Venedik Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü’yle dönen Emin Alper’in bu hafta vizyona giren yeni filmi ‘Abluka’, 90’lardaki çatışma ortamından ilham alsa da bugünün karanlığına da temas ediyor. İki kardeşin devlet baskısı altında yaşadığı travmayı perdeye taşıyan yönetmen, abluka altındaki bir mahalle üzerinden bir Türkiye distopyası yaratıyor. Alper’le ikinci uzun metraj filmi ‘Abluka’ vesilesiyle, filmin ve ülkenin politik ve psikolojik karmaşasını konuştuk.
90’lardan bugüne, ülkedeki politik atmosfer çok karanlık. ‘Abluka’nın politik arka zeminini de bu dönem oluşturuyor. Buradan başlasak…
Hikâyenin ilk taslakları ortaya çıktığı zaman, 2000’lerin başlarıydı. Bu hikâyenin de ilham kaynağı aslında 90’lardı. 90’lardan sonra 2000’lerin ortaları daha sakin ve şahsım adına biraz daha iyimser olduğum yıllardı. Ama bu hikâye, bir taraftan benim kafamda gelişti hep. Sinemanın günceli birebir yakalama gibi bir niyeti olamayacağına göre, böyle bir filmin her zaman yapılabilir olduğunu düşündüm. Filmin hazırlık ve finansman bulma döneminde, ikinci barış süreci dediğimiz süreç başlamıştı, 2012’den itibaren... Memleketin hali, Gezi sonrası korkunç bir hale doğru giderken, bir taraftan kangren haline gelmiş Kürt meselesinin çözülmesine dair umutlarımız vardı. Ama bu yaz itibarıyla bir kez daha bu ülkede bir şeylerin değişmesinin ne kadar zor olduğunu, yeniden gördük. Film tekrar güncelleşti maalesef. Açıkçası bu beni hem üzdü, hem de şaşırttı. Aslında filmi çekerken bu kadar da karamsar değildim. Ama bu yazdan itibaren, filmde yarattığımız atmosfere çok benzeyen günler yaşadık. Bir boğuntu hissi yaşıyorum. Geçen gün, filmin o ilk açıldığı bomba sahnesini tekrar görünce, rahatsız oldum ve izlemek istemedim. Bu kadar travmatik bir sürece denk düşmesi, çok acı bir tesadüf.
‘Abluka’da politik ve psikolojik bir karmaşa üzerinden distopik bir anlatı kuruyorsunuz. Yer yer mevcut politik gerçeklikten uzaklaşıyorsunuz. Filmin gerçekliğe yaklaşımına dair neler söylemek istersiniz?
Gerçeğe dair resmi biraz daha keskinleştirmek isteğimden kaynaklı bir durum bu. Bunun iki tarafı olduğunu söyleyebilirim. Birincisi, hayal gücünü kısıtlayan, sınırlarını çizen bir tarafı var. Gerçekçi bir şey yaptığınız zaman, sürekli bu gerçeğe uygun mu testini yapmak zorundasınız. Hem bu açıdan gerçeküstü resimler çizmek daha fantastik alanlara açılmama neden oluyor ve beni daha çok heyecanlandırıyor, hem de gerçeğe dair kaygı duyduğumuz, üzüldüğümüz durumların altını daha kalın harflerle çizmemize neden oluyor. Ben bunu, gerçekliğin biraz daha “keskinleştirilmiş” bir versiyonunu çizmek olarak görüyorum. Bu yüzden de biraz daha alegoriye kaçıyor. Bu film ‘Tepenin Ardı’ kadar alegorik değil, ama distopik bir dünya yarattığınız zaman, zaten ister istemez altını biraz daha kalın harflerle çizerek, daha da abartarak anlatıyorsunuz. Mahalledeki kuşatılmışlık havasını daha da abartarak çizmek, memlekette yaşadığımız büyük kuşatılmışlığın, daha keskin ve abartılmış bir mikro fotoğrafını çekmek, benim için hem politik, hem de sanatsal anlamda daha heyecan verici.
‘Tepenin Ardı’ ve ‘Abluka’nın delilikle temas eden bir yanı var. ‘Abluka’, hem hikâyesi, hem de karakterlerin bölünmüş zihin dünyası üzerinden ilerliyor. Filmlerinizdeki delilik fikri nerden geliyor?
