Fotoistanbul Uluslararası Beşiktaş Fotoğraf Festivali, ‘Başka Hayatlar’ temasıyla bu yıl ikinci kez kapılarını ziyarete açtı. 8 Kasım’a kadar devam eden festivalin en dikkat çekici sergilerinden biri, Ortaköy’deki terk edilmiş yetimhane binasına yaptığı mekânla âdeta iç içe geçmiş yerleştirmesiyle dikkat çeken, Kanada pasaportlu Ermeni sanatçı ve görüntü yönetmeni Norayr Kasper’e ait. Ermenistan’ın Sovyet Dönemi’nden kalma, artık kullanılmayan endüstriyel kurumlarını ziyaret ederek, buralarda karşılaştığı insanları ve manzaraları işleriyle ölümsüzleştiren Kasper, ‘Size zamandan bahsedeceğim…’ başlığıyla seslendiği festival ziyaretçilerine, bir fotoğraf sergisinden çok daha fazlasını vaat ediyor.
İpek kumaşlar üzerine bastığınız fotoğraflarınızda endüstriye dair unsurlar, makine parçaları, metal atıklar ve fabrika işçileri görünüyor. Bu seride ne anlatılıyor?
Temelde bu seri zamanla ilgili. Benim fotoğraf makinem aracılığıyla, natürmort olarak yorumladığım sahneleri yansıtıyor. Fakat burada klasik tarzda natürmort tablolardan farklı olarak, bir mutfak tezgâhı üzerinde duran çiçekler veya ölü tavşanlar yok. Onun yerine atık haldeki metaller var. Ve aynı zamanda, artık kaybolan bir kültürün ardından, soyları tükenmek üzere olan işçiler görünüyor. Bu işler hayalleri ateşleyen ve birden onları elinizden alabilen zamanla, dolayısıyla hayatın ve zamanın akışıyla, aynı zamanda da fotoğrafın işleyişiyle ilgili. Fotoğrafın tek bir hareketle bir ânı yakalayabilmesi, bir anlamda o ânı çalarak farklı şekillerde geri vermesi gibi fikirlerin işlendiği bir seri.
Fotoğraflar, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonraya denk gelen, yaklaşık 20 sene öncesine dair bir geçmişi temsil ediyor. Bu çöküşten özellikle Ermenistan fazlasıyla etkilenmişti. Ülkenin nüfusu Sovyetler Birliği’nin toplam nüfusunun sadece yüzde birini oluştursa da birliğin endüstriyel ihtiyaçlarının yaklaşık yüzde 10’u burada üretiliyordu. Zamanla bu endüstriyel kurumların hepsi çöktü ve onlarla birlikte insanların hayalleri, aldıkları eğitim, edindikleri tecrübe de geçmişe gömüldü.
“Ermenistan’da artık kullanılmayan fabrikaların bulunduğu bölgeyi, altı yılı aşkın bir süre boyunca defalarca ziyaret ettim. Burası, Sovyetler döneminde teknolojik gelişmeler üzerinde çalışan mühendislerin varlığını bizlere hatırlatıyor. Onlardan geriye ise bu şaşırtıcı manzara kalıyor.”
Ermenistan’da artık kullanılmayan fabrikaların bulunduğu bölgeyi, altı yılı aşkın bir süre boyunca defalarca ziyaret ettim. Bu mekânlara her girdiğimde, hep durağanlık fikrini, natürmort kompozisyonları temel alan fotoğraflar çektim. Fotoğrafların birinde gördüğünüz Lenin portresi artık kullanılmayan bir endüstriyel kompleks içindeki kütüphanede duruyordu. Burası, Sovyetler döneminde teknolojik gelişmeler üzerinde çalışan mühendislerin varlığını bizlere hatırlatıyor. Onlardan geriye ise bu şaşırtıcı manzara kalıyor: Bir Lenin port-resi, önünde baş aşağı duran bir buket ve hepsinin üzerinde durduğu masadan oluşan durağan bir natürmort. Mekândaki kapalı duran pencere, üzeri kapatılmış umutları ve tüm geçmişi önümüze seriyor. Kilitli kapılar ardında duran, Sovyet döneminden kalma renklerin, canlı kırmızının, mavi ve yeşilin soluklaştığını görüyoruz.
