Fransa’da yaşayan yönetmen Serge Avédikian, yedi yıldır üzerinde çalıştığı ve yapım aşamasındaki yeni animasyon filmi "İstanbul’da Son Raund"u Yerevan'da görücüye çıkardı. Avédikian’la, yeni filmi ve Türkiye üzerine...
Fransa’da yaşayan yönetmen Serge Avédikian, geçtiğimiz hafta Yerevan’da düzenlenen Uluslararası Animasyon ve Çizgi Roman Festivali ‘ReAnimania’nın konuğuydu. Avédikian, festival kapsamında, yedi yıldır üzerinde çalıştığı animasyon film projesini izleyicilerle paylaştı. Gerçek bir hikâyeden esinlenerek, Avédikian ve Michel Leviant’ın senaryosunu birlikte yazdıkları ‘İstanbul’da Son Raund’ adlı film, bir Ermeni ve bir Türk boksörün karşılaşmasına odaklanıyor. 1946 yılında, Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa ve İstanbul arasında geçen; iki boksör Süleyman ve Armen’in hayatları üzerinden, soykırıma ve sonuçlarına bakan filmin, önümüzdeki yıl vizyona girmesi bekleniyor. Yıllar önce dedesinin köyü Sölöz’ü ziyaret ederek, ‘Aynı Suyu İçtik’ belgeselini çeken, Osmanlı Devleti idarecilerinin 1910’da ‘sokak köpekleri sorunu’na getirdikleri çözümü anlatan ‘Hayırsız Ada’ animasyonunun yönetmeni Avédikian’la, hem yeni filmini, hem de Türkiye’ye dair hislerini konuştuk.
‘İstanbul’da Son Raund’un hikâyesiyle başlayalım…
Yedi yıldır film üzerine çalışıyorum. Addis Ababa’da, bir Ermeni ve bir Türk boksörün karşılaşmasıyla başlayan gerçek hikâye, Montreal’de piyese dönüştürülmüştü. Piyesi okudum ve çok etkilendim; hem tarihsel, hem sanatsal bir yaklaşımı vardı. Çekirdek hikâyeyi değiştirmeden, metin üzerine çalıştım. Geri kalanı da yıllara yayıldı. Sonunda, klasik animasyon üzerine gerçek oyuncular yerleştirerek çekmeye karar verdim.
Film, Etiyopya’da başlıyor. Ermeni Soykırımı’ndan kurtularak Etiyopya’ya kaçan iki kardeş Armen ve Rosa’nın hikâyesi üzerinden, geçmişe dönüşlerle tarihe de tanıklık ediyoruz. Tehcirde, küçük bir kız olan Rosa, annesinin bir Türk asker tarafından alıkonduğuna ve babasının öldürülüşüne tanık oluyor. Rosa’nın annesi, Türk askerden hamile kalıyor ve Armen doğuyor. İki kardeş, yetim kalan diğer Ermeni çocuklarla birlikte Addis Ababa’ya kaçıyorlar. Filmde geri dönüşlerde bunları izlerken, Süleyman’a karşı ilk maçı kaybeden Armen’in, rövanş için hikâyesinin başladığı yere, İstanbul’a dönüşüne tanık oluyoruz. Filmde farklı sorular var. Kimlik nasıl oluşur? Hangi millete ait olduğunu, kültür mü, kan bağı mı, hafıza mı belirler? Ermeni-Türk ilişkileri gibi, Etiyopyalıların hayatı var filmde. İrlandalı boksörün Rosa’ya aşkı üzerinden, İrlanda ve İngiltere arasındaki sorunları da izliyoruz.
“İzleyici için küçük hikâyelerin hissettirdiği duygu çok önemli. Gerçeği doğrudan ve tüm vahşetiyle göstermek, tarih kitaplarının işi. Sanatsal yolla gerçeği anlatmanın ise farklı yöntemleri var.”
İnsan hikâyeleri üzerinden, tarihsel bir trajediyi anlatmanın nasıl bir etkisi var sizce?
