Rusya-Türkiye arasında yaşanan meseleyi siyasi ve hukuki boyutlarıyla Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Bölümü öğretim üyesi Turgut Tarhanlı anlatıyor.
2011’de Suriye’de ayaklanmaların başladığı günden bu yana zıt pozisyonlar almış olan Türkiye ile Rusya, bugün iki ülke açısından da sindirilmesi kolay olmayan bir sorunla karşı karşıya. Suriye Devlet Başkanı Esad’ın iktidarda kalmasında ısrarcı olan birkaç ülkeden biri olan Rusya’nın Eylül ayından beri devam eden Suriye’ye doğrudan askerî müdahalesi, aradaki görüş ayrılıklarını iyice gün yüzüne çıkardı ve nihayetinde süreç bir Rus savaş uçağının Türkiye tarafından düşürülmesine kadar vardı. Olay sadece siyasi boyutuyla değil aynı zamanda bir uluslararası hukuk sorunu olarak da ele alındı, son günlerde Montrö Antlaşması çerçevesinde yaşanan gündemse bu durumu iyice pekiştirdi. Rusya-Türkiye arasındaki bu çok boyutlu meseleyi uluslararası hukuk uzmanı, Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Bölümü öğretim üyesi Turgut Tarhanlı ile konuştuk.
Türkiye ile Rusya’nın aralarında yaşandığı gerginliği nasıl tanımlamak gerekir?
Bu yaşananlar bir ‘soğuk savaş’ değil elbette. Soğuk Savaş’ın bittiğini günden bu yana tarih, ironik bir şekilde, sıcak savaşlarla birbirine bağlanmış, kimlik savaşları ile gelişen bir seyir izledi. Bosna-Hersek, Yugoslavya, Kuzey Kafkasya, Afrika’da birbirini takip eden birçok savaşlar bunu izledi. Ancak bu sefer tam da böyle değil. Suriye, Arap uyanışı denen ayaklanmalar ve rejim değişikliği talepleriyle gelişen çizginin adeta kendini gecikmeli gösteren bir halkası şeklinde ortaya çıktı. Fakat tam da beklendiği gibi, yani, eğer beklenen, saydığım diğer örneklerde de olduğu gibi bir değişikliğin gerçekleşmesiyse şayet, özellikle Türkiye hükümetlerinde bu yaklaşımın olduğunu görüyoruz, bu gerçekleşmeyince, aynı zamanda devlet dışı aktörlerin etkin olabildiği bir çatışma halinin yayılıp genişlediği bir noktada, buna bir tanım üretmek gerekirse, bu asimetrik savaş olacaktır. Rusya’nın ve Batı’nın, Rusya’yla beraber diğer müttefiklerin, yani dünyanın bir biçimde iki kamp veya iki kutup halinde Suriye sahnesinde yer almasıyla beraber, bu durumun doğurduğu tablo, devletler arasında da bir gerilim hatta bir savaş söz konusu olur mu tartışmalarını da doğurdu. Şu anda bunun çok açık bir göstergesi olmasa da Rusya, önce Hazar Denizi’nden, geçtiğimiz günlerde de bir denizaltıdan yapılan füze atışlarıyla IŞİD hedeflerini vurarak, bir tür gösteride bulunuyor. Bu bir gösteriş hali çünkü bu tür müdahaleleri gerektiren durumlar yok. Bir gösteriş ve gözdağı ile varlığının kabul ettirilmesi anlamına gelecek grotesk bir dil olduğunu düşünüyorum. Bu durumda tabii Batı’nın da bu hamleyi görmesi gerekir ki özellikle Batı cephesinde işin devletler arası bir sürtüşmeye girmemesi için azami bir gayret olduğunu görüyoruz. Tam da bu konjonktür içinde Türkiye, Rusya uçağını düşürmüş oldu. Söz konusu olan, devlet dışı aktörlerle süren asimetrik bir savaşın devletler arası bir gerilime yol açabileceği endişelerinin olduğu bir ortamda, iki devlet arası bir sürtünme hali…
Türkiye ve Rusya belli bağlamlarda yalnız kalmış ülkeler. Rusya varoluşu itibariyle tek başına ve bugün de çeşitli yaptırımların uygulandığı bir ülke. Türkiye ise Suriye politikası açısından dünyanın geri kalanı tarafından desteklenmedi. İki ülke de bugün dış politikayı ‘kendini gösterme’ aracı olarak kullanıyor ki bu durum Suriye özelinde bizi Rus uçağının düşürülmesi hadisesine kadar getirdi. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye aslında tabii kendini yalnızlaştırmış durumda. Bunu savunma ve stratejik meseleler bağlamında söylüyorum. Ama öte yandan Türkiye’nin zaten iç düzenindeki sorunları, hak ve özgürlüklere gösterilecek saygının değerinin giderek azaldığı bir konjonktürde bulunmamız, Türkiye’yi bu bağlamda, o yalnızlığını giderebileceği mecralardan olabilecek, örneğin AB adaylığı gibi, Avrupa Konseyi çevreleri gibi, Avrupa merkezli organlarda bir mesafeyle karşılanmasına yol açmıştı. Böyle bir yalnızlık demokrasi meselelerinde kendini gösterir durumdaydı. Fakat Türkiye her zaman silahlı gücüne, savunma gücüne güvenen bir ülke olarak da kendini sunmayı önemsemiştir. Ama bunu bir biçimde, belirli siyasi hedefler gözetilerek kullanma konusunda da çok cömert olmamıştır. Mesela, Kuzey Irak’a yapılan her silahlı müdahale söz konusu olduğunda 1980’lerin başından itibaren Saddam Hüseyin’le dahi iletişimde olmuş, Bağdat hükümetiyle işbirliği yapılmıştır. Bunları tasvip etmek ya da kabul etmek anlamında söylemiyorum, ama işin prosedürü anlamında söylüyorum, hatta süreli anlaşmalar yapılmıştı o dönem. Suriye konusu, Türkiye’nin dış politikasında son dönem itibariyle ön gördüğü, savunduğu, ortaya koyduğu, beyan ettiği her şeyin aksinin gerçekleştiği bir durum ortaya çıktı. Demek ki yanlışlar var. Başbakan, o dönem dışişleri bakanıyken, Esad yönetiminin geleceğiyle ilgili birkaç aylık süreler öngördüğünü hatırlıyoruz. Şimdi bunların hiçbiri olmadı. Şöyle bir durum da var: Birtakım değişiklikler istiyorsunuz fakat o gerçekleşmiyor. O gerçekleşmediği zaman göstereceğiniz tutum da önemlidir. Ya sizi bu yanlışlara tekrar yönlendirmeyecek politikalar izlersiniz ya da geride durursunuz ve benzer bir hatalı siyasi hamle yapmaktan alıkoyarsınız kendinizi. Türkiye hedeflerinin gerçekleşmemesine rağmen yine de ısrar ediyor.
Rusya’yla karşılaştırmak gerekirse…
Soğuk Savaş dönemini hatırlarsak, Rusya, ABD gibi küresel çıkarları olan bir devletti. Dolayısıyla dış politikaları da diğer politik hedefleri de küresel ölçekte değerlendiriliyordu. Şimdi Rusya Federasyonu da siyasi-ekonomik dalgalanmalar sonrasında, özellikle de Putin’in iktidara gelmesinden itibaren bu eski şanlı dönemi şahlandırmak çabası içinde. İç politikada muhalefetin tamamen susturulması, dış politikada da bu söylediğimiz, gösterişli, gözdağı veren hamlelere yönelmek gibi bir yol çizildi. Şimdi Türkiye’nin böyle küresel çıkarları yok. Türkiye orta büyüklükte bir devlet. Türkiye’nin Rusya’yla stratejik bir mesele üzerinden aşık atmaya girişmesinin ancak belli nedenleri olabilir. Güvenlik, sosyal-siyasal etkiler, ticari ilişkilerin gerilemesi gibi mikro ölçekteki çıkarlar. Ama Rusya’yla yaşanacak bir gerilimden elde edilecek bir çıkar yok. Bu yalnızlık, yine ironik bir durum olarak, belki de Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları gibi belli meselelerdeki yalnızlığının nedenleri ortadan kalkmış değilken ve hatta daha da derinleşmişken, dünya üzerindeki yeni savunma stratejisi denkleminde yaşanan gerilimin doğurduğu ortamda, Türkiye’nin o yalnızlıktan bu anlamda sanki çıkmasının istendiği ve belli bir ittifak ilişkisinin yeniden ortaya çıkartıldığı gibi bir ilişkiler manzumesiyle karşılaştık. Bu AB tarafından da, NATO ile ilişkiler bakımından da kendini gösterdi, keza uçak kriziyle birlikte Batılı birtakım liderlerin değerlendirme biçimlerinde bir taraf olma davranışının kendini gösterdiğini görüyoruz. Fakat bunların konjonktüre bağlı gelişmeler olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, Türkiye’nin yalnızlaşmasına yol açan politikaların temel nedenlerinin hem demokrasi sahasında hem uluslararası güvenlik meselelerinde ortadan kalktığı kanaatinde değilim. Bu mevzuyu dikkate almak gerekirse bir anlamda güvenlik ilişkilerindeki yakınlaşmanın da aslında kalıcı olmayabileceği ihtimalini göz önünde tutmayı gerektirdiği kanısındayım. Rusya’nın da o yalnızlaşmayı sanki güvenlik cephesinde genişletme ve giderme anlamında bir ilişki içine girdiğini görüyoruz. Mesela İran burada önemli bir faktör. Nüfuz alanı olarak diğer eski Sovyet Cumhuriyetleri ile olan ilişkilerin yeniden değerlendirilmesi gibi sonuçlar…
Rus savaş uçağının düşürülmesi konusunda uluslararası hukuk kurallarının çiğnenmediğine dair bir kanaat oluştu. Bunu tartışmanın bugün bir anlamı yok belki ama Türkiye’nin uluslararası hukuk karşısındaki tutarlılığını tartışabiliriz. Bir olayda bu kuralları savunurken diğer olaylar da uluslararası kuralları umursamamak pek tutarlı olmaz. Bu açıdan Türkiye’nin durumunu nasıl değerlendirirsiniz?