Bu temaları yansıtırken baskı malzemesi olarak ipeği seçmeniz bir tür zıtlık yaratmak için miydi?
Kesinlikle. Bu biraz da hassaslık hissiyle alakalı. Malzeme seçimi birden fazla anlam taşıyor. Aynı zamanda, kapatılan sınırlarla birlikte kesintiye uğrayan tarihî İpek Yolu’nun sonuna işaret ediyor. Bu müdahaleyle zamanın akışı bir tür kesintiye uğramış oldu. Burada vurguladığım hassaslığın farklı bir anlamı daha var; insanın yaşlandıkça daha da hassaslaşması gibi, buradaki endüstriyel manzaralara da her şeyin bozulduğu ve kırıldığı bir zaman dilimi yansıyor. Diğer taraftan bu ağır, kaba objelerin görüntülerini ipek gibi hafif bir malzeme üzerine basmanın ve onu ince tellere havada süzülür şekilde asmanın yarattığı bir karşıtlık hissi de var.
Fotoğraflarınızda gördüğümüz insanlar, faaliyeti uzun süre önce durdurulmuş bu fabrikaların eski çalışanları mı? Festival mekânının sizin için ayrılan bölümüne girerken bizi kapıda karşılayan fotoğraftaki kadının hikâyesini merak ediyoruz mesela…
Fotoğrafta gördüğünüz kadın, kapanışından yaklaşık 15 yıl sonra eskiden çalıştığı fabrikaya geri dönen işçilerden. Bu dönüşün nedeni, fabrikanın eski yöneticisinin buradaki büyük makinelerden birini çalıştırmak ve yeniden üretime başlamak istemesi. Bu büyük endüstriyel kompleksin ufak bir bölümünü yeniden faaliyete geçirerek uluslararası pazar için üretim yapabileceklerini düşünüyorlar. O kadın da önceden bu makineyi çalıştıran işçiymiş. Fabrikadaki işine döndüğü için mutluluk duyuyordu ve fotoğrafını çekmek istediğimi söylediğimde hiç tereddüt etmeden kabul etti. Bu fotoğraf en başından beri serinin sembollerinden biri haline geldi.
Onları ziyaret ettiğimde, makineyi yeniden çalıştırıp çalıştıramayacaklarıyla ilgili henüz test aşamasındalardı. Bu bölge 1988’de yaşanan Gümrü Depremi’nden büyük zarar gördü ve fabrika kapatıldı. Burada çalışan insanların büyük bir bölümü çiftçiliğe geri döndü. Ve şimdi, yıllar sonra kariyerlerini yeniden değiştirmek için yeniden oradalar.
Peki, ziyaret ettiğiniz bu fabrikalar Ermenistan’ın neresinde bulunuyor?
Kuzey Ermenistan’da farklı şehirlerde çekimler yaptım. Bazıları Yerevan, bazıları da Gümrü yakınlarındaki çeşitli şehirlerden. Ben belgesel yapmıyorum, tarihçi de değilim; bu yüzden de ne zaman neler yaşandığına dair kesin bilgiler sunamam. Tüm bu hikâyeyi kendi merakımdan dolayı keşfediyor ve anlatıyorum, gereklilik nedeniyle değil.
Benim asıl yapmaya çalıştığım, gördüklerime dair hissettiklerimi, zamanın ve hayatın bu noktasıyla, oradaki endüstriyel yaşamla ilgili kendi bildiklerimi fotoğrafik ve şiirsel bir anlatıyla, bir sanatçının gözünden sunmak. Buradaki bazı kompozisyonlar tam anlamıyla bir göz egzersizi. Bir işe ince bir telle tutunmaya çalışan ve buradan hayatlarını kazanmaya çabalayan insanlar görüyorsunuz. Hepsi her geçen gün daha da yaşlanıyor. İşlerininse artık bir geçerliliği yok.
