Hrant Dink Vakfı’nın 2011 yılından bu yana sürdürdüğü sözlü tarih projesi, ‘Sessizliğin Sesi’ serisinin dördüncü kitabı ‘İzmitli Ermeniler Konuşuyor’ okuyucuyla buluştu. Kitaptaki söyleşilerin bazı bölümlerini sunuyoruz.
Kitap, aile kökleri, 1915’te Osmanlı Devleti’nin İzmit Sancağı içerisinde yer alan İzmit, Bahçecik, Adapazarı, Karamürsel, Geyve gibi yerleşim yerlerinden birine ait olan kişilerle yapılmış görüşmelerden derlendi. Hrant Dink Vakfı sözlü tarih projesi koordinatörlerinden Ferda Balancar tarafından derlenen dokuz görüşmenin yer aldığı kitapta ayrıca, tarihçi Raymond Kevorkian’ın ‘Ermeni Soykırımı’ kitabının ‘İzmit Mutasarraflığı’nda Yapılan Tehcirler’ başlıklı bölümü ve Aras Ergüneş tarafından kaleme alınan bir sonsöz yer alıyor. Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde araştırma görevlisi olan Ergüneş, 2011’den bu yana Bardizag’ın (Bahçecik) kültürel hafızasını açığa çıkarmaya çalışan bir araştırmayı Gülbin Kıranoğlu ve Erman Ohanoğulları ile birlikte yürütüyor.
Kitapta ayrıca şarkı sözleri ve tekerlemelerden oluşan bir seçki de yer alıyor. Müzikolog, derlemeci, koro şefi, besteci ve yazar Mihran Tumacan’ın Hayreni Yerk u Pan (Ermenilerin Memleket Şarkıları ve Sözlü Geleneği) eserinin birinci cildinden seçilen şarkı sözleri ve tekerlemeler, İzmit ve çevresinde yaşamış Ermenilere ait.
Sözlü tarih projesi kapsamında Ocak 2015’te başlayıp Ağustos 2015’e kadar süren mülakat sürecinde, toplam 30 kişiyle görüşüldü. Görüşülen kişilerin biri ABD’de, ikisi Kanada’da, ikisi Almanya’da, altısı Ermenistan’da, 19’u ise Türkiye’de yaşıyor. Kitapta derlenen dokuz mülakatın beşi erkek, dördü ise kadın görüşmecilerle yapıldı. Bunların altısı Türkiye’de, ikisi Ermenistan’da, biri Kanada’da yaşıyor. Görüşülenlerden beşinin ailesinin kökleri Bardizag’da. Ermenicede ‘küçük bahçe’ anlamına gelen Bardizag’ın günümüzdeki adı ‘Bahçecik’. Diğer dört kişinin aile kökleri ise Karamürsel, Armaş, Adapazarı ve İzmit’e uzanıyor.
KİTAPTAN
Önce eli silah tutan erkekler…
“1943’te İstanbul’da doğdum. Annem, Karamürsel ilçesine bağlı Merdegöz köyünden ama ben hiç orada yaşamadım. ‘Merdegöz’, Mardingöz’den geliyor. Köy nüfusunu oluşturan Ermeniler buraya 18. veya 19. yüzyılda, Mardin’den gelmişler; bu yüzden adı önce Merdingöz olmuş, sonra da Merdegöz. Şimdiki adı ise Avcılar. Köy olduğu gibi duruyor, ne ilave var, ne eksik. Sadece Ermeni okulunu yıkıp, yerine cami yapmışlar. Kilise ise yok. Mesela annemlerin evi köyün girişinde aynen duruyor. Köyün girişinde sıvası yapılmamış başka evler de var. Adamlar öylece bırakıp gitmişler, bir gecede. Daha sonra bu evlere muhacirler yerleştirilmiş. Alt katlarda muhacirler, üst katlarda ise hayvanlar yatarmış, öyle anlattılar.