Burada önemli olan sanıyorum ki, keşif uçağının düşürülmesiyle de birlikte, bu bölgenin yaklaşık üç yıldır Türkiye’nin kendi güvenlik kaygılarının derecesini yükselttiği bir bölge olması. Yani Türkiye için buradan doğacak tehdit oldukça önemli bir boyutta. Hatta Türkiye üç yıl önce düşürülen keşif uçağının sonrasında angajman, yani çarpışma kuralları dediğimiz kurallar manzumesini de değiştirdi ve risk/tehdidin daha yüksek olduğu bir düzeye çekti. Dolayısıyla burada tetikte ve temkinli olmanız zaten beklenen bir durum. Risk algısının artmış olduğu gerçeğini benimsemek gerekiyor. Bunun politik tarafı da var tabii, Suriye’ye verilen bir mesaj da söz konusu: “Benim çıkarlarıma aykırı davranışlara karşı göstereceğim mukabelenin şiddet derecesini yükseltiyorum.” Dolayısıyla bu angajman kuralları veya çarpışma kurallarında aslında mesele çarpışma değildir, çarpışma riski vardır, evet, bu bir tehdittir, ancak amaç bu tehdidi en aza indirmek için nasıl bir tedbir alınması gerektiğinin ortaya konmasıdır. Doğrudan çarpışmaya girişmek değil ama çarpışma ihtimalini önlemek ve ötelemek için devreye koyduğunuz önlemlerin derecesini arttırmaktır. Mevcut siyasi ilişkinin de göz ardı edilmemesi gerekiyor. Tabii ki bir diplomatik cephe var. Dolayısıyla bunun da faturasının dikkate alınması gerekiyor. Yani dış politika güvenliği analizinde bunların yapılması beklenir. Öte yandan, tabii ülkenin üzerindeki egemenliğin savunulması hukukun tanıdığı bir yetki elbette, fakat bunun uygulanması bakımından da bir tutarlılığın korunması da önemli bir mesele. O bakımdan başka örneklerde bunun nasıl kullanıldığını tartışmak da gerekiyor. Mesela Musul konusundaki meselede, bir şekilde eğitim vermek ve bu faaliyetlerin sürdürülmesi için Başika isimli yerleşim yerinde bir askeri birliğin konumlanması adına daha önceden bir mutabakatın olduğunu anlıyoruz. Fakat sonradan yapılan açıklamalara bakıldığında, Türkiye’nin orada mevcut olan tehdidin artacağı düşüncesiyle ek olarak güvenlik unsuru olması istenerek, 20 adet tank ve 1000 kadar muharip konumda askeri sevk etmesi meselesi, Bağdat ile temas kurulmadan gerçekleştirilmiş veya Erbil ile kurulan bir temas yeterli görülmüş gibi bir durum mevcut. Dışişleri’nin bu konuda bir bilgi eksikliğine sahip olduğunu zannetmiyorum. Orada bir diplomatik; belki hata denebilir belki ihmal ama henüz adını koymak için olayın içeriğini tam olarak bilmemiz gerekmektedir.
Son dönemde çok sözü edilen bir diğer konu da Türkiye’nin Suriye’de kullandığı ‘Türkmen kartı’. Bu gibi durumların uluslararası hukukta ne kadar yeri var? Ben soydaşlarımı koruyacağım denilip bir ülkeye girilebiliyor mu ya da belirli bir gruba eğitim verilebiliyor mu?