Bu delilik fikri de az önce konuştuğumuz grotesk dünyayla yakından ilişkili. Filmde de hep kafamda olan, referanslarımdan bir tanesi Dostoyevski’nin ‘Öteki’ adlı romanıdır; çok severim ve dönüp dönüp okurum. ‘Öteki’deki delirme hali, beni çok etkileyen bir delirme hali. Oradan başlayarak, hatta belki Gogol’ün ‘Palto’suna ve ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’ne kadar geriye gidebilecek bir gelenek bu. Onlardan çok etkilendiğimi düşünüyorum. Dolayısıyla delilik, bütün bu sanatçılarda bir tür toplumsal protesto ifadesi haline geldi. Biraz benim için de öyle, delilik fikri beni cezbediyor; dışavurumcularda da olduğu gibi…
“Bir sanat eseri derdini, anlatacağı her şeyi, dolaylı söyler. Böyle evrensel bir ölçüt yoktur, ama bir film derdini ne kadar dolaylı, örtük söyleyebiliyorsa, seyirciye de o kadar çok saygı duyuyordur demektir.”
Devlet şiddetinin bu kadar doğrudan olduğu bir dönemde, filmin politik tavrı, kimi eleştirmenlerce fazla muğlâk ve belirsiz bulundu. Hatta filmi, örgüt eleştirisi olarak değerlendirenler de oldu.
Şimdi şöyle bir durum var.Örgüt, filmin başından itibaren belirsiz bırakılıyor. Bu belirsizlik, “Tepenin Ardı”ndaki Yörüklerin belirsizliğiyle hemen hemen aynı işlevi taşıyor. Film örgütle ilgilenmiyor, tıpkı ‘Tepenin Ardı’ Yörüklerle ilgilenmediği gibi. Burada ilgilenilen şey, bir iç savaş ortamında, devlet baskısı altında çalışan iki kardeşin, yani sıradan insanın yaşadığı travmalar. Bu insanların zihinsel dünyası aracılığıyla, devletin meseleyle uğraşma biçimini eleştiriyorum. Dolayısıyla örgüt dediğimiz şey, tamamen fonda kalıyor. Düşünsene, zamansız, mekânsız bir film çekiyoruz, örgütün adını koyabilir miydik? Mümkün değil, çok sırıtırdı. Bu evrensel bir hikâye.
Örgütü, filmde sürekli devlet ve karakterimizin merceğinden görüyoruz. Ama eğer “örgüt bomba atar mı atmaz mı, infaz eder mi etmez mi” noktasına geleceksek ve bunu gösterdiği için filmi örgüt eleştirisi olarak algılayacaksak, bence bunun tartışılacak bir tarafı yok. Kaldı ki, final sahnesinin bir düş mü, gerçek mi olduğu da belli değil. Gerçekse de bunun bir önemi yok. Oradaki infaz hikâyesi, bütün trajedilerde olduğu gibi karakterin suçlu bilincinin bir yansıması. Yani, onu örgüt zalimliği olarak okumak, çarpık bir okuma olur bence. Ayrıca şunu da söyleyeyim, bu bir örgüt eleştirisi de olabilir. Silahlı örgütleri romantize edecek değilim, hayatım boyunca da etmedim. Söyleyeceğim şey beylik ve klişe gelebilir, ama politik manifesto yazmıyoruz. Bir seçim beyannamesi de hazırlamıyoruz. Bir sanat eseri, derdini, anlatacağı her şeyi, dolaylı söyler. Böyle evrensel bir ölçüt yoktur, ama bir film derdini ne kadar dolaylı, örtük söyleyebiliyorsa, seyirciye de o kadar çok saygı duyuyordur demektir. Seyirciyi aptal yerine koyan, söyleyeceğini çok keskin ve doğrudan söyleyen filmlerdense, seyirciyi daha çok düşünmeye davet eden ve bizzat kendisi de bu düşünme sürecinin içinde olan filmleri ve dolayısıyla daha kapalı filmleri tercih ediyorum.
Filmin güçlü bir oyuncu kadrosu var. Cast süreci nasıl geçti?
Mehmet Özgür, en başından beri kafamdaki tek adaydı. ‘Tepenin Ardı’nda birlikte çalışmıştık. Setten çıkıp tekrar bu senaryoyu ele aldığım zaman, Kadir karakteri Mehmet Özgür’müş dedim. Hiç tereddüt etmedim. Başka alternatif hiç olmadı. Diğer oyuncular için ciddi bir cast sürecinden geçtik. Berkay’ı (Ateş) hiç tanımıyordum, oyununu da izlememiştim. Cast direktörümüz Ezgi Baltaş, pek çok aday getirdi önümüze. Uzun bir test sürecinden sonra, Berkay’da karar kıldım. Berkay’ın rolü çok zordu bence. Zorluğu şuradan çıkarıyorum; yönlendirirken en fazla Berkay’da zorlandım. Çünkü ne diyeceğimi bilmiyordum. Mehmet Abi’yle çalışırken “Şurda şunu yapsan, burda bunu yapsan” diyebiliyordum, ama ilk prova sürecinde, Ahmet karakterinin kafamda yeterince canlanmadığını fark ettim. Nispeten soyut bir karakter, Ahmet karakteri. Geri dönüp provaları çok izledim. Provaları izleye izleye, Berkay’dan da doneler alarak, Ahmet karakterini karşılıklı çalışarak çıkardık.
