan ıslanmış, sonra kurumuş, sonra taş olmuş annemin… Kokusu gitmiş, toprak ve kan kokuyor annem, saçları sertleşmiş, kirlenmiş. Annemin canından can almışlar Allah’a inananlar! Gözleri açık kalmış annemin, yüzü eve dönük. Ayakları toplanmış, bir takat gelsin diye belli ki çabalamış. Çocuklarınız var mı bilmiyorum, sizin yoksa bile sahiplerinizin var, nasıl bir acı demeyeceğim, zira ağır… Yedi gün, benim annem yedi gün kara kış soğuğunda kaldı. En acısı, kaç saat yaralı kaldı bilememek, keşke diyorum hemen ölmüş olsa. Siz, benim annemi öldürdünüz.”
Onu en iyi Antigone anlar. Yunan mitolojisinde Thebai Kralı Oidipus'un kızı ve Sophokles'in en büyük trajedilerinden birinin kahramanı olan Antigone… Babası Oidipus ölünce, Thebai'ye dönüp, kızkardeşiyle birlikte, erkek kardeşi Eteokles ve Polyneikes'in kavgasını sona erdirmeye çalışan Antigone… Hikâyeye göre, iki kardeşi de ölünce, kral olan dayıları Kreon, Thebai’ye ihanet ettiği gerekçesiyle Polyneikes’in cesedinin gömülmesine izin vermedi. Antigone ise dayısının yasağına karşın, kardeşinin cesedini gizlice gömdü ve bunun üzerine Kreon onu cezalandırarak mezara kapattı. Ama Sophokles’in Antigone’si, diri diri kapatıldığı o mezardan çıkarak, insan onuruna uygun yaşamanın, ölmenin ve gömülmenin mücadelecisi bir simgeye dönüştü.
Antigone, çağlar öncesinde olayları bilmemezlikten gelen kızkardeşi İsmene’ye şöyle seslenmişti: “Kreon, yalnız birini gömüyor ağabeylerimizin, öbürünü gömütsüz bırakıyor aşağılamak için!.. Kardeşimizi böyle gömütsüz, gözyaşsız leş kargalarına, akbabalara peşkeş çekmiş, tatlı bir şölen niyetine. Ben gömmeye gidiyorum ağabeyimi. Bu uğurda ölsem ne gam? Yan yana yatarız kardeşimle iki sevgili gibi, suçsa kutsal bir suç benim ki. Şu kısacık yaşamda, dirilere yaranmaya değer mi? Öte yandan, sonrasızlık bekler beni. Ölmüşlerime adıyorum sevgimi, sen ama yüz çevirip kutsal yasalardan, gönlünce sürdür günlerini.”
Bu zaman, o zaman. İsmene miyiz, Antigone mi? Suçun mu ortağıyız, mücadelenin mi? İnsan mıyız, fail mi? Antigone hakkını istiyor yine. Duyuyor musunuz?