Hayır, girilemez tabii, hukuken böyle bir hak yok. İçişlerine müdahaledir aslında. Ama Suriye’deki bu hengame içinde kimin eli kimin cebinde, o bakımdan bu durumun yarattığı ‘fırsatlar’ bunlar. Size oradan kaynaklanan bir tehdide karşı önlem alabilirsiniz. O tehdit kapsamında kısa süreli girip terk etmek gibi bir şey bir bağlamda söz konusu olabilir, hukuk bunu kabul ediyor. Devlet otoritesinin kullanılmadığı topraklar bağlamında söz konusu olan bir durum bu. Bunun dışındakilerin hepsi içişlere müdahale olarak kalır. Şam yönetimine karşı çarpışan birtakım silahlı unsurlar var. Bunlarla ilgili uluslararası koalisyon veya müzakerelerde alınmış kararlara bağlı olarak, o bölgedeki güvenliği ve barışı sağlayıcı tedbirlerin icrası anlamında bir uluslararası güç belli bir görev yapabilir, müdahalede bulunabilir. Bunun dışındaki her müdahale içişlere müdahaledir. O devlete karşı kuvvet kullanmak olarak yorumlanır ve meşru müdafaa hakkı doğurur. Her şeye rağmen hukukun tarafında durmak gerekiyor çünkü Türkiye gibi bir ülkenin meşruiyetini sağlayacak şey o. Türkiye sadece güçle sözünü geçirebilecek bir ülke değil.
‘Roketatarlı asker zararsız geçiş hakkını ihlal ediyor’
Son günlerde Montrö Antlaşması’nda bir revizyon yapılabileceği konuşuldu. Bu konuda ne diyorsunuz?
Bu antlaşma Rusya ve Karadeniz’de kıyısı olan tüm devletler ve boğazlar devleti olarak Türkiye’nin çıkarlarının dengede tutulması üzerine kuruldu. Aynı zamanda da ticari bakımdan bütün dünya devletlerinin boğazları serbestçe kullanması gibi bir ilke kabul edildi. Bununla oynamak pek mümkün değil ve oynanmaması da daha iyi olur. Rusya’nın belli kazanımları var. Güvenlik açısından baktığımızda yabancı devlet savaş gemilerinin toplam tonajı var, bunu aşamazlar. Savaş gemileri 21 günden fazla Karadeniz’de kalamaz. Bunlar Rusya açısından güvenlik tehdidini ortadan kaldıran maddeler. Kıyı devleti olarak, diğer devletlerden de farklı şekilde kendi savaş gemilerini daha rahat boğazlardan geçirme hakkına sahip. Türkiye’nin de başka avantajları var. Savaş durumunda veya kendini pek yakın savaş tehlikesi tehdidine maruz gördüğü zamanda da bunu kapatabiliyor. Bu çok ayrıksı bir durum ve bugünün uluslararası hukukunda sadece bu sözleşmede böyle bir madde var. Şimdi Türkiye burada neyi değiştirecek? Zaten burada bir zararsız geçiş ilkesi söz konusu. Bu zarar çevresel olabilir, insan kaçakçılığı olabilir, balık avlamak bile zarar olarak kabul edilebilir.
Roketatarlı asker bu açıdan bir sorun yaratmıyor mu?
Roketatarla bir askeri personelin güvertede bulunmasıyla, bu konjonktürde, sanki orada şöyle bir mesaj vermiş oluyor Rusya cephesi: Bu bir savaş gemisi ve buna karşı bir tehdit söz konusu olabilir. Bu da gülünç aslında çünkü bir tane asker ve roketatar, güvertenin sancak ya da iskele tarafından birinde duruyor, çok gerçekçi bir durum değil, bunun karşılığında söz konusu olan olgular yok. Geçiş güvenliğini sağlamak zaten kıyı devletinin yani Türkiye’nin de sorumluluğudur. Bence gereksiz ve yakışıksız bir uygulamaydı. Montrö’yü ihlal mi? Değil, ama zararsız geçiş hakkını ihlal olarak yorumlanabilir. Çünkü bir kaza da olabilir. Bir biçimde o asker roketi ateşleyebilir. İhtimal dahilinde. Gitti roket bir şehir hatları yolcu vapurunu vurdu. Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü’nün yaptığı açıklama bu açıdan hatalı. Umarım buna benzer olaylar olmaz çünkü o zaman Türkiye bunu önlemek için birtakım tedbirlere başvurabilir. Ne yapabilir? Gemiye çıkamaz, savaş gemisinde devletin egemenlik yetkileri var. Fakat geçirmeyebilir mesela. Ya da geçişi kendi gemilerinin refakatiyle yapabilir. Bunlar hep sürtüşme nedenleri.