Filmde, Armen ve Rosa kardeşlerin hikâyeleri aracılığıyla, tarihle yüzleşiyoruz. Yanı sıra, İrlanda-İngiltere ilişkileri var. Almanya’ya göç eden ve Nazilerin yanında çalışan Türk boksörün hayatı var. Tüm karşılaşmalar, büyük resmi tamamlıyor. Hikâye evrensel. İzleyici için küçük hikâyelerin hissettirdiği duygu çok önemli. Gerçeği doğrudan ve tüm vahşetiyle göstermek, tarih kitaplarının işi. Sanatsal yolla gerçeği anlatmanın yöntemleri var. Ders vermekten kaçınmak gerekir. Ben doğrudan anlatmayı değil, dolaylı yoldan göstermeyi tercih ediyorum. ‘Hayırsız Ada’ filminde, 1910 yılında, Osmanlı idarecilerin köpeklere nasıl davrandığını gösterdim. İzleyici, o idarecilerin beş yıl sonra Ermenilere neler yapmış olabileceğini düşünsün istedim. Suçlu olan, toplumu yönetenler. İnsanların yüzüne, “Sen suçlusun” diyemezsin. Çünkü bilmiyorlar. 100 yıllık bir kandırılmışlık var. Koca bir yalan üzerine kurulmuş bir ülke var. Dışarıdan müdahale edemezsiniz. Türkiye’yi ancak içeriden değiştirebilirsiniz. O da, önce toplumun gerçeği hissetmesiyle mümkün. Film bittiğinde Türkiye’de gösterilmesini, oraya gelip insanların sorularını yanıtlamayı isterim. Diyalog ancak böyle kurulabilir.
‘ReAnimania’ Festivali’nin davetlisi olarak Yerevan’a geldiniz. Ermenistan’da animasyon sanatının gelişimiyle ilgili neler düşünüyorsunuz?
Yerevan’da iki uluslararası film festivali var; biri ‘Altın Kayısı Film Festivali’, diğeri de ‘ReAnimania Animasyon Festivali’. Bu küçük şehirde, iki büyük festival olması, kültüre, sinemaya gönül vermiş, dünyadaki yenilikleri ülkeye getirip paylaşmak isteyen sanatçılar olduğunu gösteriyor. Bölgede çok daha büyük şehirler var, ancak bu çapta bir festival yok. ‘ReAnimania’nın uluslararası animasyon dünyasında büyük bir itibarı var. Yurt dışından gelen konukların, ülkeyi görüp tanımaları çok önemli. Ayrıca, burası gençler için bir okul. Festivalde çalışan gençlerin, bu yolda devam etmek istediklerine karar vermeleri büyük bir adım.
Ermenistan’da doğmuş biri olarak, bugün ülkenin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Eskiden Ermenistan daha içine kapanık bir ülkeydi. Şimdi, Diaspora’dan bir sürü kişi geliyor, turistler gelip gidiyor. Ayrıca, İranlı ve Suriyeli Ermenilerin gelişiyle güzel bir karışım oldu. Ancak, toplumda bir güvensizlik var. O güvensizlik, Ermenistanlıları ülkeden kaçırdı. En büyük tehlike bu. Ülke, az kişinin elinde kaldı. Yönetenler ve yoksullar var. Yerevan’ın merkezinden 4 km öteye git, ülke yıkılmış halde. İnsanlar, ümitsiz ve çaresiz hissediyorlar. Ermenistan’da sadece işsizlik sorunu yok; burada yaşayanların kendilerini yaralı ve insan yerine konmadıklarını hissetmeleri, daha önemli bir sorun. Topluma, ülkenin onların olduğunu hissettirmek gerekiyor. Demokrasiye ihtiyaç var.
Animasyonu tercih etmenizin nedenleri nelerdir?
İki temel sebebi var. Bazı temaları doğrudan sinemaya aktarmak zor. Çok güçlü bir vahşeti anlatmak istiyorsun, ama izleyiciyi korkutmanın da bir anlamı yok. Animasyonla hem yaşanan vahşeti anlatmak, hem de izleyicinin hayal dünyasını harekete geçirmek mümkün. İkinci nedeni ise, resmi çok sevmem… Yerevan, ressamların şehriydi. Hikâyeyi, minimalist bir şekilde anlatmanın yollarını arıyorum. Bilgisayarlar ve teknolojinin yardımıyla yapılan büyük animasyonların peşinde değilim. Önemli olan resim ve resmin hareket etmesi. ‘Hayırsız Ada’da, köpeklerin sayısını, birbirlerini yemelerini, öldürülüşlerini ifade ederken de minimalist öğeler kullandım, resim ve sesten yararlandım. Animasyon çok zengin bir sanat dalı. Umarım yeni teknolojiler, animasyonu tektipleştirmez.