İpek üzerine basılmış fotoğrafları bir defter gibi sergileyen masanın, bu sergi için üçüncü versiyonunu yaptım. Bu defterdeki fotoğraflara bakmak için, onların basılı olduğu ipeğe müdahale etmeniz gerekiyor ve böylece ona bir şekilde zarar veriyorsunuz. İpeğin yıpranmasına yol açarken siz de bu kurgunun ve hassasiyet vurgusunun bir parçası haline geliyorsunuz. Aynı zamanda yıkımın da… Ve bu kaçınılmaz bir durum.
Aslında ipek bezin parçalanması, metal iskeletin paslanması da zamanla ilgili bir durum…
Evet. Malzemeyi bu kadar kırılgan ve keskin hatlarıyla, hassas bir şekilde kullanmamın nedeni de bu. Benim için fotoğrafların dokunulabiliyor olması çok önemli. Çünkü bu bir belgeleme çabası değil; bir şeyin, bir durumun temsili. Rene Magritte’nin ünlü eserinde belirttiği gibi “Bu bir pipo değil”; piponun bir temsili. Bu yüzden de bu durumla ilgili herhangi bir beyanat veriyormuşum veya bir belgesel sunuyormuşum gibi davranmıyorum. Diğer taraftan umuyorum ki bu işler onları görenlerde yerleştirmenin geneline dair bir algı oluşturur, şiirsel bir hissiyat uyandırır, bu mekânların bende yarattığı hislere dair bir fikir ve farkındalık yaratır ve tüm bunların yanı sıra sanatsal bir değeri yansıtır.
Bu sergide yer alan yeni işlerim sadece fabrikaların içinden değil; aynı zamanda metalin fabrikadan sonra taşındığı yerlerden. Onlar da metaldeki gizli güzelliği açığa çıkarıyorlar. Burada yaşayan ve çalışan insanları da gösteriyorlar. Aslında bunlar günlük hayatta da sıkça karşılaştığımız unsurlar; fakat sıradan imgelere bir de bu bağlamdan bakmak, her şeyin zamanın akışında nasıl dönüştüğünü, geçip gittiğini görmek önemli. Hayat, doğa ve insanlık dönüşüm kavramıyla yakından ilgili. Burada gördükleriniz yıkım veya felakete dair işler değil. Tabii ki üzücü, melankolik ve hatta trajik bir tarafları var; fakat başka bir açıdan bakıldığında burada görünen durumlar, zaman akışının sadece bir parçasına denk geliyor. Buradaki eşyaların kendi devirlerini yaşayıp tamamladıkları ve çekip gittikleri bir zaman dilimine... Onlar işlevlerini tamamlamış olsalar da, burada dönüştükleri şeydeki güzelliği ve arkalarında bıraktıkları izleri görebiliyorsunuz.
Sergide yer alan yeni işlerinizde gördüğümüz metal çöplüğü bir mezarlığı andırsa da, aslında bu fotoğraflar artık kullanılmayan fabrika ve makinelerden daha canlı, yaşayan bir durumu yansıtıyor. Çünkü atık haldeki metallerin hâlâ bir kullanım alanı var. Dönüştürülebilir ve farklı formlarda yeniden hayat bulabilirler. Bu yüzden de burada sergilenen iki seriniz birbirinden ayrılıyor...
Onların hâlâ canlı oldukları fikrine katılıyorum. Bu işlerin bende uyandırdığı hissiyat natürmortlarla aynı. Az önce de söylediğim gibi, burada çiçekler, tavşanlar, durdukları masanın üzerinde ömürlerinin son anlarını yaşarken size güzelliklerinin son damlasını sunan, son kompozisyonlarını sergileyen ve bir sanat yapıtına ya da başka şeylere dönüşen unsurlar görmeseniz de, bu fotoğraflardaki yaklaşım klasik natürmort tablolardakinden çok da uzak değil. Bence bu durumun kendisinde bir güzellik var. Onlar hâlâ canlılar, başka bir şeylerin parçasılar ve aynı zamanda da dönüşüyorlar.