Müfit Abi de (Kayacan) benim için Ezgi saysesinde, çok önemli bir keşif oldu. Polis karakterinin klasik bir polis olmasını istemiyordum. Çatık kaşlı, “kodu mu oturtan” bir polisten ziyade, munis ve birden otoriterliğe dönüşüp şaşırtan bir karakter olmasını istiyordum. Hem bir taraftan komik, hem de korkutucu olması gerekiyordu. Bu çok hassas bir dengeydi benim için. Ezgi’nin çok yerinde önerisiyle, Müfit Abi’yi Hamza karakterine düşündük. Çok da iyi oldu. Tülin Özen, Fatih Sevdi ve Ozan Akbaba’yla da çok verimli çalıştık.
‘İktidarın gerçekten gülünç olduğunu düşünüyorum’
‘Abluka’da iktidarı ciddiyetten arındırarak, gülünçleştirerek anlatıyorsunuz…
İktidarın gerçekten gülünç olduğunu düşünüyorum. Komplo teorilerinin her zaman ima ettiği gibi çok akıllı ve rasyonel davranan insanlardan oluşan bir yapı değil iktidar dediğimiz şey. Beceriksiz bir sürü insandan oluşan bir yapı aslında. Durumu daha çaresiz ve acınası kılan şey, tam da bu… Yani normalde gülünesi insanlar tarafından yönetiliyoruz, acı çektiriliyoruz. Bu taraftan benim için daha karanlık bir tablo. Benim iktidar algım da böyle. Bunu da filme büyük ölçüde yansıttım. Ama bu aynı zamanda, bize bir çıkış yolu da sağlıyor. Mükemmel bir akıl tarafından yönetilmiyoruz. Mücadele edilmesi son derece kolay bir zihniyetle yönetiliyoruz. Bunun bize biraz cesaret vermesi gerektiğini de düşünüyorum.
Filmde delilikle örtüşen bir çıkışsızlık ve tıkanma hali var. Türkiye’de de uzun zamandır bir çıkışsızlık hissi ve karamsarlık var insanlarda. Bu ülkedeki “abluka”dan bir çıkış var mı?
Tabii ki var, olmak zorunda. İyimser olmayı, bir tür inada ve politik tavra dönüştürmemiz lazım. Her ne kadar karamsar olsak da, ruhen kendimizi çok bitkin hissetsek de, dediğim gibi, bunu bir varoluş tarzını dönüştürmemiz lazım. İnadına varız ve inadına bu ülkeyi terk etmeyeceğiz. İnadına bu ülkenin geleceğinde söz sahibi olmaya çalışacağız, demek lazım. Belki film, bu anlamda çok karanlık ve umut vaat etmiyor; ama çok klişe bir tabir olsa da film çekmenin kendisi de bir direniş değil mi?.. Ben de kendi adıma, ne kadar karamsar olursam olayım, film çekmeye devam edeceğim.
Ses tasarımı ve müzik kullanımı filmin distopik atmosferine çok şey katmış. Cevdet Erek’le çalışma süreciniz nasıldı?
Seslerin pek çoğu senaryo aşamasından ortaya çıkmıştı aslında, kafamda vardı. Ama post aşamasında oturup tek tek sesleri baştan ele aldık. Benim için de çok heyecan vericiydi. Cevdet Erek ve Cenker Kökten’le çalıştık. Müziği de ses tasarımının bir parçası olarak düşündük ve gördük. Öyle bir bütünlüklü yaklaşım oldu. Kapı vurma, duvar kırma gibi seslerin birçoğu senaryoda da vardı. Filmde de bunu abartarak kullandık. Yüksek tuttuk volumü. Pek çok alternatif ses arasından seçtik. Müziği de filmdeki seslerden hareketle mümkün olduğu kadar çıkarmaya çalıştık. Filmdeki o fokurtu benzeri sesi Cevdet helikopter sesini deforme ederek elde etti. O tip sesleri her zaman, mesela alev sesi, motor sesinin içine gömerek kullandık ve finalde de onu davulla çaldı Cevdet. İki aylık karşılıklı bir fikir alışverişi ve çok verimli bir çalışmayla ortaya çıktı ses bandı. Gerçekten yetenekli insanlarla çalışmak insana çok heyecan veriyor. Benim için çok keyifli bir süreçti.