Belgeselci ve fotoğraf sanatçısı Erhan Arık'ın iki yıl önce gerçekleştirdiği 'Horovel' çalışmasından bir bölüm. 1910 doğumlu 101 yaşındaki Tigranuhi Asatryan, 1915'te yaşadıklarını anlatıyor.
Yazı, Fotoğraf ve Multimedia Video: Erhan Arık
Karma karışık hisler içinde bir gün öncesinden hazırlanıyorum, 1915 olaylarında 5 yaşında olan ve hayatta kalanlardan Tigranuhi Asatryan ile tanışmak için. Kafamda bir sürü soru var. Yanımdaki kitapları karıştırıyorum, internetten o güne ve olanlara dair bir şeyler okuyorum. Fakat savaş, kan, öfke, ölen insanların sayısından ve ceset fotoğraflarından daha fazla bir şey bulamıyorum… Derdim Ermeni halkının büyük acılar yaşadığı bu olay hakkında içi boş birkaç barış mesajı aramak değil, ama savaşın ve öfkenin dışında bir “gelecek” arıyorum.
Gecenin sabahında fotoğrafçı arkadaşım Nazik ile birlikte Erivan’ın dışında bir mahallede yaşayan Asatryan'ın kaldığı, kızının evine gidiyoruz. Kapıyı Asatryan'ın kızı açıyor. Merhabalaşıyoruz ve eşiyle tanışıyorum. İçeriye alıyor bizi. Köşede kendinden epeyce büyük koltukta, ak saçlı, ince yüzlü Asatryan, yorgun gözlerini bize doğrultuyor. Nazik, merhabalaştıktan sonra beni tanıştırıyor:
-Türkiye’den bir fotoğrafçı seninle sohbet etmek için geldi.
Gülümseyip elimi tutuyor Asatryan, eliyle yanını göstererek oturmamı istiyor. Türkiyeli bir Ermeni olduğumu düşünerek Ermenice birkaç şey söylüyor. Anlamıyorum, anlamadığımı anlayınca, Nazik'e dönüp soruyor:
- Ermenice bilmiyor mu?
- Hayır.
“Nasıl bir Ermeni genci Ermenice bilmez” diye şakayla karışık çıkışıyor. NazikAslında belki de evden ayrılmamıza neden olacak ve çok dillendirmek istemediği cevabı vermek zorunda kalıyor Asatryana “O, Ermeni değil. Bir Türk gazeteci”.
Asatryan benim bir Türk gazeteci olduğumu öğrenince duraksıyor. Aslında bu duruma kendimi epeyce hazırlamıştım, fakat hayatım boyunca kabullenmediğim, hiç bir etnisiteye, dini aidiyete inanmazken, bunlar üzerinden kendimi tanımlamıyorken, şimdi bu iki unsur üzerinden tanımlanıyordum. Belki de korktuğum şey oluyordu; Asatryan beni onu dinlemeye, onunla sohbet etmeye gelen biri değil de, 1915'te kendisinin çok zor hayatta kaldığı ve yüzbinlerce kişinin hayatını kaybettiği olaylardaki düşmanı olarak mı görüyordu? Nedenini anlamlandırdığım fakat sonucunu anlamlandıramadığım bu sessizlik bozulmuyor ve benim dilim kurumaya başlıyordu. Onun gözlerinin içine bakıp, kırgınlığına, kızgınlığına, acısına, özlemine dokunmak isterken, artık gözlerimi kaçırıyordum: Çünkü onun benim gözlerime baktığında gördüklerinin ve hissettiklerinin öznesi olmak istemiyordum.
Sonrasında Nazik röportaja başladı. Ben ise öncesinde yaşanılan sessizliğe takıldım, röportajın devamında söyleyecekleriyle yaşanılan sessizliği anlamlandırmayı bekliyordum.
Asatryan konuşmaya her şeyini bıraktığı Kars'ı, Kağızman’ı, orada bıraktıklarını, gözleri dolu dolu, titreyen bir sesle anlatıyor. “Bırakmak” kelimesine takılıp kalıyor, cümlelerinin çoğunun yüklemi, bu kelime oluyor. Kızgınlık, acı ve gözyaşıyla dolu olan cümlelerin devamında ise özneler, yerini “GARDAŞ” kelimesine bırakıyor. Değişmeyen tek şey gözlerinde hiç bitmeyen ve dolup dolup taşamayan yaş ve sesindeki titrek acı. Ayrılığı-barışı, acıyı-yarını, hayatını kaybedenleri-hayatta kalanları da aynı gözyaşı ve titrek sesle anlatıyor. Kaybettiklerini anlatırken nefesi yetmiyor. Kalbi duracak gibi oluyor. Söz özlediklerine ve Türkiye’de bıraktığı “gardaşlarına” geldiğinde derin bir nefes alıyor, fakat o nefes bir anda ölüm sessizliğine dönüyor:
“Ben gördüm, her şeyi gördüm. Gardaş diye diye öldürdüler bizi. Ben Türkiye'de Kağızman’da doğduğumda takvim baharı gösteriyordu. Büyük bir evimiz vardı. Çok zengin meyve bahçelerimiz vardı. Armut, elma, bahçelerimiz vardı. Göç ettiğimizde hiçbir şey almadık. Herşeyi bıraktık, aç- susuz göç ettik... Yollarda öldürülmüş insanlar gördüm. Talan talandı, ölen de ölmüştü ve tecavüzler vardı. İnanılmayacak şeyler gördüm. Anlatması bile zor... 200 kişiden 2 kişi kurtulmuştu. 200 kişinin üzerine kapıyı kapamışlar ve öldürmüşlerdi. Beni ve kız kardeşimi ise bir evin içinde saklamışlardı. Hergün ağlıyorduk birlikte.”
...
Elimi tutuyor, dizlerine çömeliyorum ben de. Yorgun sesiyle, yetmeyen nefesiyle “Sana daha çok şey anlatmak istiyorum, ama ‘hatırlamıyorum'” diyor.
Dünya bu büyük olayda teraziler kurup kayıpları tartarken, ceset sayımı yaparak ölen insanlar için isimler ararken, her şeyi elinden alınmış Asatryan bir asırdır birlikte yaşadığı içindeki titrek acının ve gözyaşının üzerine tek bir şey istiyor: “hatırlamak ve hatırlanmak”.
Cümlesini sanki komşusuna mektup gönderircesine basitleştirerek, geride bıraktıklarından hayatta kalan, doğduğu topraklardaki gardaşlarına, şu cümleleri iletmemi isteyerek bitiriyor: “Ne zaman dönüyorsun Türkiye’ye? Geri döndüğünde onlara bir Ermeni kadından selam söyle, bütün iyi şeyler, sağlık, mutluluk ve huzur onların olsun. Ve 23 Nisan benim doğum günüm, gelir misin?”
Tigranuhi Asatryan 23 nisan 1910
“Gençlik fotoğrafını gösterip, gözlerinden yaşanılanların acısını siliyor ve hatırlamaya çalışıyor.”