Merdegöz, 1915’e kadar, olduğu gibi Ermeni’ymiş. Annem köyünü çok severdi. Bu yüzden, o 1982’de vefat edene kadar köyü sık sık ziyaret ettik. O yıllarda orada bir tek kişi kalmıştı Ermenice bilen. Onun çocukları, torunları önce Karamürsel’e, sonra da İstanbul’a yerleşmişler. O kadın bizimle Ermenice konuşurdu. O da, annem de köyde ipekböcekçiliği yapıldığını anlatırdı. Halkın tamamı ipekböcekçiliği sayesinde zenginmiş. Çok güzel bir köymüş; yeşil, ormanın içinde… Dut ağaçları, bağlar, zeytinlikler varmış. Öyle ki, anneannem Der Zor’dan döndükleri zaman dokuz teneke zeytinyağı çıkarmış. Düğünler yedi gün yedi gece sürermiş. Köyde 1915’e kadar kilise, kilisenin yanında da okul varmış. Okulun öğretmeni şimdi Bahçecik denen Bardizag’dan gelirmiş. Dedem Avedis, hastaları şifalı otlarla tedavi edermiş. Bu, babadan oğula geçen bir şey. Dedem o kadar ünlüymüş ki, hastaları tedavi etmesi için Karamürsel’den, hatta İstanbul’dan gelip alırlarmış onu.
Köyün tamamı bir gecede sürgüne gitmiş. Önce eli silah tutan erkekler askere alınmış. Sonra kadınlar, çocuklar, yaşlılar yola düşmüşler. Tehcir zamanı İstanbul’dan gelip, dedeme “Al aileni, seni İstanbul’a kaçıralım” demişler. Ama dedem “Herkes nereye, ben oraya” deyip bu teklifi reddetmiş. Ailesini de alıp, tüm köyle birlikte Der Zor’a doğru yola çıkmış. Dedem, anneannem, annem, annemin küçük erkek kardeşi Tavit de onların arasında... Der Zor’a ulaşmışlar. Sağ kalanlar, savaş bittikten sonra köylerine dönmüşler. Fakat bu sefer de Kuvayımilliye gelince, İstanbul’a kaçmışlar.”
“Tarlasında tütün eken dedemi neden yerinden yurdundan koparıyorsun?”
“Eşim Yozgatlı. Ateşin içinden gelmişler. Yozgat’tan ya da Anadolu’dan gelenlerle Bardizaglılar arasında hep bir fark gözlemlemişimdir. İstanbul’a yakınlığından olsa gerek, Bardizaglılar bana hep daha kültürlü gibi gelir, bir de birbirlerini çok tutarlar. Tabii bu söylediğim Yozgatlılar için de geçerli.
Anne tarafımdan da, baba tarafımdan da geçmişe dair çok şey dinlemedim. Oturup kitaplardan okuyunca da çok üzülüyor ve sinirleniyorum. Agos’a da aboneyim ama okuyamıyorum, çünkü Ermenilerin yaşadıklarını okudukça öfkeleniyorum. Mesele sadece Bardizaglılara yapılanlar değil, genel olarak Ermenilere bu ülkede çok büyük haksızlıklar yapılmış. Diyorlar ki “Doğuda Ermeniler, Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslara yardım etmiş.” Peki kardeşim, diyelim ki öyle… İzmit’teki, Bursa’daki Ermeni çocuğunun ne kabahati vardı bunda? Bardizag’da, tarlasında tütün eken dedemi neden yerinden yurdundan koparıyorsun?”
“Ailemin hikâyesini 50 yaşımda öğrendim”
“Babaannemler iki kız kardeşmiş. Babaannem 1915’ten önce evlenmiş ve bir kızı olmuş. Kızının adını Mari koymuşlar. 1915’ten bir-iki yıl önce, kız kardeşiyle birlikte, fakirlik yüzünden Bardizag’dan İstanbul’a çalışmaya geliyorlar. İkisi birden Japonya Konsolosluğu’nda hizmet işlerinde çalışmaya başlıyorlar. Babaannemin kocasıyla kızı Mari, Bardizag’da kalıyorlar. 1915’te Tehcir kararı çıktığında, onlar da diğer Bardizaglılarla birlikte sürgüne gidiyorlar. Sanıyorum o sıralar, Mari yedi-sekiz yaşlarında. O dönemde İstanbul’da olan babaannemle kız kardeşi, Tehcir’i öğrenince telaşlanıyorlar. Kumkapı’ya, Patrikhane’ye gidiyorlar. Patrikhane’den onlara “Sakın gitmeyin, giderseniz siz de kaybolursunuz. İstanbul’dan ayrılmayın. Sizler de ayrılırsanız İstanbul’da cemaat kalmaz, cemaat kalmazsa Patrikhane’yi ayakta tutamayız” diyorlar. İki kız kardeş böylece İstanbul’dan ayrılmıyor. Daha sonra babaannemin kocasından ve kızı Mari’den hiç haber alınamıyor.