Burada geleneksel anlamda bir fotoğraf sergisinden bahsedemeyiz. Sizin fotoğrafları kullanarak bir tür yerleştirme kurguladığınızı söyleyebilir miyiz?
Evet, kesinlikle. Ben de kendi çalışmalarımı sadece fotoğraf değil, bütüncül bir yerleştirme olarak görüyorum. Bu biraz da benim yaklaşımımla ilgili. Görüntü yönetmeni olarak çok sayıda film projesine imza attım. Dolayısıyla mekâna, harekete, hissiyat yaratmaya dair belirli bir eğilimim var. İmgelere de bu şekilde yaklaşıyorum. Fotoğrafın dokunabildiğimiz, üzerinde değişiklikler yapabildiğimiz, parçalara ayrılabilen bir şey olmasını seviyorum. Örneğin ziyaretçiler sergide asılı duran fotoğrafların etrafında yürüdüklerinde, yerleştirme interaktif bir hale geliyor. Burada söz konusu olan gerçek anlamda bir etkileşim. Siz yürüdükçe işler de harekete geçiyor, parçalara ayrılıyor. Bu da sergideki hareket ve geçicilik kavramlarını güçlendiriyor. Yerleştirme, imgeleri oyunbaz bir tavırla yansıtıyor.
Sergi mekânındaki yuvarlak pencerenin etrafında, neonla daire şeklinde “I will talk to you about time” (Size zamandan bahsedeceğim) yazılı. Bu ifade nerden geliyor?
Bu ifadeyi ilk kez sanatçı, yazar ve tarihçi Carlo Polgrossi kullandı. İşlerimle ilgili yazdığı bir metinde “Norayr zamandan bahsediyor” demişti ve bu sözler benim çok hoşuma gitti. Bazen bir şeyi açıklamak için çokça söze ve yönteme başvurursunuz; fakat aslında tek bir cümle yeterlidir. O zaman da Carlo, tüm işlerimin anlatmaya çalıştığı fikri, temelinde yatan kavramları tek bir cümleyle anlattı. Ben de çok sevdiğim bu ifade üzerine yeni bir iş yapmaya karar verdim. Bu yazıyı yerleştirirken de mekânın kendisini de işe dahil ettim; bu, sergilerimde sıkça başvurduğum bir yöntemdir. Burası tarihî bir bina ve sergi alanını sanat eserleriyle doldurmak yerine, içerisinde bulunduğumuz mekâna dair farkındalık yaratacak bir düzenleme yapmayı tercih ettim. Bu yerleştirme aynı zamanda sergiye ismini verdi.
Yazıyı binanın bir parçası olan pencere kenarına yerleştirmeyi özellikle seçtim. Böylece döngüsel bir zaman akışı, mimari bir saat yarattım ve iş serginin temelinde yatan kavramlarla daha da ilişkili hale geldi. Bu yerleştirmenin altında, metal çöplüğünde oturan bir adamın fotoğrafı var ve ben ona, “Sana zamandan bahsedeyim” diyorum.
Burada sergilenen işlerin bazıları 2013 yılında Venedik Bienali’nin yan etkinliği olarak açtığınız ‘Steel-Lives, Still-Life’ (Çelik Hayatlar, Natürmort) sergisinde de yer almıştı, değil mi?
Evet, buradaki işlerden dördü Venedik Bienali’ndeydi. Bazıları ise yeni yaptığım çalışmalar. Fotoistanbul’un organizasyonunu yapan kişiler ve özellikle Attila Durak, girişte gördüğünüz fabrikadaki kadın portresinden çok etkilendikleri için o seriden eski işlerimden birkaçını burada sergilemeye beni ikna ettiler. Bence böyle olması, işler arasındaki devamlılığın ortaya çıkması açısından iyi oldu.
İstanbul’da yaşam nasıl gidiyor? Önce ‘Zenne’nin, ardından da ‘Çekmeceler’ filminin görüntü yönetmenliğini yaptınız...