Soykırımın 100. yılında sanatsal üretimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
100. yılda, yaşanan trajediyi olduğu gibi anlatan, hatta sadece trajediye odaklanan işler beklemek gerçekçi değil. Sergei Parajanov, Martiros Saryan’ın 1915’te çiçek resmi çizdiğini söylemişti bana. Sanatçı, doğrudan hikâyenin içine girerse, darmadağan olabilir, içinde ezilebilir. Şairler, genellikle mutsuz insanlar; ancak, çektikleri acıyı, güzel ve güçlü şiirlerle dile getiriyorlar. ‘Aynı Suyu İçtik’ belgeselini çektikten sonra, Bursa’dan İstanbul’a gelmiştim. Hrant Dink, benimle bir söyleşi yaptı. Ben ona, dedemin köyü Sölöz’ü anlattım. Çok kişi bilmez orayı. İznik Gölü çevresinde 11 küçük Ermeni köyü var, yaklaşık 5 bin Ermeni yaşıyor. Bugün Sölöz’de yaşayanların çoğu, 1922 yılında mübadeleyle gelenler. Ben oraya gittim, onlardan önce o bölgede kimlerin yaşadığını anlattım. İnsanca yaklaşımın ne kadar önemli olduğunu da orada öğrendim.
Dedenizin köyü Sölöz’e ilk gidişinizde, neyle karşılaştınız, neler hissettiniz?
Türkiye’ye ilk olarak 1987 yılında geldim. Dayanamadım, Bursa’ya da gitmek istedim. Fransız bir fotoğrafçı da vardı yanımda. Köylüler gelip “Ne çekiyorsun?” diye soruşturdu. “Burası büyük babamın doğduğu yer” dedim. Döndüğümde, tarihin yeni başladığını düşündüm. Yıllar geçti, 2000’de tekrar geldim. Devam etmem gerektiğini biliyordum. İlk animasyon filmim olan ‘Hayatın Çizgisi’ için 2003’te Bursa’ya davet edilmiştim. Arabayla köye geçtim. Köylülerden tanıyanlar oldu. Onlara, ‘Yine bir günlüğüne geldim. Ama bir gün döneceğim ve bu köyün hikâyesini birlikte anlatacağız’ dedim. 2005’te de grubumla gittim ve filmi çektim. Önce anlattım. “Burada sizden önce kimler yaşıyordu biliyor musunuz? Ben o insanların mirasıyım. Burada doğmuş olabilirdim, ancak başka bir yerde doğdum. Neden?” Bunları anlatmak lazım. Diaspora’daki yeni nesil için cesaretlendirici bir film oldu. Korkularını yenip, Türkiye’ye gelmeye başladılar. İnsanlara yol açmak lazım. Sınırların nasıl aşılacağı üzerine düşünmek lazım.
Dedenizin hikâyesini ne zaman öğrendiniz?
Dedemin adı Avedis’ti; Türkçe konuşur, şarkı söylerdi. Ben bile eski Türkçe şarkıları biliyorum. 25 yaşındaydım, ilk çocuğum dünyaya gelecekti, dedemin hikâyesini kaydetmeye başladım. Kendisi, Sölözlülerin birçoğu gibi, Konya Valisi Celal Bey sayesinde kurtulmuştu, ama Konya’da olduğu süreyi pek anlatmadı. Gördüklerini, yaşadıklarını anlatması çok zor oldu. 1919’da Sölöz’e dönmeyi başarsalar da, 1922’de oradan ayrılmak zorunda kalmışlardı.
‘Birbirimize söyleyecek neyimiz var?’
Türkiye’ye beş yıldır gelmeyişinizin bir nedeni var mı?
Daha önce yazmıştım. Türk arkadaşlarıma biraz kırgınım. Hrant’tan sonra birlikte yola çıktık, iş yaptık. ‘Özür Diliyoruz’ kampanyası, konferanslar oldu, kitaplar basıldı. Bunları için teşekkür ediyorum. Ancak, siyasi ve toplumsal anlamda ileriye gitmek gerek. Bu konu, yalnızca entelektüel bir grupla sınırlı kalamaz. Toplumun az bir kısmının okuduğu dergilerde makaleler yazarak da olmaz. Arkadaşlarımın güçlü bir şekilde mücadeleye devam etmelerini isterdim. Devletle aynı fikirde değilsen, devletin baskısı ve şiddetiyle karşılaşman kaçınılmaz. Ancak direnmeden de hiçbir şey değişmez. Beş yıldır Türkiye’ye gelmiyorum. Birbirimize söyleyecek neyimiz var, nereye ulaştık? Birkaç kişi ve kurumdan başka kim var? Baruyr Sevag yazmıştı, “Tek bir Ermeni bıraktılar, o da müzede teşhir edilsin diye.” Biz yaşıyoruz, nefes alıyoruz. Kamp Armen’in iadesi çok önemli. Gençler mücadele ettiler ve kazandılar. Çok büyük şeylerden bahsetmiyorum, bir taş koysan yeter.