Babaannem ve kız kardeşi İstanbul’da çalışmaya devam ediyorlar. Birkaç yıl sonra, İstanbul’daki Bardizaglılar babaanneme “Kocandan da kızından da haber yok, gel seni Sepetçi Onnik’le evlendirelim” diyorlar. Benim büyükbabam olan Onnik, o sıralar Fatih Küçükpazar’da sepetçilik yapıyor. Babaannem onunla evleniyor. İlk çocukları kız oluyor, ona Mari adını veriyorlar, yani beni yetiştiren halama. Daha sonra babam, en son da küçük halam doğuyor. Ben, babaannemin ilk kocasından Mari adlı bir kızı olduğunu ve o kızın babasıyla birlikte Tehcir’de kaybolduğunu 50 yaşımda öğrendim, çünkü böyle şeyler hiç konuşulmazdı.”
“Dedem, ‘Türklerin içinde de iyiler var’ deyince tepki gösterirdik ona”
“Anneannem, Armaş’ta nüfusun çoğunluğunun Ermeni olduğunu, ama az da olsa Türk nüfusun da olduğunu söylerdi. Ermeniler ve Türkler birarada, huzur içinde yaşarlarmış. Ciddi sorunlar olmamış. Ne anneannemin, ne de dedemin Türklerden şikâyet ettiğini duydum.
Dedemin babası Birinci Dünya Savaşı sırasında Türk ordusunda askerlik yaparken hastalanmış. Dedem bunun haberini alınca, henüz 14 yaşındayken, babasını görmek için yollara düşmüş. Vardığında, babasının hastalıktan öldüğünü söylemişler. Dedem bunun doğru olduğuna inanırdı, babasının hastalık dışında bir nedenle öldüğünü düşünmezdi.
Dedem, babasının öldüğünü öğrendikten sonra eve dönmek için yola koyulmuş, ama kışın en soğuk günleri olduğu için yolda hastalanmış. Onu bir Türk aile iyileştirmiş. Ne zaman Türklerle ilgili bir konu açılsa, dedem “Türkler sanıldığı kadar kötü insanlar değiller, onların içinde de iyiler var. Herkesi aynı kefeye koymayın” derdi. “Türkler bir milyon insanı öldürmüşler, onlar hakkında nasıl iyi şeyler söyleyebilirsin!” diye tepki gösterirdik ona.”
“Babaannem, ‘İzmit benim dünyam’ derdi”
“Babamın babası 1874’te İzmit’te doğdu, 1930’da İstanbul’da öldü. Babaannem ise 1887’de İzmit’te doğup, 1964’te İstanbul’da öldü. Çok eski tarihlerde, ailecek Protestan olmuşlar. Babam Protestanlığın çok açık fikirli bir mezhep olduğundan söz ederdi hep.
Babamlar üç erkek kardeş. Amcam 1906, babam 1907, küçük amcam 1916 doğumlu. 1915’te babam, amcam, babaannem ve büyükbabamı trene bindiriyorlar. Konya’ya doğru yola çıkıyorlar. Yoldayken yeni bir emir geliyor. Protestan ve Katolik Ermenilerin evlerine dönmesi, Ortodoks Ermenilerin ise yola devam etmesi isteniyor. Ailem, bu emrin Amerikalıların baskısıyla verildiğini söylerdi. Babamın ailesi Protestan olduğu için dönüp tekrar İzmit’e yerleşiyor. Daha sonra İstanbul Beşiktaş’a taşınıyorlar. Küçük amcam, Tehcir sonrası doğuyor.
Babam Tehcir’le ilgili hiçbir şey anlatmazdı. Babaannem anlatırdı ama o vefat ettiğinde ben 20 yaşımdaydım. “Keşke daha çok şey sorsaydım” diye çok hayıflanıyorum. Ben ısrar etseydim, belki daha fazlasını anlatırdı. Babaannem “İzmit benim dünyam” derdi. İzmit’in merkezinde otururlarmış. Anlattığına göre, şehrin ortasından tren geçermiş o zamanlar. Bir de “İzmitli Ermenilerin gözleri hep mavi olur” derdi. Babamın da gözleri maviydi. Babaannem, ben askerdeyken vefat etti. Babamın babası ise 1930’da vefat etmiş, dolayısıyla onu tanıma şansım olmadı hiç.”
