Cevdet Erek son günlerde hem ‘Abluka’ filmi için yaptığı ses tasarımıyla, hem de 14. İstanbul Bienali kapsamında sergilenen yerleştirmesiyle gündemde. Sanatçıyla bir araya gelerek, iki projenin detaylarını konuştuk.
Cevdet Erek’in 14. İstanbul Bienali kapsamında sergilediği ‘Bir Ritim Mekânı - Otopark’ başlıklı yerleştirmesi, bienalin kapanışının ardından sergilenmeye devam ediyor. Tophane’deki bir otoparkın kullanılmayan giriş katına yapılan yerleştirmenin ne zamana kadar ziyarete açık olacağı, içinde bulunduğu, yıkılması planlanan binanın akıbetine bağlı.
Boş otoparka, buradaki mimari bileşenlerin üzerine yeni unsurlar ekleyerek, bir ses yerleştirmesi yapmış Cevdet Erek. Seyahat acentesi ilanlarının yapıştırıldığı ışıklı pano ve otoparkta olduğu için çok da tuhaf durmayan fakat bir çağdaş sanat yerleştirmesinin kenarına park edilmiş haliyle merak uyandıran eski Jaguar da binadan çıkmış. Bununla 1986’daki milletvekili ara seçimlerine damga vuran ‘Davul delen Jaguar’ın hikâyesine gönderme yapılıyor. Erek, 2012’de Kassel’de düzenlenen Documenta sergisi için işbirliği yaptığı küratör Carolyn Christov-Bakargiev’in davetiyle, mekânla bütünleşen, hatta orayı yeniden tanımlayan ve sınırlarını yeniden çizen, sesin merkezî rol oynadığı, mekâna özgü bir yerleştirme yaratmış 14. İstanbul Bienali için.
Aynı zamanda Nekropsi grubunun davulcusu olan sanatçı, Kaan Müjdeci’nin yönettiği ‘Sivas’ filminin müziklerine imza atmıştı; bugünlerde de, Emin Alper’in ‘Abluka’sı için yaptığı, filmin tekinsiz atmosferini pekiştiren ses düzenlemesiyle gündemde. Aslında onunla konuşulacak çok şey var, ancak biz bu söyleşide ‘Bir Ritim Mekânı - Otopark’ ve ‘Abluka’ya odaklanıyor, bienaldeki ritimler ile filmdeki tınılar arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları konuşuyoruz.
Sizin işlerinizi konuşmak da, anlatmak da zor, çünkü onları soyut kavramlar ve deneyim üzerine kurguluyorsunuz. Daha önce verdiğiniz bir söyleşide “Ben işlerimde sesi kullanırım” demişsiniz. Bu ne anlama geliyor?
Bu çok geniş bir soru. Sesi tek bir dilde kullanmıyorum, bunu yapmanın farklı yollarını deniyorum. Vurmalı çalgılara aşina olduğum, davul çaldığım için mekânda ses üretme pratiğine sahibim. ‘Bir Ritim Mekânı - Otopark’ projesinde ses nerdeyse bir mekân kurucu işlevi görüyor, mimari bir bileşen haline geliyor. Buradaki ritimlerin doğrudan anlattığı bir şey yok. Müzikal ölçülerin ritimlerini vuran bazı perküsyon sesleri var. Bu sesler, mekânı sessiz halinden başka yerlere genişletmeye yarıyor. Diğer taraftan da, dışarıdan gelen sesler için ritmik bir altyapı oluşturuyor. Bu yüzden sadece müzikal ritimler değil, gündelik hayatın sesleri, tarihsel ve politik ritimler de söz konusu.
Kabaca, burada üç ritim katmanı var: Birincisi, mekânda yankılanan müzikal ölçü ritim katmanı; ikincisi dışardan gelen sesler, yani yoldan geçen arabanın, yukarıdaki kilisenin, camiden yayılan ezanın, bağıran satıcının, kavga ve gürültü edenlerin sesi; üçüncüsü ise tarihsel bir ritim katmanı. Bu aslında yakında tarih olacak binanın kendisi ve çevresini ifade ediyor, doğrudan sesle ifade edilmiyor.
Aslında sizin işlerinizde sadece sesleri değil, sessizliği de deneyimliyoruz...
Doğru. Bir görseldeki noktalar gibi, sesler de ara boşluklar yaratıyor. Sessizlik de işin bir parçası. Bienal açıldıktan bir hafta sonra, ses yerleştirmesine önce dört, sonra da sekiz saniyelik bir sessizlik ekledim. Bu, mekân kurmaya benziyor. Mekân boşlukla, eşyaları ve mimari unsurlar kullanılarak boşluğun nasıl kurulduğuyla ilgilidir.