Gayet iyi gidiyor. Beş sene önce katıldığım bir festivalde iki yönetmenin birlikte çekeceği ve ilk yönetmenlik tecrübeleri olan Türkiye yapımı ‘Zenne’ filminde çalışmak üzere davet edildim. Daha önce yaptığım işleri sevmişlerdi ve benimle çalışmak istediklerine karar vermişlerdi. Bu bana göre Türkiye’ye gelmek için bulunmaz bir fırsattı. İşim gereği dünyanın farklı yerlerindeki film çekimlerine gidiyorum ama Türkiye’ye gelmek ve burada çalışmak duruma farklı bir boyut kazandırıyor. Ben Ermeni’yim ve bu da beni, hayatımdaki hiçbir zaman tam olarak çözemediğim, buraya gelene kadar hakkında pek bir şey bilmediğim bulmacalardan birine getiriyor. Dolayısıyla bu işi kabul etmeye çok hevesliydim. Buraya geldikten sonra tüm bu olanlar hakkında düşünmeye başladım ve neden olduklarını anlamaya çalıştım. Bu durum, profesyonel çalışmalarımla olduğu kadar, atalarımın yaşadıkları topraklara yaptığım seyahatle de ilgiliydi. Ardından ‘Zenne’deki işimle Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü’nü kazanmam, duruma farklı bir anlam kazandırdı. Bu haber Agos’ta da yayımlanmıştı. O sıralar Hrant Dink ve fikirleri hakkında biraz daha bilgi sahibi olma fırsatı buldum ve şunu fark ettim: Aslında o da nasıl işbirlikleri oluşturabileceğimizden bahsediyordu. Ben atalarımın kuruluşunda ve gelişiminde rol oynadığı ülkeye dönmüştüm, özünde bir drama olsa da seçim özgürlüğü ve insan hakları üzerine bir film yapıyordum ve yerli halka katkıda bulunarak bir ödül kazanıyordum. Bu yüzden dairenin tamamlandığını hissettim. Hem de bu ben farkında olmadan, kendiliğinden oldu. Bu açıdan güzel bir deneyimdi. Aynı zamanda Türkiye’de işlerime duyulan ilgiyi arttırdı ve yeni film projelerinin önünü açtı.
Ve şimdi de buraya yerleştiniz diyebilir miyiz?
Tam olarak yerleşmedim ama yeni iş imkânlarına her zaman kapım açık.
Norayr Kasper kimdir?
Kanada’da yaşayan Ermeni sanatçı Norayr Kasper, Venedik’teki Moorat-Raphael Koleji’ne gitti, Venedik Üniversitesi’nde mimarlık ve fotoğrafçılık okudu. Ardından Kanada’ya giderek Montreal Concordia Üniversitesi’nde film yapımcılığı ve sinema alanlarında öğrenim gördü. Kanada Sinematografi Derneği’nin bir üyesi olan Kasper hem çağdaş sanat alanında yaptığı çalışmalarla, hem de görüntü yönetmeni olarak imza attığı sinema filmleriyle tanınıyor.
Kasper, ilk olarak Atom Egoyan’ın ödüllü filmi ‘Calender’de (Takvim) çalıştı. Fotoğraf alanında ürettiği yapıtların yanı sıra sanat filmlerine imza attı ve 30’u aşkın televizyon ve sinema filminde görüntü yönetmenliği yaptı. 2013 yılında Venedik Bienali’nin yan etkinliği olarak ‘Steel-Lives, Still Life’ (Çelik Hayatlar, Natürmort) başlıklı ilk kişisel sergisini açtı. 2014’te ise fotoğraf ve yerleştirmeleri İtalya’nın Padova şehrinde düzenlenen ‘Loss of Relevance’ (Alakanın Kaybı) sergisinde yer aldı. Kasper’in çalışmaları, farklı ülkelerde geçen yaşamının, çok disiplinli öğrenim hayatının ve sanatın birden fazla dalına duyduğu ilginin etkilerini taşır.