“Babam ‘Bardizag’ı gören gözlerinden öpeyim kızım’ derdi”
“Babam Bardizag’dan çok küçük yaşta ayrıldığı için oraları pek anlatmazdı, ama çok özlerdi. Onun hatırladığı dönemlerde sakinmiş Bardizag. Oranın yemeklerini öve öve bitiremezdi. Annesinin, ninesinin yaptığı yemekleri anlatırdı ama o yemeklerin isimlerini hatırlayamıyorum. Babamın ailesi çiftçilikle uğraşırmış, tarlaları varmış Bardizag’da. Tarlanın Türkçe yazılı tapusu hâlâ durur. Büyükannem ve büyükbabam Bardizag’ı çok anlatırlardı. Büyükbabam “Bardizag’a gidelim, çiftliklerde gezelim” diye bir şarkı söylerdi sık sık, bizim de söylememizi isterdi. “Şimdi Bardizag’da olsak şöyle yaparız, böyle yaparız” derlerdi sürekli. “Türkler bize çok eziyet ettiler. Ermeniler onlara ne yaptılar da, karşılığında bunu gördüler” sözlerini hatırlarım. Bir de “Artık Bardizag’da yaşamak mümkün değildi, onun için kaçıp geldik Yunanistan’a” derlerdi.
“Bardizag’da dolaşırken büyük, eski bir ayazma gördük. Eve döndüğümde babam nereleri gördüğümü sordu. “Baba, bir ayazma gördüm, suyu incecik akıyordu” dedim. Babam “Vaay! Bizim zamanımızda böyle kalın akardı suyu” dedi, eliyle göstererek. Bir de büyük, yaşlı bir ağaç vardı. Onun altında oturduk, yemekler yedik, ayazmanın suyundan içtik. Evlerimizin yerinde yeller esiyordu, yıkılmış, yok olmuşlardı. Gezerken içim doldu, biraz ağladım. İzmit’te deniz kıyısında oturduk, orada da yedik içtik, çok iyi vakit geçirdik. Geldiğimde babama anlattım, çok duygulandı. “Bardizag’ı gören gözlerini öpeyim kızım” derdi, ağlayarak. Babam, ne yazık ki, Bardizag’ı göremeden öldü.
Bardizaglıları çok severim. Gurur duyarım onlarla, eğitimli insanlardır. Zamanında Bardizag’a ‘Küçük İstanbul’ derlermiş. Bugün orada yaşıyor olmak isterdim çünkü orası babamın doğduğu yer. Ama bu saatten sonra gidip ne yapayım? Yine de, bütün kalbimle ve ruhumla Bardizaglıyım.”
“Armaş, benim evim, bahçem ve yaşantım”
Ermenilerin bu ülkeye kattığı değerlerin ne kadar önemli olduğunu Armaş’ta bizzat yaşayarak gördüm. Armaş’ta bir evim var, haftanın iki-üç günü orada yaşıyorum ama oralı değilim. Oradaki evi yapana dek, öyle bir yerin varlığından haberdar değildim. Kendime doğa içinde bir yer arayışı içindeydim. Sonunda, bir arkadaşımın tavsiyesiyle burayı buldum. Dağın başında, kuş uçmaz kervan geçmez bir araziydi burası. Kadastrosu, elektriği, suyu olmayan bir yerdi; hepsini ben getirttim. İnşaata başladık. İnşaatın temel çukuru kazılırken iki tane kafatası çıkmış. Ürkmeyeyim diye benden saklamışlar o zaman. Yine inşaat sırasında, bir de baktım ki muhtarın kapısının önünde mermer bir alınlık, üstünde de Ermenice harfler. Köylülere sordum, “Buranın Ermeni köyü olduğunu söylüyorlar” dediler. Köyün şimdiki adı Akmeşe. Babamın bu konularda bilgili bir arkadaşı vardı, ona sordum. Bana çok kızdı, “Nasıl bilmezsin, orası Armaş” diye. Tabii, ondan sonra başladım araştırmaya. Meğerse ne kadar önemli bir yermiş. İşte böylece, tesadüfen ben de Armaşlı oldum.
