Paris’in en zor Kasım’ı

Paris hâlâ 13 Kasım Saldırıları’nın yarattığı travmayla baş etmeye çalışıyor. “Korkmuyoruz!” sloganına, “Neden biz?” sorusu da eşlik ediyor ve Fransa’nın Ortadoğu politikası gözden geçiriliyor. Melis Kaya’nın kaleminden, Paris’in ve Paris gençliğinin ruh hali..

1789’dan itibaren, yüzyılların tüm içsel dinamiklerini yıkıp değiştiren Fransa açısından özgürlük, elde edilmesi gereken bir değer olmaktan da öte bir yaşam tarzı haline gelmiştir. Bastille Hapishanesi’ne ve Versailles Sarayı’na yürümüş olanların torunları için yakın tarih açısından “şiddet” kavramı ve sonuçları, kendi gündelik huzurlarından ötede bir kavramken, 13 Kasım Saldırıları tüm şiddetiyle girdi hayatlarına.

Sivil halk, hükümet kanadı, sanatçılar, politikacılar... Herkes şaşkındı. Televizyon kanalları, izleyenlerin tüm akşamına nüfuz eden kesintisiz yayınlar yapıyor, polis ısrarla “Evlerinizden çıkmayın” çağrısı yapıyordu. Kimse dışarıda neler olduğunu, saldırının boyutlarını tahayyül edemiyordu. Sokaklarda silahlı askerler, özel harekat polisleri dolaşıyordu. Fransızlar, önceleri kendilerinden çok uzak diyarlarda süregelmiş olan bu şiddetin nedenlerini anlamaya çalışıyorlardı. Mutlak egemenliğin bir kişi ya da grubun elinde bulunamayacağına, hiç kimsenin dini, sosyal inancı ya da yaşam biçimi üzerinden kınanamayacağına inanmış Parisliler, özgürlüklerini sokakta bırakıp derin bir sessizlik içinde evlerine çekildiler 13 Kasım akşamı. Paris, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana, sınırları içinde yaşanan en büyük katliamla karşı karşıyaydı. Sokaklar ıssızlaştı.

Evlerin ışıkları söndü. Pencere önlerine, ölenleri hatırlamak için mumlar kondu.

Katliam gecesinden beri tek bir soru var Parislilerin akıllarında: “Neden biz? Neden dünyadaki tüm kötülüğe inat yan yana durabilmeyi, hak ve özgürlükleri, aşkı, yaşamın coşkusunu inadına savunan biz?”

Tıpkı Suruç ve Ankara katliamlarında olduğu gibi, hedef bir kez daha genç nüfustu. Hayat hakkında bir fikri ve perspektifi olan entelektüel potansiyeliydi bir kez daha katledilen.

Katliamlar için seçilen bölge de dahil, rastgele değildi hiçbir şey.

Charlie Hebdo’nun ardından, bir kez daha orta-üst sınıf Parislilerin yaşadığı 10. ve 11. bölgelerde, yani şehrin kısmen daha homojen olan mahallelerinde gerçekleşiyordu saldırılar. Yolu Paris’ten geçen her müzikseverin muhakkak yolunun düştüğü, adının ardından peşi sıra anılarımızın sıralandığı Bataclan Konser Salonu’nda arkadaşlarımız kuşlar gibi vuruluyor; Paris sosyal yaşamının vazgeçilmezi olan “cuma akşamı içkisi”ne gidenler, kafelerin önünde birer birer düşüyorlardı. Ne bir politik toplantı, ne de bir protesto, salt olarak “yaşam” hedefteydi bu kez. 13 Kasım 2015’te, Parislilerin yaşam biçimine derin bir kesik atıldı.

Kuşkusuz ki hayat normale dönecek, ama bu defa hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ortadoğu’dan esen terör rüzgârları, refah timsali Batı’yı da epey ürpertmiş, üşütmüş durumda. Fransızlar, bu iklimi değiştirmek adına, gelecek kurgularını da değiştirmeleri gerektiğini düşünmeye başlayacaklar mı? Bunu söyleyebilmek için belki henüz erken, ama Cumhurbaşkanı Hollande’ın “Savaştayız” açıklaması ve hemen ertesi gün Rakka’nın bombalanmasının sokakta yarattığı huzursuzluk, hâlâ hissediliyor.

Sivil barış kavramına önem veren Fransa sosyalistleri, Paris’te uygulanan “acil durum alarmı”nı, yani bir nevi OHAL’i onaylasalar da, toplumsal özgürlükleri korumanın kendileri açısından çok temel bir prensip olduğuna vurgu yaparak, “içimizdeki düşman” kavramını reddettiklerini ısrarla belirtiyorlar. Olası yabancı düşmanlığı, İslamofobi, anti-Semitizm ya da ırkçılık başta olmak üzere, benzeri nefret söylemlerine uzak durmaya çalışan Fransızları, belki de yakın ve orta vadede kendilerine yeni bir kamp seçme zorunluluğu bekliyor. Zira sivil halkın bir kısmı, kendi hükümetlerinin aldığı savaş kararlarını “bize sorulmadı” diyerek eleştiriyor ve yürütme kararlarının yasayla kontrol altına alınması gerektiğini düşünüyor.

Başbakan Valls’in  toplumun büyük kesiminin yalnızlığa itildiğini söylemesi, belki Aralık ayında yapılacak yerel seçimlerde, Fransız seçmeninin kendini yeniden kolektif bir aklın ve umudun taşıyıcısı arayışına sokacaktır. Zira bu seçimler, Fransa halkına 13 Kasım sonrası kendi sözünü söyleyebilme imkânını tanıyacak. Bir anlamda Fransa’nın ezberini bozan bu katliamlar sonrasında yapılacak ilk seçimler, yeniden ulusal birliğin sağlanması için, süregiden ayrımcılık, sosyal adaletsizlik ve belki yakın tarihle yüzleşmeyi mi sağlayacak, yoksa global dünyanın yeni anlam arayışlarına mı hizmet edecek? Bu sorunun cevabı, şiddetin ve kaosun ne kadar yüceltileceğini görmemizle doğru orantılı.

Diğer taraftan, Paris sakinleri sosyal hayatın içine hızlıca karışarak, dünyaya verdikleri “Korkmuyoruz” mesajının arkasında duruyorlar. Sokaklarda şarkılar söyleyerek, birbirleriyle kucaklaşarak iyileşmeye çalışıyorlar. Mottosu Latince “Fluctuat nec mergitur”, yani “Savrulur ama batmaz” olan Paris, kendi kültür medeniyetini kurabilmiş ender şehirlerden. Yaraları zamanla saracağına olan inanç sonsuz.

Bitirirken, ben de bu yazıyı Bataclan’da hayatını kaybeden arkadaşım Valeria Solesin’e ve her şeye rağmen dünyanın en güzel şehri olan Paris’e adıyorum. Hemingway’in de dediği gibi; “Gençliğinizde Paris’te yaşamak şansına erişmişseniz, ömrünüzün geri kalan bölümünde nereye giderseniz gidin, o sizinle birliktedir artık; çünkü Paris, devingen bir şenliktir.

Kategoriler

Güncel Dünya Dünya

Etiketler

Paris katliamı


Yazar Hakkında