Bienal sizin açınızdan nasıl geçti?
Bunun değerlendirmesini yeni yeni yapabiliyorum. Herhalde başka hiçbir sergimi bu kadar sık ziyaret etmemişimdir. Benim için bu işi yurtdışında değil de İstanbul’da yapmış olmak çok önemli. Eş dost ve sanat çevresi haricinde insanlar da gelip yerleştirmeyi görebildi. Ben de, sergi devam ederken işte ufak tefek değişiklikler yapabildim.
Burası bize ödünç verilmiş bir mekân. Biz de onu sokağa kazandırmaya çalışıyoruz, insanlara kapılarını açıyoruz. Bienalin son iki haftası, iki ayrı grup bize gelip burada bir dans denemesi yapmak için izin istedi ve ardından kendi performansını yaptı. O sırada burayı ziyarete gelenler bambaşka bir işle karşılaşmış oldular. Aslında bizim de yapmak istediğimiz, mekânın kullanımıyla ilgili ilham verebilmekti. Bu tür deneyimler, projenin buradan başka yerlere sıçrayabileceği konusunda bize umut verdi. Bu yüzden bence bienal iyi geçti.
Sinan Yusufoğlu’nun, Agos için yönetmen Emin Alper’le yeni filmi ‘Abluka’ hakkında yaptığı söyleşide, ses tasarımının filmin atmosferine önemli katkılarının olduğundan bahsediliyordu. Nasıl çalıştınız ‘Abluka’ için?
Bienaldeki projeyle filmin seslerinin uygulaması aynı anda oldu. İkisi arasında bolca ortak noktalar olduğunu sonradan fark ettim. İki projede de iç-dış ilişkisi ve bir mekân söz konusu. Bir bölüm dışında, benim film için kurguladığım seslere müzik denemez. Ancak birkaç yerde ses ön plana çıkarak tek başına var oluyor. Film için yaptığımız bir de parça var. Benim sorumluluğum, filmin ses kuşağına katkıda bulunmak ve bunu yaparken yönetmeni tatmin edecek sonuca ulaşmaktı. Projeye sonradan ses tasarımcısı Cenker Kökten de dahil oldu.
Filmde yaratılan, sizin de kurguladığınız seslerle pekiştirdiğiniz atmosferi tarif eder misiniz?
‘Abluka’ zamansız bir film olsa da, aşina olduğum bir dünyadan, yaşadığım şehirden bir hikâyeyi anlatıyor. Tanıdık gürültüler, sesler, konuşmalar, olaylar ve sloganlardan besleniyor. Filmde bugün de anlatılıyor, ‘90’lı yıllar da, hatta belki gelecek de... Bugüne kadar sakladığım birçok şeyi bu film için biriktirdiğimi fark ettim. Bunda, yönetmenle benzer dünyalardan, aynı kuşaktan olmanın, aynı dönemlere tanıklık etmiş olmanın etkisi var.
Olaylar kentin çeperlerinde bir yerde geçiyor; uzaktaki otobanda seyreden arabaları duyuyoruz. Sonra Türkiye’de hiç azalmayan, hatta son zamanlarda daha da artan patlamalar, çatışma sesleri, sloganlar... Pangaltı’da tesadüfen kaydettiğimiz helikopter seslerini direkt filme dahil edebildim mesela. Demek ki gerçeklikle ilişkili bir durum söz konusu. Diğer tarafta, insanların küçük dünyalarından yankılanan sesler var. Kişinin psikolojisine göre önemi artan kapı zili, alarmlar, sobanın çıtırtısı, suyun dolarken çıkardığı sesler... Kulak çınlaması gibi, kişinin sadece kendisinin duyduğu sesleri de ekledim. Filmde çokça fokurtu var. Kaynayan bir şeyler duyuyoruz hep. Bunlar bazen helikopter ve bomba sesleriyle iç içe geçiyor.
Filmdeki seslerle sergideki sesler arasında nasıl bir ilişki var?
‘Bir Ritim Mekânı - Otopark’ projesinde azlık - boşluk üzerine kurulu bir düzen var. Oradaki sesler neredeyse kristalize olmuş. Oysa ‘Abluka’da yüzlerce ses var. Sergide müellif benim, filmdeyse yönetmene hizmet ediyorum. Sadece kendi işine değil, başkasının projesine yoğunlaşmak, onun hayal dünyasına hizmet etmek zor ama bence çok önemli bir şey. Bu, çoğu sanatçının yaşayamadığı bir lüks.