Armaş’ı keşfettikten sonra çok merak ettim. Eskiden bir manastır varmış orada. Pek çok din adamı yetiştirmiş, kendi matbaası olan, çok büyük bir manastırmış bu. Armaş’ın bir günü varmış. Ermeniler bu kutsal günde, Anadolu’nun her yerinden akın akın gelirlermiş oraya. 1915’ten önce Armaş ve çevre nüfusunun 10 bine ulaştığını okudum. O dönem için büyük bir rakam bu. Orada kimlerin yaşadığını araştırmaya başladım. Çok kimseye rastlamadım. İzmitli ya da şimdi Bahçecik denen Bardizag’dan çok insan tanıdım ama Armaşlı kimseyi bulamadım. Bir tek Charles Aznavour’un annesi var oralı olduğunu bildiğim. İzmit’te ‘Ermeni Mahallesi’ olarak bilinen bir yer varmış, belediyenin kültür işlerinden öğrendim. Etrafta başka Ermeni köyleri de varmış. Burayı keşfettikçe, müthiş bir medeniyet olduğunu gördük.
Armaş’ta bir değirmen kaldı şimdi, ben onun restorasyonu için uğraşıyorum. Ne yapıp edip onu restore ettireceğim. Eski fotoğraflara, binalara bakıyorum, o fotoğraflarla bugün arasındaki farkı gördükçe Türkiye’nin neler kaybettiğini daha iyi anlıyorum. Bir medeniyet yok olmuş. Dolayısıyla Armaş çok şey öğretti bana. Şimdi orada lavanta yetiştiriyorum, bostanım var. Bir yandan da bölgeyle ilgili kitap koleksiyonu yapıyorum.
İstanbul’dan Armaş’taki evime giderken, yolda kalbim çarpmaya başlıyor. Sevgiliyle buluşma hissi bir nevi. Armaş benim köyüm değil. Orası benim evim, bahçem ve yaşantım… Adı Armaş olmasaydı da öyle hissedecektim. Ne güzel bir tesadüf ki Armaş oldu, beraberinde de böyle zengin bir kültürü bana öğretti.
Faytoncu Baron Artin
“Babaannem 1900 Bardizag doğumlu. 15 yaşındayken çıkıyor tehcire. Babamın baba tarafından hayatta kalan kimse yok. Babaannem ve büyükbabam, tehcir zamanında Bardizag’dan Konya’ya kadar gidip, sonra Bardizag’a dönüyorlar. Babaannemin hafızası yerindeydi, “Konya Valisi Celal Bey bizim kafileyi daha ileriye yollamadı” derdi. Babam doğmadan önce, sanıyorum 1919 ya da 1920’de, babannemin kardeşleri Tekirdağ’dan bir gemiye binip, Amerika’ya gitmişler. Babaannemler ise o gemiye yetişememiş. Konya’dan Bardizag’a geri döndükten sonrasını, 1915’ten 1921’e kadar neler olup bittiğini, babaannem ve büyükbabamın neler yaşadığını pek bilmiyorum. Tekirdağ’daki gemiye İstanbul’dan mı yetişmeye çalıştılar, yoksa Bardizag’dan mı, onu da bilemiyorum. Tek bildiğim, babamın 1921’de Tekirdağ’da doğmuş olduğu. Yani, babaannem ve büyükbabam 1921’de Tekirdağ’dalar. 1922’de ise henüz bir yaşında olan babamla birlikte İstanbul’a gelmişler. İstanbul’a geldiklerinde babaannem çok öksürmeye başlayınca, doktora gidiyorlar. Doktor, Heybeliada Göğüs Hastalıkları Sanatoryumu’na yatması gerektiğini söylüyor. Babaannem Sanatoryum’a yatınca, büyükbabam da Büyükada’da faytonculuk yapmaya başlıyor. Büyükada’daki lakabı ‘Faytoncu Baron Artin’di.
Babaannem 99, büyükbabam 90 yaşına kadar yaşadı. Babaannem ne zaman ısrarlara dayanamayıp yaşadıklarını anlatmaya başlasa, hemen bir titreme gelir, anlatmayı bırakırdı. Ben altı-yedi yaşlarındaydım. Hatırlıyorum, babaannemi Bahçecik’e, yani doğup büyüdüğü Bardizag’a götürdüğümüzde çocukluk arkadaşını bulduk. Adamla oturup konuştular. Babaannem yaşadıklarını hiç anlatmazdı, çok kötü bir suskunluktu o. Birisi ona ısrar ettiği zaman, zorla birkaç şey söylerdi. Ama sonra, “Bırakın bunları” deyip suskunluğuna geri dönerdi.”
Aras Ergüneş’in sonsözünden…
Sessizlik duvarında çatlaklar yaratmak
Hrant Dink, 2005 yılında düzenlenen ‘İmparatorluğun Son Döneminde Osmanlı Ermenileri’ konferansında yaptığı ‘Ermeni Kimliğinde Yeni Cümleler’ başlıklı sunumunda, hepimizin artık çok iyi bildiği ‘Su Çatlağını Buldu’ hikâyesini anlatmıştı. Fransa’da yaşayan bir Ermeni’nin, memleketi Sivas’ı ziyareti sırasında vefatı sonrası nereye gömülmesinin uygun olacağına dair yaşanan bir diyalogu aktarıyordu bize bu hikâye. Aslında, Hrant Dink bu hikâyeyi Süleyman Demirel’in “Ermenilere üç çakıl taşı bile vermeyiz” sözü üzerine daha önce kaleme almıştı. Hikâyede, köy eşrafından yaşlı birinin kendisine ettiği “Su çatlağını buldu” sözünü, Ermenilerin bu topraklarla kurduğu ilişkinin fetihçi bir zihniyetin ürünü olmadığını, varoluşsal bir kaygının ve talebin ifadesi olduğunu anlatmak için kullanmıştı. Hrant Dink, bunu yaparak, devletin egemen tarih anlatısı üzerinden sürekli tedavüle soktuğu ve zaman zaman yarattığı yapay istisna durumlarında kullanmaya alışkın olduğu söylemde çatlaklar yaratmayı amaçlamıştı. Suyun aktığı çatlağın içinde konumlanarak, o çatlağı herkes için görünür kılmaktı niyeti. Keza, aynı sunumda Ermeniler için verdiği tavsiye de bu yöndeydi; Ermenilere “Türk’ün sizi anlamasına bağlı kalmayın, çıkın bu ruh halinden, bu ruh hali iyi değil” diyordu. Yukarıda bahsettiğimiz üzere, ezilenlerin anlaşılmayı beklemek yerine kendi hikâyelerine sahip çıkmaları; egemen söylemin çerçevesini hukukla çizdiği, içeriğini tarih ve siyasetle doldurduğu resmî anlatı içinde çatlaklar yaratmaları, olağanüstü hali bu kez tersinden bir biçimde, devlete yaşatmaları demek. Pekiyi, tarihin çatlakları içinde konumlanma halinin, hâkim söylemde çatlaklar yarattığı kadar, soykırım artığı ruh halinden kurtulmak açısından benliğe içkin, iyileştirici bir yanı da olabilir mi?
Yerginki Tırçun Illayi
Yerginki tırçun ıllayi
Tıreyi kovıt kayi
Sırdit meçı inç gar, çigar
Amenn al hasgınayi
Egu nayim im ağavnis
Sirut inçer gı kaşim
Kişerı minçev aravod
Irınts kıni gantsınim
Bardezis meç dzağig mı gar
Inor nımanı çigar
An inç ağvor inç keğetsig
Desnoğı gı zarmanar
Arekagı mormen elav
Tsatets aşkharhis vıra
Kugin anuşig khoskerıt
Yara e sırdis vıra
***
Gökteki Kuş Olsaydım
Gökteki kuş olsaydım
Uçup yanına konsaydım
Kalbinde ne var ne yok
Hepsini anlasaydım
Gel bakayım benim güvercinim
Aşkından neler çekiyorum
Geceyi sabahlara kadar
Uykusuz geçiriyorum
Bahçemde bir çiçek vardı
Benzeri yoktu
O ne güzel ne hoştu
Gören hayran oluyordu
Güneş doğdu
Dünyayı aydınlattı
Senin güzel sözlerin
Kalbimde yaradır
Kaynak kişi: Doktor M. Karagözyan (Ovacık), derleyen: M. Tumacan, Hayreni Yerk u Pan, s. 99-100.